MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 29

🌹“Hasan Dede derler bana; sır küpüyüm ben, bilmez Hakk yolunda olmayan hâlimi. Ali yolunun ârifiyim ben, bilmez şerîatta gezen benim ilmimi. Gönül şehriyim ben, beni sevmeyen bilmez hâlimi. Şâh âleminin kâtibiyim ben, yazmayan bilmez hâlimi. Can pazarıyım ben, satmayan bilmez değerimi. Gül bahçesiyim ben, bahçevan bilir rengimi. Yolda tökezlemem ben, çekerler dünya tümseklerini. Mevlâna’ma baş kesmişim, onun temsilcisiyim ben.” 

Ona aşkla mürid olan, onun yardımıyla Hakk yolunu aştı gitti. Melek gibi göğe yüceldi; Hakk’a canla gönülle, ben seninim dedi.

O nûr, ne doğudandır, ne batıdan: iki âlem de onunla onarılmıştır. Gök de onunla diridir, yer de; güneş, onun bağışıyla parlar, ışık verir.

Gök, Ay, yıldızlar, onun yüzünden dönerler; onun işleri yüzünden halkın başı dönmüştür.

Şu hâlde delille de, anlatışla da apaçık belli ki dünyanın canı, velîlerdir.

Gök, insanların bedenlerinin üstünde; gök dilenen, istenen; insanların bedenleriyse onu dileyen, isteyen.

Bunun aksine erenlerin rûhları,binlerce âleme, binlerce göğe hâkim; melekler bile onlara gıpta etmekte.

Gökler, onların buyruğuyla dönüyor; istemezlerse onları dürüverirler onlar.

Onların her şeye güçleri yeter; dervişler hâkimdirler, Allah nâipleridir onlar.

Suretleri küçücektir, arıktır ama canları büyüktür yücedir.

Güneş, bir zerrede gizlenmiştir: deniz, bir katrede yürür gider.

Yüzlerce deniz de senin küçücük iki gözünün nûruna sığmıyor mu?

Aparı nûr, o küçücük yerde coşup dalgalanmada.

Dalgaları göğe yücelmede, dağları, ovaları, çölleri kaplamada.

A bilgili er, denize benzeyen o nûr, senin küçücük gözüne sığarsa, Rabb’in inâyetiyle denizlerin, bu kalıba sığmasına şaşılır mı ki?

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 8

“Ey Sevgilim, seninle kol kola gül bahçesinde dolaşırken, bir gül yaprağının gölgesi yanağına düşse, seni o yaprağın gölgesinden kıskanırım.”🌹

Aşkın olduğu yerde, kin, nefret, öfke, haset barınamaz. Aşkın olduğu yerde, her zaman güzellikler, hoşluklar ve Hakk’ın nûru vardır.

Aşk okyanus gibidir. Hiç karşı koymadan hareketsizce durduğunda, o zaman aşk seni alır, seni senle tanıştırır, sana kimliğini kazandırır. Senden yepyeni bir insan yaratır. Seni kendine katar. O andan itibaren artık okyanusla bir olursun. O okyanus artık sensindir, sen yoksundur artık, var olan okyanusdur.

Sen sevgiline Rabbim, dinim, imanım diyemezsen, senin aşkın sahî değildir.

Âşıkları görmek istersen, sararmış yüzlere, kurumuş dudaklara bak. Binlerce kişi arasından kendini gösterir.

“Ey güzel yüzüne cihan güzelleri hasret çeken! Ey iki kaşları âşıklara kıble olan! Senin güzellik ırmağında çırçıplak dalmak için, ben bütün kendi sıfatlarımdan soyundum.”🌹

Gönülden feryâd et de, yâ Rabbi de, gece gündüz benimlesin, bana onlardan yüz göstermedesin; hem de soluktan soluğa, gizli ve açık. Yine de lütfet de büyük velîlere gösterdiğin yüzü göster, bizi de onlara kat; bizi de dervişler bölüğüne ver de, onlar gibi has olalım, o büyük kavuşma sarayında oturalım.

Bize kendini, aşk ehline, tertemiz kullarına gösterdiğin gibi göster. Göster de o kavuşmaya şükredelim; o zan, o şüphe perdesinden çıkalım, tam inanç dünyasında yürüyelim. Köksüz-yersiz âlemde koşalım, hepimiz de can olalım, can bağışlayalım; yoksula paha biçilmez defineler ihsân edelim.

