MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (199)

Bazı tarikatlarda kırk gün halvet var; yani kırk gün boyunca kendilerini bir hücreye kapatıyorlar ve yemeden içmeden zikir yapıyorlar. Siz ne dersiniz bu konuda?

Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz Hazretleri üç ay halvet ettiler. Bu üç ay halvetin içinde bir ay boyunca bir simidi paylaştılar, yani üç ayı üç simitle geçirdiler ve onların bedenleri deri ile kemik halini aldı. Her ikisi de gönül sahibi oldukları için birbirlerine sayısız inciler döktüler, gönül sırlarını paylaştılar. Tabii onların bu hallerini akıl almaz.

“Hal güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur. Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır. Sufiler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir. O, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı. Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından, Ruh simurgunun, bu aleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti. Ruhun, o alemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! O, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Allah sırlarını dilediğini anladı. Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.” (Mesnevi, I/1435)

Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yani fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hatta zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. Cenab-ı Mevlana ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine bakıyor, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyor; hemen içinden bir ses geliyor, “Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emaneti bak ne hale getirmişsin.” İşte Mevlana şu cevabı veriyor: “Eğer ben bu emaneti bu hale getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim.” Yani açlık dediğimiz zaman, eğer insan o açlık içinde gönül verdiği yere yönelirse gıdanın en güzelini alır.

Onlar, yani bizim büyüklerimiz, bizler için çileler çektiler, halvetler yaptılar ve bizler için çok güzel bir sofra kurdular. Peki bizlerden ne istiyorlar şimdi? Bizlerden istedikleri sadece bir gönül… Şimdi bizler madem ki onlara gönlümüzü verdik, artık nefisimize ait hizmetlere koşamayız. Neden? Çünkü sevgilimizi incitiriz. Eğer bizler sevgilimize sunduğumuz aklımızı, gönlümüzü başka yerlere dağıtırsak işte asıl o zaman çilelerden kurtulamayız. Fakat bizler aklımızı da gönlümüzü de devamlı bir yerde tutarsak, oranın güzellikleri bizlerde yansıma yapar ve kurtuluşa erer, sonsuz hürriyete kavuşuruz.

“Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir? Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhran kalmadı. Küfür, iman oldu, küfran kalmadı. Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçmiştir. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek olmuş… canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir. O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir.” (Mesnevi, V/3610)

“Bir” dediğimiz zaman, o “bir” Peygamber Efendimiz’dir ve bütün yaşamı boyunca hep gönüllere insanlık tohumları ekmiştir. Ondan sonra gelen veliler ise ondan daha açık konuşarak, yine onun sonsuz iç alemini dile getirmişlerdir. Ve onlar bir iken binler olmuşlardır. Evet, binler olmuşlardır, hatta milyonlar olmuşlardır ama bugün onun iç alemini en güzel şekilde dile getirenler, onu en güzel şekilde yaşatanlar yine tasavvuf ehli olmuştur. Ne kadar tasavvuf ehli varsa hepsinde Hazreti Muhammed’in sıfatı vardır.

00

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.