🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 22

“Cenâb-ı Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’inde aşktan şöyle bahsediyor: ‘Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sanma. Aşk, âb-ı hayattır; onu canla gönülle kabul et. Âşıklardan başkasını sudan ayrılmış balık gibi bil; o, vezîr bile olsa, sen onu ölmüş say. Aşk, eşya dengini açınca, her ağaç yeşillenir. Kocamış ağaçtan biten taze yapraklar her ân meyva verir.’ Sorum şu: Efendimiz (sav), bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor: ‘İnsanlar uykudadır, ancak öldüklerinde uyanırlar.’ İnsanların uyanmaları için mutlaka aşka mı düşmeleri gerekir?”

Bir insan eğer yaşadığı müddetçe aşka düşmemiş ise, yaşıyor gibi görünse de aslında ölü sayılır.  

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar. Kalben ölü olanları ise yalnızca Allah diriltir. Sonra da hepsi O’na döndürülürler.” (Enâm, 36) 

Bir gün bir sohbet esnasında Hazreti Mevlâna, bütün bu kâinatın ölü olduğunu söylüyor. Etrafındakiler hemen, “Nasıl olur bu yâ Mevlâna, hepsi canlı görünüyor.” 

“Evet” diyor, “Canlı görünüyorlar, konuşuyorlar ama bütün sözleri dünyevî, gözleri de görüyor ama dünyevî bakıyorlar; hakîkatleri gören yok…”  

Yine soruyorlar: “Peki bunlar nasıl kurtulurlar?” 

Mevlâna şöyle cevap veriyor: “Bir Allah dostuyla arkadaşlık yaparlarsa, ondan can bulur, gözleri açılır ve kurtulurlar.” 

“Andolsun, siz ölümle karşılaşmadan önce O’nu temennî ediyordunuz. İşte O’nu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz.” (Âl-i İmrân, 143) 

Hazreti İsa’dan da bir örnek verelim: O da körlerin gözlerini açtı. Nasıl açtı? Hakîkatleri söyleyince körlükten kurtuldular, gözleri görür oldu; yani ölüleri diriltti. 

Bakın Hazreti Mevlâna çok güzel söylüyor: “İsa Rûhullah, ölüleri diriltti, körlerin gözlerini açtı, topraktan kuş yaptı, ona rûh verdi ve uçurdu. Fakat o İsa’daki nefes de ben idim.” 

Ve yine şöyle der: “Âdem, henüz balçık hâlinde iken, ben Nebî idim. Mansûr-u Hallâc, sözünde Hakk’tı, ben ne zaman ‘Ene’l-Hakk’ dedim yeryüzünde ağaç yok idi.” 

“Allah, onu İsrailoğullarına bir Peygamber olarak gönderecek ve o da onlara şöyle diyecek: Şüphesiz ben size Rabb’inizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer müminler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Âl-i İmrân, 49) 

Derinlere inildiğinde insanın ne kadar yüce bir varlık olduğu meydana çıkar, fakat sığlarda kalınırsa, insanlar kendilerinden habersiz yaşayıp giderler.  

“O, rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihâyet rüzgârlar ağır bulutlar yüklendiği vakit, onları ölü bir beldeyi diriltmek için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.” (Arâf, 57)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 21

“Cenâb-ı Mevlâna buyuruyor ki: ‘Yiğit kişi, nefsine ve öfkesine hakim olandır.’ Mevlâna , burada insan bedenini ata, rûhunu da o atın üzerindeki süvarîye benzetiyor ve şöyle devam ediyor: ‘Eğer süvarî ata hâkim olursa, at onu âhirine götürür; ama eğer at süvarîye hâkim olursa, at onu ahıra götürür.’ Sorum şu: Mevlâna, bu deyişinde, ‘Bedenini kendi hâline bırakırsan seni yanlış yere götürür’ derken sizce bu durum herkes için mi geçerlidir, yoksa bunun insanın yaradılışıyla mı ilgisi vardır?”