Kulluğu bırakalım da padişah olalım; el tutar bir hâle gelip düşenlere yardım edelim, cihanın sığındığı kişiler olalım. Felek hükmümüzde dönsün; erlerin padişahlığı bunun da yüzlerce mislidir.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 52

YEDİ BAŞLI EJDERHANIN MÂNÂSI…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Bir söz var; ama bu bir atasözü müdür, yoksa bir deyim midir, tam olarak bilmiyorum. Şöyle ki: “Temizlik imandandır.” Buradaki temizlikten kasıt nedir? Yani şerîattaki temizlik mi, yoksa ki dergâhdaki temizlik mi, hakîkatteki temizlik mi, mârifetteki temizlik mi? En önemli temizlik hangisidir?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): En önemlisi, insanın hem içi hem de dışı temiz olmalıdır. İç temizliğinden maksat, kişinin gönlün bağladığı yerler ilgilidir. Bir müridin gönlünde Hazreti Muhammed Efendimiz ve mürşidi varsa, onun iç âlemi temizlenmiştir. 

Ama dikkat edin; gönlünde diyoruz, yani gönlünü tamamen onların güzellikleriyle donatmışsa ve gönlünde onlardan başka hiçbir şey yok ise, temizdir. Aynı zamanda dışını, yani bedenini de temiz tutması lâzımdır ki, etrafına huzursuzluk vermesin. 

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, toplum içine çıkarken her zaman saçlarına misk sürermiş, gözlerine sürme çekermiş ve böylece çevresindekilere kendini imrendirirmiş. 

Bizler de Hazreti Muhammed Efendimize uyarsak, O’nun huylarıyla huylanırsak, hem içimizi hem de dışımızı temiz tutmuş oluruz.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hasan Dede, şu anda içinde oturduğumuz bu yer, Cenâb-ı Mevlâna Hazretlerinin meydanı ve buraya bu sohbete, zikire ve semâ âyin-i şerîfine ve tefekküre gelen bizlerin, hepimizin kendimize göre bir anlayışımız, heveslerimiz, hayallerimiz ve saplantılarımız var. Bizim burayı, yani bu meydanı nasıl görmemiz lâzım? 

Çünkü Cenâb-ı Mevlâna, Allah sırrını âlî etsin, şöyle buyuruyor: “Ben kendi Musa-yı Hakîkimin elinde bir âsâyım ve meydandayım. Musa, bizdedir. Kim ki o âsâya ihanet ederse, onadır; kim ki riâyet ederse, riâ onadır.” Siz ne buyurursunuz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bir gün Hazreti Musa’ya bir nidâ geliyor: “Ey Musa, elindeki âsâ ne vazife görüyor?” Musa da diyor ki: “Elimdeki âsâ, koyunlarım uzaklaşırsa onları toplamaya yarıyor. Koyunların arasında keçiler var, asamla onlara ağaçlardan yaprak silkeliyorum, besliyorum. Bir de yorulduğum zaman âsâya dayanıyorum.” 

İçindeki ses soruyor: “Sen bu âsâyı bu sebeple mi verilmiş sanıyorsun?”

Musa cevap veriyor: “Evet, yâ Rab!” 

Rabbi hemen emrediyor: “Bırak o âsâyı yere!” 

Musa, emrolunduğu gibi âsâyı yere bırakır bırakmaz, âsâ yedi başlı bir ejderha hâlini alıyor. Musa ejderhayı görünce kaçmaya başlıyor. 

Rabbinden yine bir nidâ geliyor: “Geri dön yâ Musa! Çık o ejderhanın üstüne ve tut boynundan!” 

Musa ürkerek geri dönüyor ve ejderhanın üstüne çıkıyor. Ejderhayı boynundan yakalayınca, ejderha tekrar bir âsâ hâline geliyor. 

Şimdi Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerinde bizlere anlatmak istediği şey şudur: Bizler, kendimizi yokluğa bırakırsak, Hakk varlığını bizlerden gösterir ve her işimiz âsân olur. Çünkü biz yokuz artık, O var. Eğer biz kendimizi Hakk’a teslîm etmezsek, bizler de Musa gibi, o âsâdan kaçarız. O yedi başlı ejderhanın mânâsı da şudur: İki göz, iki burun deliği, iki kulak ve bir de ağızdır. Bunlar eğer nefse yönlenirse, işte her biri bir ejderha olur ve sahibini mahveder. Yani bütün dava, Mevlâna’mız gibi teslîmiyetli yaşamaktır. Eğer böyle olursa bu meydan yürür, yoksa başka türlü yürümez.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 46

GÖNÜL KÂBESİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Yine Hazreti Mevlâna diyor ki: “Bütün iyi ve kötü, dervişin cüz’üdür. Eğer böyle değilse, o derviş değildir.” Ne buyurusunuz Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Cenâb-ı Mevlâna, bir başka yerde de şöyle buyurur, der ki: 

“Bütün bu âlemde ne görüyorsanız, hepsi sevgilimin ailesidir.” 