Bu herkes için geçerli değildir. İbtidâda yaşayanlar, genel olarak hayalî bir Allah’a inandıkları için, yanlış işler yapıp sonra da tövbe edince yapmış oldukları bu yanlışların Allah tarafından affedileceğini zannederler.  

“Yoksa, makbûl tövbe, kötülükleri yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, ‘İşte ben şimdi tövbe ettim’ diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir.” (Nîsa, 18) 

Oysa tasavvufta şu tâbir vardır: Eline, beline, diline sahip ol… Bunu yapabilen bir kişi, misâl olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir. Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahî, kesinlikle batmaz. Fakat bu üçünden herhangi birisine uymadığı takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahî artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsanî duygulardan uzak durmasıdır.  

“Biz Nuh’u ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçekten kör bir kavimdi.” (Arâf, 64) 

“O, öyle bir mâbuttur ki, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırır. Gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte güzel, temiz bir rüzgârla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada birden şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar her taraftan onlara hücûm eder. İşte o zaman çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, tertemiz bir inançla Allah’a dua ederler ve bizi bundan kurtarırsan şükredenlerden olacağız, derler.” (Yunus, 22)   

Seyyid Burhâneddin Efendi şöyle der: “Kim nefsiyle barışık ise, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” Ve yine şöyle buyurur: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yani nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahâbesine şöyle seslenmiştir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.”  

“Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı vermiştir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.” 

İnsana, nefsi her an tuzaklar kurmaktadır ve bu tuzaklardan kurtulmanın yolu ise aşk ve riyâzattır.  

“Kendi arzu ve heveslerini ilâh edinen ve Allah’ın da, bildiği için kulağını ve kalbini mühürleyip üzerine perde çekerek hidâyetten mahrûm bıraktığı kimseyi, Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye, 23)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 20

“Cenâb-ı Mevlâna diyor ki: ‘İlâhî aşkın şarabı takvâ küpündedir’ ve yine bir başka yerde de şöyle buyuruyor: ‘Sâkî! Kadehi ilâhî aşkla doldur, mesthâneye ekmek sözünü etmekten uzak dur. Sun Kevser’i, kansın suya hep gönüller, deryâda yüzenler sudan başka ne ister. Doldur o şaraptan yine doldur, yine bir sun, dursun gece ey dost, onu durdur, ne olur… Vur uykumu, zincirlere vur, geçmesin anlar; varmaz gecenin farkına varmaz uyuyanlar. Hakk’ın o misafirleri Cibrîl’le beraber Kevser suyundan aynı gümüş taçtan içerler. Has kullara gökler ötesinden iner ihsân, ikrâmsa budur başka ne ister daha insan. Dostun dudakları dokunur kırmızı şarabına dostun, ancak onu takvâ denen küpte bulursun. Hakk ehlinin üstâdı Rab’dır, elbette kitap ehlinin üstâdı kitaptır.’ Ne buyurursunuz Hasan Dede?”

Hazreti Peygamber Efendimiz, namaz esnasından secdeye vardığında başını uzun bir müddet secdeden kaldırmazmış, sahâbe de Resûlallah’a bir şey oldu diye korkarlarmış.

“Ey Muhammed! De ki: Şüphesiz benim namazım da, diğer ibâdetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enâm, 162) 

Hazreti Mevlâna, “takvâ” dediğinde namaz kılanları söylemek istiyor. Fakat burada iki farklı namaz vardır: Birincisi erkânı kılmaktır; ikincisi ise namazın sahibini kılmaktır. Peki kimdir namazın sahibi? Hazreti Resûlallah… Namaz deyince de sadece vakitleri, rekâtları düşünmemek lâzım; eğer bir insan büyük bir aşkla, sevgiyle gönlüne Hazreti Muhammed Efendimizi koymuş ise, o kişi her ân namazda sayılır. Ama eğer namaz kılanın gönlünde Hazreti Muhammed yok ise, o kişinin de kıldığı namazların, yaptığı ibâdetlerin pek bir değeri yoktur. 

“Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yan yatarak hep Allah’ı anın.” (Nîsa, 103) 

Hazreti Mevlâna, bir cuma namazında secdeye vardığında, ancak bir sonraki cuma günü kaldırmıştır başını secdeden.  Ve Fihî Mâ-Fîh’de de namaz hakkında şöyle buyurur: “Namaz bir kalıptır; başı tekbîr sonu ise selâmdır. Ama âşıkların namazı başkadır; onlar kalıba sığmazlar.” 

“Ve esenlik ona! Doğduğu gün, öldüğü gün ve diriltilerek kabrinden çıkarılacağı gün.” (Meryem, 15) 

Bir Hakk âşığını erkâna sokamazsın, çünkü o erkâna uyamaz, diğerlerinin namazını da bozar. Onların hâlleri meczûpları andırır, çünkü o şaraptan içmiş. Şaraptan maksat ilâhî aşktır. Âşık, her ân sevgilisi ile râbıtadır, onun aşkıyla kendinden geçmiştir. Bundan büyük takvâ da hiçbir yerde yoktur.  

“Ey iman edenler! Sarhoş iken kendinize gelinceye kadar namaza durmayın.” (Nîsa, 43) 

Fakat bir de dünya sarhoşluğu var ki, o sarhoşluk da insanın gözlerini kör eder. Namaza durur ama aklı hep dünyadadır. Allah hepimizi bu gibi sarhoşluktan korusun. 

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (Maûn, 4-5) 

Bakın Mevlâna’ya bir gün birisi soruyor: “Mahşer ve ahiret ne demektir?” Mevlâna şu cevabı veriyor: “Mahşeri görmek istersen gündüze bak, ahireti görmek istersen geceye bak. Âşığa ne mahşer gerek ne ahiret; sadece sevgilisi gerek…” 

“Onunla beraber mahpushânede iki delikanlı vardı. Biri, ‘Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm’ dedi. Diğeri, ‘Ben de rüyamda başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm’ dedi. Bize bunun yorumunu söyle. Şüphesiz biz seni iyi bir insan olarak biliyoruz.” (Yusuf, 36) 

“Ey mahpushâne arkadaşlarım! Biriniz efendisine şarap sunmaya devam edecek, diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başındaki ekmekleri yiyecekler.” (Yusuf, 41) 

“Padişah, ‘Onu tapıma getirin de’ dedi, ‘Kendime öz yakınım edineyim onu.’ Yusuf’la konuşunca da ‘Gerçekten de’ dedi, ‘Bugün sen büyük bir mevkî sahibisin, emîn bir adamsın.” (Yusuf, 54) 

Âşık olan kişinin hâli, davranışı farklıdır. Âşık olan kişide Hakk’ın nefesleri zuhûr eder. Âşık her ân takvâdadır.

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 19

“Hasan Dede, deniyor ki, bu hayatta herkesin tabîatı ve huyu cenneti ve cehennemidir. Sorum şu: İnsanın tabîatı, huyu, yani ahlâk ve davranışları, onun cennetini ve cehennemini mi yaratıyor?”  

Ne zaman ki bir insan güzel düşüncelerde ise, o cennettedir, cennette yaşamaktadır. Fakat ne zaman ki, karamsar düşüncelerde ise, o zaman da bu düşünceler onu hüzünlere sürüklediği için, o cehennemdedir, cehennemi yaşamaktadır. Çünkü her şey insanın içindedir, insanın dışında bir şey yoktur.  

“Yapmış olduğunuz güzel davranışlar sayesinde hak ettiğiniz cennet, işte budur!” (Zuhrûf, 72)”

“Diğerlerine gelince, onlar da ebedîyen cehennemde azap çekecekler!” (Zuhrûf, 74) 

“Biz onlara zulmetmiş değiliz fakat asıl onlardır kendi kendilerine zulmedenler.” (Zuhrûf, 76) 

Hazreti Mevlâna şöyle buyurur: “Âşıklara karış, onların sohbetleri bahar ile yaza benzer. Âşık olmayanlardan da uzak dur, onların sohbetleri de sonbahar ile kışa benzer.” 

İnsan insanın cennetidir, insan insanın cehennemidir. Güzel insanlarla beraber olursan sen cennettesin, ama küfürbazlarla beraber olursan sen cehennemdesin.  