Neden böyle söylüyor? Çünkü hiçbiri Onun dışında değildir. Hiçbirini hor göremezsin, hiçbirini incitemezsin. Eğer incitirsen, bil ki o zaman sevgilini incitmiş olursun. Bu yüzden, Yaratan’dan ötürü bütün yaratıklara sevgi ve saygıyla bakarak ve hep birleyici sözler söyleyerek yola çıkmamız lâzım. İkiliğe hiç yer yok.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, Hazreti İsa, bir gün diyor ki: “Tanrı vardır ve sizler Ona bakıyorsunuz.” Ne dersiniz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa, çok yerinde söylüyor. Çünkü İsa konuşurken, dinleyenler ona bakıyor. Ama kendisi diyemiyor ki: “Ben Tanrı’yım!” 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Ama bir tek Hazreti İsa böyle söylemiş, başka hiçbir peygamber veya velî söylememiş.

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa dedi ama, Hazreti Şems’in de buna benzer bir esprisi vardır, şöyle ki: Şems-i Tebrizî Hazretleri, selâm olsun üzerine, bir gün yolda gidiyormuş. 

Hocanın biri yolunu kesmiş, ama bilmiyor Şems kimdir, dönmüş demiş ki: “Derviş baba, sana bir şey sorabilir miyim?” 

Şems demiş: “Sor!” 

Hoca sormuş: “İblis ne çeşittir?” 

Şems-i Tebrizî hemen cevap vermiş: “Senin gibi!” 

Hoca kızmış: “Hâşâ! Nasıl olur benim gibi?” 

Hazreti Şems yine cevaplamış: “Tabi senin gibi! Sorsaydın Rahman’ı ne çeşittir, o zaman ben yine derdim, senin gibi!”

Kişi ne havadaysa, aynen onu yaşar. Bunlar hep güzel derslerdir bizlere.

Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. 

Cenâb-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed Efendimizden göstermiştir. Onunla beraber Peygamberlik defteri örtülmüştür ve Velâyet defteri açılmıştır. Ondan sonra gelen bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönüllerini vermişler, Onu kendilerine sevgili edinmişler ve topluma Onun yüzüyle çıkmışlardır. 

Cenâb-ı Mevlâna, ‘Gönül’ hakkında şöyle bir dil sarfeder:

“Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür.

Cenâb-ı Hakk , görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.

Şunu iyi bil ki, sen, Allah’ın evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe’ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez. 

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin.

Allah’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hakk; ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!’ diye buyurur.

Çünkü, altın ve gümüş, bizim için hiçbir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir.

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’den de, Kalem’den de!.. 

Harâb gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk’ın nazarında hacdan da, ümreden de değerlidir.

Hakk’ın defineleri, harâb gönüldedir! Harâbelerde, pek çok defineler gömülüdür.

Mutlu olmak, mânen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak.

Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar.

Dilinden sel gibi âb-ı hayat akar; nefesin, Hazreti İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara devâ olur.

İki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; ‘Sen olmasaydın, bu kâinatı yaratmazdım!’ hadîsinin mânâsını düşün. 

Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekânın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı? 

Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz.”

Yine bir başka seslenişinde şöyle diyor Hazreti Mevlâna:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey…

Kimden kapıp, kurtarıyoruz Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!..”

Bunları dile getirmemin sebebi şudur: Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için sevgi ve gönül şarttır. Yoksa boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 38

ALLAH’IN SARAYI KALPTİR…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hazreti Mevlâna buyuruyor ki: “Anlattıklarımı aklınızla değil, kalbinizle dinleyin. Çünkü kalb topraktan yaratılmıştır. Ona ne ekersen bir gün mutlaka filizlenir. Ama akıl sudan yaratılmıştır. Suyun üstüne ne yazarsan anında silinir gider.” Mevlâna’nın bu sözleri hakkında ne buyurursunuz Hasan Dede? 

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Cenâb-ı Pîrin bu söyledikleri de çok yerindedir. Akılda her şeyi tutamazsın, çünkü akıl baştadır, çok yerlere eser gider. Ama kalbe birşey koydun mu, kolay kolay gitmez. 

Kalb, sevgilinin en çok istediği yerdir. Eğer kalbine iman ettiğin yeri koyduysan, artık sana ait birşey kalmaz, her şey ona aittir. Ama eğer kalbimiz çarşıya dönmüş ise, bir sürü şeylerle dolu ise, o zaman o dosttan söz edemeyiz ve onun o güzel yüzünü göremeyiz.