“Baksana; Allah ne güzel bir misâl veriyor: Güzel söz, tıpkı kökleri yere sapasağlam basan, dalları da göğe doğru uzanan hoş bir ağaca benzer.” (İbrahim, 24) 

“Kötü söz ise, tıpkı gövdesi yerden koparılmış, bu yüzden ayakta bile duramayan değersiz bir ağaca benzer.” (İbrahim, 26) 

“Allah, sapasağlam söz sayesinde, iman edenlerin hem dünya hayatında, hem de ahirette dimdik ayakta kalmalarını sağlar.” (İbrahim, 27)

Bizler ibâdetlerimizi köşkler, saraylar için yapmıyoruz, bunlar tamamen hayaldir. Bizler ibâdetlerimizi Resûlallah’ın cemâlinden mahrum kalmamak için yapıyoruz; bizler O’nun cemâline koşuyoruz. O köşkler, saraylar burda da var; misâl olarak evler var, apartmanlar var, arsalar var… 

“Allah’ın dışında tapındığı varlıklar onu alıkoymuştu. Çünkü o, inkârcı bir kavimdendi. Ona, köşke gir, denildi. Köşkü görünce onu derin bir su sandı ve eteğini topladı. Süleyman ona, bu billurdan döşenmiş bir köşktür, dedi. Belkıs, ey Rabbim, şüphesiz ben nefsime zulmetmişim fakat işte şimdi Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslîm oldum.” (Neml, 44) 

Yani sonuç olarak, insan neyi düşünüyorsa odur. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. Hazreti Mevlâna’nın buyurduğu gibi: “Can istiyorsan sen cansın; ekmek istiyorsan sen ekmeksin…” Kısaca, insan neyi çok seviyorsa, onun Allah’ı da odur. İnsan, cennetini de cehennemini de kendisi yaratır. 

“Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.” (Şûra, 20)”

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 18

“Dua ederken Cenâb-ı Hakk’ın bazı isimlerini zikretmek çok tesirlidir. Örneğin; Kur’ân’da, Kamer sûresinin son âyetlerinde yer alan ‘Melîk’ ve ‘Muktedîr’ kelimelerinin, duanın kabul olması için, tesiri çoktur deniliyor. Sizce bu doğru mudur?” 

Dua, münâcat demektir. Eğer bir kişinin zihni ve kalbi bütün dünya muhabbetlerinden arınmış ise, zihni ve kalbi tamamen Allah’a yönelmiş ise, onun her sözü Hakk’tır. Bu nedenle o kişinin her sözü, her duası suret bulur, gerçekleşir.   

“Ey iman edenler! Peygamber, yeniden dirilişinizi sağlayacak bir konuda size çağrı yaptığında, bu çağrıya mutlaka uyun! Şunu iyi bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfâl, 24) 

Hazreti Muhammed, henüz beş yaşlarındayken, kıtlık vardı. Amcası Abdülmuttalib onu aldı ve beraber yağmur duasına çıktılar. Abdülmuttalib duasını bitirdikten sonra Hazreti Muhammed Efendimize dönerek onun da bir duada bulunmasını istedi. İşte Resûlallah, başını göke kaldırdı ve nazar etti. Hemen bir bulut belirdi ve her yeri kapladı. Öyle bir yağmur yağdı ki, tam yedi sene bereket hasıl oldu. Resûlallah’ın bir nazarından suret buldu.  

“Ey Muhammed! Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107) 

Eğer bir kişi, ikrâr verdiği mürşid-i kâmilin vasıtasıyla, gönlünü Hazreti Muhammed Efendimize bağlarsa ve temiz bir niyetle dua ederse, o dua mutlaka suret bulur ve güzellikler zuhûra gelir.   

“İman edenlerin kalblerinde haset, öfke ve kin adına ne varsa hepsini söküp almışızdır. Onlar Rab’lerine el açıp yalvararak, ‘Bizi bu harika cennet yurduna ulaştıran Allah’a şükürler olsun! O bize yol göstermeseydi, biz doğru yolu asla bulamazdık! Rabb’imizin peygamberleri bize gerçekten de hakîkati bildirmişlerdir!’ diyecekler. Ve onlara şöyle nidâ edilir: ‘İşte çabalarınızın karşılığı olarak size bahşedilen cennet, budur!” (Arâf, 43) 

Fakat bugün Kur’ân-ı Kerîm’i okuyorlar, hattâ bütün Kur’ân’ı hıfzetmişler, ama duaları kabul görmüyor. Neden? Çünkü Kur’ân’ın sahibini hıfzetmemişler, ona gönül vermemişler.  

“Gerçek dua ancak O’nadır. O’ndan başka yalvardıkları ise, onların isteklerine ancak, ağzına ulaşmayacağı hâlde, ulaşsın diye avuçlarını suya uzatan kimsenin isteğine suyun cevap verdiği kadar cevap verirler. Onların duası daima boşa çıkar.” (Râd, 14)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 17

“Sultan Veled Hazretleri buyuruyor ki: ‘Mertlik başkalarıyla savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlik kendi nefsiyle savaşmaktır. Sen bir insanı sevmediğin zaman onu, sövmek, kötü konuşmak, korkutmak gibi şeylerle evinden uzaklaştırabilirsin. Eğer bunu başaramazsan, o evi boşaltır, çıkar başka bir eve gidersin.’ Cenâb-ı Mevlâna da diyor ki: ‘Eğer o seni sıkıyorsa, kalk git. O senin ayağını tutmuyor ya…’ Bizlerin, kendimizi sıkan düşünce ve fikirlerden uzaklaşma imkânımız varken, bir türlü uzaklaşamıyoruz ve onları kafamızdan çıkartıp atamıyoruz. Ne yapmalıyız?” 

Evet, malesef bizler bu düşüncelerden arınamıyoruz ve bu düşünceler bizlere fayda vereceğine zarar veriyor. İnsanı bu karamsar düşüncelerden kurtaracak en etkili ilaç, imandır. Eğer kişi, kalbinin en üst mertebesini iman ettiği yere verirse ve kendi aklını bırakıp, iman ettiği yerin aklını başına koyarsa, o kişide artık hiçbir karamsar düşünce olmaz. Bu karamsar düşüncelerin sebebi tamamen iman zayıflığıdır. Bir kişide karamsar düşünceler varsa, dili ile iman ettiğini söylüyor ama demek ki kalbine tam mânâsıyla yerleşmemiş demektir.  

“Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı, böylece Rabbinden bir nûr üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalbleri katı olanların vay hâline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer, 22) 

Yine Cenâb-ı Mevlâna’dan misâl verelim: Hazreti Mevlâna, Şems Hazretlerinden önce, babası Sultan’ül-Ulemâ Hazretlerinin eğitimde yetişti, ondan bir sürü ilim tahsîl etti. Fakat ne zaman ki Şems ile buluştular, Mevlâna’da büyük bir değişiklik zuhûr etti, bambaşka bir Mevlâna oldu. Ne yaptı? Câmîyi terketti, vaaz vermeyi bıraktı ve kendini tamamen sevgiye, aşka, muhabbete verdi. 

Böyle olunca herkes Şems-i Tebrizî Hazretlerine düşman oldular, dedikodu çıkardılar, hattâ bir gün Hazreti Mevlâna’nın kapısına dayandılar. Mevlâna, kalkıp kapıyı açmak istedi, ama Şems onu durdurdu ve, “Dur Mevlâna, onlar seni değil, beni istiyorlar” dedi. Sonra gitti kapıya gelenlere, “Buyrun ne istiyorsunuz?“ diye sordu. 

Onlar da, “Hocamızı istiyoruz” dediler. 

Bunun üzerine Şems, “Güzel, fakat hediye olarak ne getirdiniz ki, ben de sizlere hocanızı vereyim?” diye sordu. 