Hazreti Mevlâna, kalbe ‘saray’ ismini vermiştir ve şöyle demiştir: 

“O saray, benim muhabbetimle mahmûr olmadıkça, sen o sarayda beni göremezsin.”

Bakın şimdi sizlere Musa Kelâmullah’dan bir misâl vereyim. Musa Kelâmullah, birgün Tûr-i Sînâ’da Allah’a demiş ki: “Allah’ım seninle çok dertleşiyoruz, senden birçok mesajlar alıyorum ve ümmetime sunuyorum. Ne olur, bir akşam bana misafir gel.“ 

Allah da ona cevap vermiş, demiş ki: “Tamam Musa, yarın akşam senin misafirin olacağım.” 

Bu mesajı alan Musa sevincinden pervâne gibi olmuş. Evini temizlemiş, süpürmüş; akşam olmuş evde volta atıyor, Allah onu ziyârete gelecek diye bekliyor. Tam akşam saatinde kapısı çalınmış. Musa Kelâmullah kapıya koşmuş ve gelene seslenmiş: “Kim o?” 

Gelen kişi dışardan cevap vermiş: “Yâ Musa, ben Tanrı misafiriyim. Buyur var mı?” 

Musa Kelâmullah dönüp ona demiş ki: “Ben seni bu akşam buyur edemem, çok önemli bir misafirim gelecek. Ama mâdem ki buraya kadar geldin, seni boş çevirmeyeyim.” 

Gitmiş bir testi almış gelmiş ve, “Al bunu bana su doldur da getir” demiş. Tanrı misafiri testiyi almış, bir zaman sonra su dolu testiyle yine gelmiş. Musa Kelamullah, testiyi almış ve karşılık olarak eline bir parça ekmek vermiş ve onu göndermiş. Sonra tekrar beklemeye koyulmuş. Sabaha kadar beklemiş, Tanrı ortada yok. 

Kalkmış Tûr-i Sînâ’ya gitmiş. “Allah’ım sabaha kadar senin gelmeni bekledim. Vaad ettin ama gelmedin” demiş. 

Allah cevap vermiş: “Geldim yâ Musa! Ama sen elime bir testi verdin, hadi git buna su doldur da getir, dedin. Sonra elime bir parça ekmek sundun ve beni gönderdin.” İşte Musa bunu duyunca çıldırmış. Meğerse Tanrı’yı başka bir sıfatta görmeyi bekliyormuş. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 36/2

İNSANIN VAZÎFESİ YAŞAMAK VE YAŞATMAKTIR…🌹

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti Mevlâna bir beyitinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı mâsivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hüdâ sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilâhî saka geldi…”

Mevlâna’nın sakası, yani gönül sâkîsi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o ilâhî sakadan, Mevlâna’dan. Bizlerden işleyen hep O’dur.

Yine başka bir menkîbesinde şöyle seslenir:

“Canlarda perde kalksaydı, canların her sözü mesihâne olurdu. Rûh, su gibi temiz ve saftı, cisme gelince toprağa bulandı. Riyâzâtla tekrar berraklaşınca, toprağın verdiği bulanıklık ondan ayrıldı. İşte o zaman cemâlinden nikâbı attı, ay ve güneş gibi parıldamaya başladı. Rûh, ten hapsinden kurtulunca kemâl bulur, Hakk’ın verdiği kudretle kol ve kanat açar. Taşa ve toprağa baksa, taş inci olur, toprak da altın olur.”

Hazreti Mevlâna bu beyitlerinde şunu söylemek istiyor: Rûh, bedene intikâl etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, rûh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur. 

Rûhun özüne ulaşması için Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, her zaman oruçlu gezerdi, bedeninin isteklerine düşkün değildi. Ona yüz tutan Evliyâullah da riyâzâtlı yaşarlardı. Riyâzâtlı yaşadıkları için de rûhlarının özüne inerlerdi. Özlerine indikleri zaman, artık kendilerine ait hiçbir şey kalmaz, tamamen Hakk ile Hakk olurlardı. 

Bizler malesef kendi özümüzü bilmiyoruz, onun inceliklerini öğrenmiyoruz, araştırmıyoruz. Gün geliyor ömür bitiyor, arkamızdan bir-iki rahmet okunuyor ve aylar yıllar geçiyor, unutulup gidiyoruz.

İnsan gelmemiştir bu âleme ölmek için; insan bu âleme, dünya durdukça yaşamak ve yaşatmak için gelmiştir. Dünya durdukça yaşamak ne demektir? Sevenlerinin gönlünde anılmaktır. 

Bugün Musa Aleyhisselâm kendi cemaatiyle anılmaktadır. İsa Aleyhisselâm kendi cemaatiyle anılmaktadır. Hazreti Muhammed Efendimiz, kendi cemaatiyle anılmaktadır, hattâ bütün dünya üzerinde her saniye ezanlarla anılmaktadır. Bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönül vermişler ve O’nunla anılmaktadırlar. Cenâb-ı Mevlâna da, Musevîsi olsun, İsevîsi olsun, her dinden, mezhepten sevenleriyle anılmaktadır. 

Bizlerin tek yapmamız gereken, ölümsüzleri kendimize dost edinmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin hayatını okuyup, O’nun huylarıyla huylanmak, O’nunla yaşamak ve O’nu yaşatmaktır. Vâde geldi mi, bizim şefaatçimiz O’dur; O’ndan başka hiçbir yerden şefaat bulamayız. 

Allah, her şeyi insanla bilir; Allah her şeyi insanla söyler, bütün güzelliklerini insanla bildirir. Kim orayı dinler, oradan hisse alırsa, kendini kurtarmış olur. Kim bunlara kulağını tıkarsa, sonrasında başına gelenlerden Allah’ı mesûl tutamaz. 

Allah, baştan aşağı şefkattir, baştan aşağı rahmettir. Allah kimseye ceza vermez, belâ vermez. Allah’ın en güzel yüzü Hazreti Muhammed Efendimizden tecellîsini göstermiştir. Hazreti Muhammed Efendimiz baştan aşağı rahmettir, baştan aşağı güzelliktir. Kendisine ne kadar hakaretler yapılmış ise O yine onlar için Allah’tan hidâyet dilemiştir ve rıza kılmıştır. 

Fakat insanlar bu güzelliklerin peşinde koşmak yerine nefsî arzularının peşine düşüyorlar. Ondan sonra başlarına kötülükler geldi mi, hem kendileri üzülüyor, hem ailesi üzülüyor. Allah da üzülüyor. O sana peygamberler gönderiyor, velîler gönderiyor, öğretmenler gönderiyor; ama sen onları dinlemiyorsun, o zaman Allah daha ne yapsın?

Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu âlemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 36/1

ALLAH İLE MUHABBET…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Rûhlar, Elest âleminde yaratıldığı zaman, Cenâb-ı Allah sordu, “Elestü bi Rabbiküm?”, rûhlardan kimi duydu “Belâ” dedi, kimi duymadı, şaki oldu. ‘Rab’ ismi ‘Mürebbî’ kelimesinden gelmiştir, yani ‘Öğretmen’ demektir. Cenâb-ı Allah, bu soruyu sorarken, “Ben Allah’ınız mıyım?” ya da, “Ben ilâhınız mıyım?” diye sormadı; “Ben sizin Rabbiniz miyim?” diye sordu. ‘Mürşid’in mânâsı da öğretmen demektir. Burada aslında ‘Mürşid’in önemini anlamak gerekli. Bir simyâcı nasıl bir madeni alıp altın hâline getiriyorsa, mürşid-i kâmil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onun iyi bir insan hâline getirir. Diğer bir deyişle değersiz bir madeni alıp, meselâ bakır gibi, kimyâsını değiştirerek, altın hâline getirir. Ne buyurursunuz Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bu sorunuza kendimden bir örnek vermek istiyorum: Şeyhimle ilk karşılaştığım zamanlarda aklım henüz olgunlaşmamıştı, onun derinliğini keşfedememiştim, onu sıradan biri gibi görmüştüm. Şeyhime gelene kadarki öğrendiklerimle, yani beş vakit namaz kılmakla, oruç tutmakla, zekât vermekle, hacca gitmekle iyi insan olup cennete gideceğimizin hayaliyle tatmîn olurdum. Ama şöyle bir düşündüğünüzde, beş vakit namazı toplasanız tamamı günde bir saatten fazla zaman almaz. Peki geriye kalan yirmiüç saat zamanımız nerede geçiyor bizim? Nefsimizin peşinde, benliklerde, senliklerde geçiyor. Beş vakit namazımızı kıldık ya, bizden bahtiyârı yok diye düşünüyoruz; tamam diyoruz artık bütün farzları yerine getirdik, ölünce cennete gideceğiz. Hele bir de biraz bilgisi de varsa bu kişilerin alıyorlar birkaç câhili karşılarına vaaz vermeye de kalkıyorlar, câhiller de bunların konuşmalarından etkilenip o kişileri yüceltiyorlar, onlar da daha fazla benliklere kapılıyorlar. 