Hepsi şaşırdı, hiçbir şey diyemediler. İçlerinden biri, “Peki sen ne getirdin?” diye sorunca, Şems onlara şu cevabı verdi: “Ben ona başımı verdim…”

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini fedâ eder.” (Bakara, 207) 

Bizler, malesef lafta başımızı veriyoruz, lafta teslîm oluyoruz, lafta iman sahibi oluyoruz. Hâl böyle olunca, bir de bakıyoruz ki, kafalarda yine karamsar düşünceler meydana geliyor. 

“Onların vazîfesi itaat ve güzel söz söylemekti. Allah’ın emrine sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.” (Muhammed, 21)

Tasavvuf ehline ne derler? Erenler. ‘Eren’ dediğimiz zaman, eren kişinin erdiği yerden konuşması lâzım. Bugün, erdim, diyorlar ama, sohbet edince bir de görüyoruz ki, başka yere ermişler. Netice itibâriyle, kişi iman sahibi olmadan, karamsar düşüncelerden kesinlikle kurtulamaz. 

“İşte onların ilimden ulaşabildikleri nokta! Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidâyete ereni de daha iyi bilir.” (Necm, 30) 

“Andolsun ki, biz içinizden cihad edenlerle, sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (Muhammed, 31)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 15

“Arâf sûresinin 143. âyetinde, Hazreti Musa diyor ki: ‘Rabbim bana kendini göster.’ Cenâb-ı Hakk da ona: ‘Sen beni göremezsin, yâ Musa. Beni görmek istiyorsan, dağa bak’ diye cevap veriyor ve Cenâb-ı Hakk, dağa tecellî edince, dağ dağılıveriyor. Bunun üzerine Hazreti Musa kendinden geçiyor ve diyor ki: ‘Sana tövbe ettim ve ben mümin kullarının ilkiyim.’ Hazreti Ali Efendimiz de, ‘Ben görmediğim Allah’a ibâdet etmem’ diye buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, bir peygamber olan Hazreti Musa’ya görünmüyor, fakat Hazreti Muhammed Efendimizin gözdesi olan Hazreti Ali Efendimize görünüyor. Burada ne gibi bir hikmet vardır?” 

Hazreti Musa, selâm olsun üzerine, ismi üstünde, Musa Kelâmullah’tır. Yani, Allah’tan söz ediyor. Allah, onun her zerresini sarmış fakat onun bundan haberi yok. Hazreti Ali Efendimiz ise, selâm olsun üzerine, Hazreti Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiştir. Zaten bebekliğinde, annesinin memesi yerine, ilk önce Hazreti Peygamber Efendimizin dilini emmiştir. Peygamber Efendimiz, daha sonra onun ağzını kulağına götürmüştür ve Hazreti Ali, daha bir haftalık iken, Peygamber Efendimizin kulağına Tevrât’ı, Zebûr’u, İncil’i ve Kur’ân’ı nefes etmiştir. Daha sonra büyüyüp kemâlata erince gördü ki, Hazreti Muhammed Efendimizin söylediği her söz suret buluyor, böylece O’na karşı inancı her geçen gün daha da arttı ve en sonunda Peygamber Efendimize iman etti. 

“O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, sâlihlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 46) 

İman etmek ne demektir? Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir.”

“Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (Enâm, 50) 

Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nûrunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenâb-ı Allah, nûrunu ona, bir dağa tecellî ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecellî karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her ân Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir ân olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hattâ her ân O’na canını vermeye hazırdı.  

“İman edenler ancak, Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir.” (Hucurât, 15) 

Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar.  

“Şüphesiz, aranızda öyle kimseler var ki, onların her biri savaşa gitme konusunda hakîkaten pek ağır davranır. Eğer savaşanların başına bir musîbet gelirse, ‘Allah lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nîsa, 72) 

Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti. 

“Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve Allah’ın kelâmını okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.” (Saffât, 4) 

“Şüphesiz biz saf duranlarız.” (Saffât, 165) 

Hazreti Ali’nin bir lâkâbı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakîkatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.  

“Hani sen müminleri savaş mevzîlerine yerleştirmek için, sabah erken ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 121) 

“Lâ fetâ illâ Ali, yâ seyfe illâ Zülfikâr.” (Hadîs-i Şerîf)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 13

“Kur’ân-ı Kerîm, en büyük zikirdir, öyle değil mi Hasan Dede?”