Ben ne zaman ki şeyhime intisâb ettim, ona baş verdim, ona ikrâr verdim, ona ‘Allah’ diye zikrettim, ki Mevlevîlikte şeyhine ‘Allah’ diye hitâb etmen, onu her şeyin üstünde görmen istenir. Şeyhim benden ona ‘Allah’ diye hitâb etmemi istediğinde, benim yine aklım durmuştu, bunu haftalarca muhâkemesini yapmıştım. Gün geldi, temiz bir aşkla, temiz bir gönülle kendimi kaptırdım, o zaman perdeler açılmaya başladı. Ne zaman gözüm gördü, yani mürşidimle Pîrime vardım, Peygamber Efendimize vardım, onların hakîki yüzlerini gördüm, artık benden bahtiyârı yoktu. 

Hakîkatte onların yüzleri Ay’ın ondördü gibidir, onların yüzlerinden daha güzel bir yüz yoktur. Onların yüzleri bir kişiye göründü mü, o kişinin aşkı artar, şevki artar, artık ondan benlik gider. Bunlara da kişiyi ulaştıracak vasıta gönüldür. Daha önce de demiştik ya, “Aşkın şarabı gönüldür.” Onlar bir tek gönül isterler, temiz bir gönül. Onlar gönüle bakarlar, yoksa kaç vakit namaz kılmışsın, kaç gün oruç tutmuşsun, hacca gitmiş misin, gitmemiş misin, bunlara bakmazlar.

Hazreti Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri şöyle der: 

“Bir mürid, mürşidiyle beraber oturur, Hakk muhabbeti yaparsa ve derse ki, ‘Ben Allah ile oturdum, Allah ile muhabbetteydim’ onun bu sözü sahidir.”

Neden? Çünkü mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinliyor, öğreniyor. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor. 

Şems-i Tebrizî Hazretleri, selâm olsun üzerine, Mevlâna’yla Şam’da karşılaştıkları zaman, onun elini öpmüştür ve demiştir ki: “Ey cihanın sarrafı, ara beni bul!” Çünkü o mürşid aramaya çıkmıştı. Onu hiçbir mürşid tatmin edememişti, ama Mevlâna’da aradığını buldu. Onlar birbirlerinde kimliklerini buldular.

Cenâb-ı Mevlâna, hep Şems Hazretlerinin gönlünü okumuş ve söylediği beyitlerde onun gönül alemini dile getirmiştir. Hazreti Muhammed’in nûrunu onda görmüş, seyretmiştir. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 32

ENE’L HAKK…🌹

Mahmut Efendi: Şiblî Hazretleri diyor ki: “Ben ve Hallâc-ı Mansûr aynı kâseden içtik; ben ayık kaldım, o sarhoş oldu. Bunun üzerine hapsedildi ve bir gün öldürüldü.” İbn-i Arabî de; “Şiblî’nin ayıklığını Hallâc’ın sarhoşluğuna tercih ederim” buyuruyor. Siz bu konuda ne dersiniz Dede?

Hasan Dede: Hallâc-ı Mansûr’un, selâm olsun üzerine, imanı güçlü, aşkı tam ve âşık olduğu yer ile sarhoş. Şiblî de, aşkın şarabını içtim, diyor ama gönlü tam değil ve imanı da güçlü değil, bu yüzden akılda kalıyor ve o güzelliklere vâkıf olamıyor. Bunlar çok ince hesaplardır. Hazreti Pîr’in diliyle anlatıcak olursak; o kadar rahmete vermiş kendini ki, Resûlallah’tan ileri çıkmak istiyor. Nasıl ileri çıkmak istiyor? Resûlallah Efendimiz, selâm olsun üzerine, Mîrâc’ta bütün ümmetinin berâtını istiyor; Mansûr-u Hallâc, Resûlallah’ın dilinden bunu duyunca diyor ki: “Ben Resûlallah gibi Mîrâc etmiş olsaydım, Allah’tan yalnız ümmetimin berâtını değil, bütün insanlık âleminin berâtını isterdim.” Hallâc, bu sözü der demez hemen o akşam Peygamber Efendimiz asık bir yüzle rüyâsına çıkıyor. Mansûr-u Hallâc buna çok üzülüyor ve Peygamber Efendimize niyâz ediyor ve, “Ne suç işledim ya Resûlallah, o güzel yüzünü neden benden uzak tutuyorsun, asık yüzle çıkıyorsun?” diye yalvarıyor. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hallâc’ın bu yakarışlarına günlerce bir cevap vermiyor. Sonunda bir gece yine Mansûr’un rüyâsında görünüyor ve şöyle buyuruyor: “Yâ Mansûr, ümmetimin berâtını isterken acaba ben mi istedim, yoksa benden Allah mı istedi? Sen beni Allah’tan ayrı mı görüyorsun?” Peygamber Efendimizin bu sözleri üzerine Mansûr söylediklerinden bin pişman oldu ve, “Ne olur yâ Resûlallah beni affet” diye yakarmaya başladı. Resûlallah ona şu cevabı verdi: “Ancak başını verirsen affıma mazhâr olursun!” Mansûr bunu duyunca hemen ertesi günü kendi cemaatine şöyle bir seslenişte bulundu: “Ene’l Hakk!” Cemaat, Mansûr’un bu sözü üzerine Allah’lık davasına girdiğini düşündüler ve buna isyân ettiler. Mansûr’u taşa tuttular, çarmıha gerdiler, başını kopardılar. Fakat yine de boğazından akan kan “Ene’l Hakk” yazdı. 

Hazreti Mevlâna buyurur der ki: 

“Mansûr sözünde Hakk’tı ama cemaati o görüşe sahip değildi; sahip olmuş olsalardı Mansûr’u idam etmezlerdi.”

Bir gün Mevlâna’ya şu soruyu soruyorlar: “Yâ Mevlâna, senin yolunda yürüyen evlâtlarının mükâfatı nedir?” Mevlâna onlara şu cevabı veriyor: “Tanrılık!” İşte sen birini Tanrı’laştırırsan, artık Tanrı Tanrı’yı asamaz. 

Bir örnek daha vereyim; İbrahim Edhem Hazretleri, Hicâz yolunda öyle bir dil sarfediyor ki, Hac arkadaşları hayran oluyorlar ve ona soruyorlar: “Yâ Edhem, bu sözler Kitap’ta yok, ama sen o kadar şifâî sözler söylüyorsun ki, bizim rûhumuza ferahlık veriyorsun. Sen bu bilgileri nereden aldın?” İbrahim Edhem Hazretleri onlara şu cevabı veriyor: “Ben Tanrı’mı öldürdüm de bu bilgilere sahip oldum.” Bu sözleri üzerine etrafındakiler İbrahim Edhem’e cephe alıyorlar, kargaşa çıkartıyorlar ve onu idama götürüyorlar, fakat ipi çekmeden son sözü olup olmadığını soruyorlar. İbrahim Edhem onlara şöyle sesleniyor: “Benim öldürdüğüm Tanrı, şu anda sizlerden ferman çıkardı beni asıyor; işte benim o öldürdüğüm Tanrı, nefsimdi.” İbrahim Edhem, nefsini öldürünce, Tanrı kendisinden ‘Rahman’ sıfatıyla tecellî etmişti ve onun dilinden o güzel sözleri söylemişti; fakat halkın uyduğu nefsi nerdeyse İbrahim Edhem’i idama götürecekti.

Yani sonuç olarak Mansûr-u Hallâc sözünde Hakk’tı, fakat Şiblî akılda olduğu için henüz o lezzete sahip değildi.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 28

SU İNSANIN AKLINI YIKAMAZ!..🌹

Mahmut Efendi: Dede, Hazreti Mevlâna diyor ki: “Bir lâhza avamla arkadaşlık ettim, yedi gün hamamda oturduğum hâlde, o arkadaşlıktan hâsıl olan soğukluk bir türlü geçmedi.” Bizler burada ihvân sohbeti yapıyoruz; yani bu mânâda olmayan, bu inançta olmayan kimselerle dost olunduğu zaman, o kişilerin sohbetinden doğan sıkıntılar bir süre tesir ediyor. Siz bu konuda ne buyurursunuz?

Hasan Dede: Cenâb-ı Mevlâna, selâm olsun üzerine, dünya ehliyle harâretli muhabbete girdiğin zaman diyor, sen öyle bir üşüme hâline girersin ki, yedi gün hamamda yıkansan, o üşümeyi üzerinizden atamazsınız. Bir inançlı insan var, bir de inançsız insan var. İnanç dediğimiz zaman; bir kişi kalkar beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, malı mülkü varsa zekâtını verir, parası varsa Hac vazîfesini yapar, fakat ondan sonra gerisini Allah bilir, der. Bir de tasavvufa göre inanç vardır, o da şudur; bir ân dahî nefsine düşmemek, dünyayı gönlüne koymamak, Allah’ı kendi dışında bilmemek. Bir kişi bu şekilde yola çıkarsa, o zaman o boşlukta değildir ve kiminle konuşursa konuşsun, Mevlâna’nın buyurduğu gibi, yarım ağızla konuşur ve başkalarının sözleri onun gönlüne işlemez. İşte o zaman o kişiye soğuma gelmez. Dünya ehliyle muhabbete girdiğin zaman, yine Mevlâna’nın dediği gibi, yedi gün hamama girsen yıkansan da temizlenemezsin. Neden? Çünkü su senin ancak dış kısmını yıkar ama aklını yıkayamaz. Pekâlâ nasıl temizlenirsin? 