Bütün bu kâinatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlık âlemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mânâ ehli, Kur’ân-ı Kerîm’i ne kadar tefsîr etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu âlemde hepsini yazması gerekir.

“Varlığımızın delillerini, kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Misâl olarak, İsmail Hakkı Ankarevî, kendisi çok büyük bir âlimdi, Fâtihâ sûresine mânâ vermeye kalkmış ve üçyüz küsûr sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fâtihâ’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lâzım gelir ki, tüm kâinatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fâtihâ sûresinin sadece bir âyetinin bile ne kadar derin mânâsı var.

“Rahman ve Rahim Allah adına, hamd ederim yâ Rab, bütün âlem senin…” (Fâtihâ, 1)

“Kur’ân okumak insanlara şifâ verir mi, ya da tekâmül ettirir mi?”

Kur’ân-ı Kerîm, hakîki mürşittir. Büyüklerimizin şöyle bir sözü vardır:

“Mürşid-i kâmil istersen, Hazreti Kur’ân yeter. Devlet bulmak istersen, kanaat yeter. Nasihat istersen, ölüm yeter. Bunlar da yetmez ise, nâr-ı cehennem yeter.”

Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’ân dışı değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nûrdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalblere bir şifâ ve inananlar için bir yol gösterici, bir rehber ve rahmet olan Kur’ân geldi.” (Yunus, 57)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 11

“Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: ‘Rabbini zikredenlerle, Rabbini zikretmeyenlerin misâli, diri ve ölü gibidir.’ Ve bir gün de Ashâb-ı Sûffe’sine, ‘Şehid olmaktan hayırlısını size haber vereyim mi?’ diye soruyor. Onlar, ‘Evet, yâ Resûlallah’ deyince de, ‘Allah’ı zikretmek şehâdetten de üstündür’ diye buyuruyor. Allah’ı zikretmek insanda nasıl bir tesir yaratıyor ki, Cenâb-ı Resûlallah, Allah’ı zikretmeyi şehid olmaktan da üstün kılıyor?”

Allah’ın ismi aşktır, cismi ise Muhammed’dir. Allah’ı zikretmek ve O’na yönelmek, hakîkatte Hazreti Muhammed’e yönelmek ve Hazreti Muhammed’i zikretmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin bütün varlığı Allah’a aittir.

“Ey Muhammed! Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.” (Tâ Hâ, 99)

Şöyle bir dil de sarfedilmiştir: “Bir âlimin mürekkebi, şehid kanından daha üstündür.” Neden? Çünkü âlim, Hakk’a yüz tutmuştur, Hakk’ın sıfatını taşımaktadır. İnsanlara Hakk’tan bilgi sunmaktadır ve onları karanlıklardan aydınlıklara götürmektedir. Bu yüzden onların mürekkebi, şehid kanından daha üstün tutulmuştur.

“Sizi uyarması  ve sizin de ona karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir insan aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?” (Arâf, 63)

Bir Allah âşığının, yani Hazreti Muhammed’in âşığının da rûhu ve bedenindeki o ışık, o nûr da Hazreti Muhammed’in ışığıdır, O’nun nûrudur. Hazreti Muhammed, bütün nûrunu âşığında gösterirse, hâliyle Allah’ı zikreden bu kişi, şehitten üstündür.

“Kim, Peygambere itaat ederse, işte onlar, kendilerine nimet verilmiş olan peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nîsa, 69)

“İnsanın, altı cihette Cenâb-ı Hakk’ı seyretmesi zikir değil midir? Ya da Cenâb-ı Hakk’ı tefekkür etmesi zikir değil midir? Zikir nedir?”

Üç türlü zikir vardır: Birincisi cehrî zikir, sesli zikredilir. İkincisi hâfî zikirdir, sessiz zikredilir. Üçüncüsü ise kalbî zikirdir, adı üstünde kalbi zikir. Kalb, hakîkatte doğduğumuz günden itibaren daima ‘Allah’ diye zikretmektedir.