İşte yine Hazreti Mevlâna şöyle buyuruyor: 

“Beni gönlüne koyarsan, ben senin gönlünü temizlerim.” 

Bizler diyelim Hazreti Mevlâna’yı gönlümüze koyduk, Melâmîye’de olanlar Nûr Muhammed’i gönlüne koydu, Rıfaîye’de olanlar Seyyid Ahmet Rıfaî Hazretlerini gönlüne koydu, Nakşîye’de olanlar Nakşîbendî Hazretlerini gönlüne koydu. Peki ne demektir bu? Bu zâtların hepsi Hazreti Muhammed’de fânîdirler, kendilerini onda yok etmişlerdir. Kalabalık görünürler ama hepsi birdirler. Gönlüne Pîrini koyarsan ve öyle yola çıkarsan, sen Hazreti Muhammed’i gönlüne koymuşsun demektir. Sen artık ne yaparsan yap kirlenmezsin. Ama gönlünde yoksa Pîrin ve onun vasıtasyla Hazreti Muhammed, sen gece gün namaz kıl, Kur’ân oku, aklın dünyada oldukça hiçbir yere varamazsın, sıkıntılardan da kurtulamazsın.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 27

İNSAN İNSANIN CENNETİ VEYA CEHENNEMİDİR…🌹

Mahmut Efendi: Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Varlığında hiçbir şey yoktur ki, Rahmet-i İlâhîye onu zikretmemiş olsun. Rahmet-i İlâhîye’nin herhangi bir şeyi zikretmesindenin anlamı, o şeye bulunduğu hâle göre varlık bahşetmesidir. Binâenaleyh, hakîki nimet, ölümü ve kendisinden zuhûr ettiği aslına dönmesinden sonraki hâlidir. Burada herkes kendi mertebesini gerçekleştirir, herkesin nimeti bu mertebeye, yani Allah’a yakınlığı derecesine göre olur. Hayatında kâmil anlamda vahdeti gerçekleştiren ve bu vahdetin sırrını bilen kimse en büyük nimeti elde eder. Bu vahdetin sadece bir kısım sırlarını idrâk edenin nimeti ise idrâkine göredir. Muhyiddin-i Arabî dinî ıslâhların anlamlarını değiştirip kendi mezhebinin rûhuyla uzlaşan başka anlamlar vermiştir. Ona göre Allah, vahiyde Hakk, vücudu Mutlak, her taayyün edenin sûreti ile ezelde zuhûr edendir. Âlem, Allah’ın gölgesi, zâtında varlığı olmayan şeydir. Fakat âlem, hakîkati ve cevheri açısından Allah’ın kadîmliği gibi kadîmdir. Cennet ve cehennem, Allah’a yakınlık ve Ondan perdeli kalma azâbının iki kısmıdır. Ne buyurursunuz Dede?

Hasan Dede: Çok kısa ve net bir cevap vereceğim. Her kişi kendi idrâkine göre yaşar ve cennet de cehennem de o kişinin idrâkine göre farklılıklar gösterir. Allah, bizlere en büyük nimet olarak akıl vermiştir, onu da başa koymuştur. O aklı tutarsak güzelliklerde, dâim güzellikler görürüz, cennette yaşarız. Fakat akıl hep kötülüğe, fesada yönelirse, bu kişinin de yaşadığı yer cehennemdir. İnsan insanın cenneti, insan insanın cehennemidir.

Bir üzümden yapılmış şarap vardır, bir de aşktan yapılmış şarap vardır. Üzümden yapılmış şarabı içersin, bir ân için kendinden geçersin fakat yarın olunca baş ağrısı yapar. Ama aşk şarabını içtiğin zaman doyamazsın, ağrı vermez şifâ verir, can verir ve her an o şarabı içmek istersin. İşte o aşk şarabı gönüldür.

Gönül verilmiş ise Mürşide, Mürşid vasıtasıyla Hazreti Pîr’e ve Hazreti Muhammed’e, onun o güzel cemâline ulaşmış ise, onu kendine ayna etmiş ise, artık aklın onun aklıyla kemâlat bulur, dilin onun diliyle tatlılaşır, hâlin onun hâliyle güzelleşir, hem sen güzel bir insan olursun, hem de etrafına faydalı olursun.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…