“Allah, sizi analarınızın karnından siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalbler verdi.” (Nâhl, 78)

Allah’ı her yerde görmek ancak âşığa mahsustur. Çünkü âşık, nereye giderse gitsin Sevgilisiyle beraberdir, nereye bakarsa baksın Sevgilisiyle bakmaktadır. Çünkü âşığın her zerresini Mâşuğu kaplamıştır, yani o her an zikirdedir.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar.” (Enâm, 36)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 10

“Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in, İmam Ali Efendimizle paylaştığı ve Cenâb-ı Mevlâna ile Şems Hazretlerinin üç ay hâlvette kalarak müşâhede ettikleri ‘gizli ilim’i bize açıklar mısınız? Nedir bu ‘gizli ilim’?”

Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, topluma bu sırları açıklamadı. Çünkü bu sırları herkesin hafızası almaz. Eğer bu sırları sunmuş olsaydı, toplumda ters etki yapabilirdi ve benliklere, isyanlara, küfürlere düşebilirlerdi.

“Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenâlık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalblerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size âyetleri açıkladık.” (Âl-i İmrân, 118)

Hazreti Muhammed Efendimiz, bu sırları Ashâb-ı Sûffe’siyle ve Hazreti Ali Efendimizle paylaştı. Bu sırlar, bu güzellikler, yani tarîkat yolu Ashâb-ı Sûffe’den suret bulmuştur.

“O, sâyelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.” (Enâm, 97)

“Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz.” (Hadîs-i Şerîf)

Bu sırlar câmiilerde örtülü olarak konuşulmaktadır. Çünkü câmii cemaati ibtidâdadır. Onlar, Erkân-ı Muhammedîye’yi yerine getirirler ve bununla kanaat ederler ve daha fazla arayışa düşmeden, dünya işleri ile meşgûl olurlar. Arayışa düşenler ise kendilerine bir mürşid-i kâmil bulurlar ve şu soruları sorarlar: Biz kimiz? Ne için yaratıldık? Ne yapmamız lâzım? Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatleri nelerdir?

“Yoksa; Allah içinizden, Allah’tan, Resûlünden ve O’na inananlardan başkasını kendilerine sırdaş edinmeksizin, O’nun yolunda her türlü çabayı gösterenleri ortaya çıkarmadan kendi hâlinize bırakılacağınızı mı sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.” (Tevbe, 16)

Bizim burada yaptığımız sohbetler, Hakîkat-i Muhammedîye’dir ve Hazreti Muhammed Efendimizin iç âlemi anlatılmaktadır. Yani, burada ‘İnsan’ konuşulmaktadır, çünkü ‘İnsan’ dünyadaki en mukaddes varlıktır. Bizim sohbetlerimiz dâima sevgi üzerinedir. ‘İnsan’ı sevmek, saymak, Hakk’ı sevmektir, Hakk’ı saymaktır. Ama hangi insanı? Hazreti Muhammed’i kendisine bende etmiş, Hakk ile Hakk olmuş insanı sevmek saymak, Hazreti Muhammed’i, yani Hakk’ı sevmek ve saymaktır. İnsanın gideceği yer, yine ‘İnsan’dır.

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım ve bana, ‘Sizin ilâhınız ancak bir tek ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, yararlı bir iş yapsın ve  Rabbine ibâdette kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)

Bizler, cemaatimizi Ashâb-ı Sûffe olarak görürüz. Nasıl ki Peygamber Efendimiz, Ashâb-ı Sûffe’sinin kendisine gösterdiği sevgiye karşılık onlara hakîki yüzüyle çıkmıştır; bizler de burada cemaatimize aynı şekilde çıkmaya memuruz.

“Ey Muhammed! De ki: Ben, yalnızca, mukaddes kılınan bu şehrin ve var olan her şeyin Rabbine kulluk etmekle emrolundum; yani, O’na yürekten boyun eğen kimselerden olmakla emrolundum; bir de, bu Kur’ân’ı insanlara okuyup ulaştırmakla.” (Neml, 91)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…