FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 14

Kur’ân’ın Şekli ve Anlamı…

Halk, esirgeme yüzünden birisi öğüt verse hased ediyor derler. Fakat o adamda bir maya varsa sonunda anlama yüz tutar. Çünkü ona Elest gününde bir katredir, damlamıştır; sonunda o katre, işkillerden, mihnetlerden kurtarır onu. 

Gel, niceyebir uzak kalacaksın bizden, niceye bir ilişkiler, sevdâlar içinde bunalıp duracaksın? Fakat insan, bir topluluğa ne söz söyliyebilir ki o topluluk, o çeşit sözü ne bir kimseden duymuştur, ne şeyhinden. 

“Mayasında ululuk olmayan, 

Büyüklerin adlarını duymaya dayanamaz.” 

Anlama yüz tutmak, önce o kadar güzel görünmez amma gittikçe tatlılaşmaya başlar. Görünüşün tersinedir bu. Şekil önce güzel görünür, onunla ne kadar çok düşer kalkarsan o kadar soğursun ondan. Nerde Kur’ân’ın şekli, görünüşü, nerde Kur’ân’ın anlamı. İnsana bak; nerde şekli, nerde anlamı? İnsanın şeklindeki anlam gitti mi bir soluk bile evde bırakmazlar onu. 

Tanrı sırrını kutlasın, Mevlâna Şemseddîn buyurur, anlatırdı. Büyük bir kervan bir yere gidiyormuş. Çöle düşmüşler. Ne bir mâmurluk bulmuşlar, ne bir içim su. Derken ansızın bir kuyuya raslamışlar; fakat kovası yokmuş. Bir kap elde ederler, ip bulurlar. Kaba bağlayıp kuyuya sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş kova yoktur. Bir kap daha bulup sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş, kova yok. Bir kap daha bulup sallarlar. Gene ip kesilir. Derken kervandan birini iple kuyunun dibine indirirler, o da çıkmaz, orda kalır. 

Kervanda akıllı biri varmış; o, ben ineyim der. Onu sallarlar. Kuyunun dibine varması yaklaşınca korkunç bir Zenci karşısına çıkar. Akıllı adam, bundan kurtulmama imkân yok, bâri aklımı başıma devşireyim, kendimi kaybetmeyeyim, bakalım, başıma ne gelecek der. Zenci, uzun masal söyleme der, tutsağımsın benim, doğru cevap vermedikçe hiçbir şeyle kurtulamazsın. Adam, buyur der. Zenci, yerlerden neresi daha iyidir diye sorar. Akıllı adam, kendi kendine tutsağım, çaresizim onun elinde; Bağdat desem, yâhut başka bir şehri söylesem belki onun yerini kınamış olurum der. İnsana nerde bir eş dost bulunursa orası daha iyidir; isterse orası kuyu dibi olsun, orası daha iyi; isterse fare deliği olsun, orası daha iyi diye cevap verir. Zenci, beğendim beğendim, kurtuldun; dünyada bir tek adam var, o da sensin; Şimdilik seni bıraktım gitti; senin yüzünden öbürlerini de âzâd ettim; bundan böyle hiç kan dökmeyeceğim; dünyadaki bütün insanları senin sevginle sana bağışladım der. Sonra da bütün kervan halkını suvarır, kandırır. 

Şimdi bundan maksad, anlamdır; bu anlamı bir başka çeşit söyleyebilmek de mümkün, fakat mukallid, ancak şu şekli görür; onlara söz söylemek güçtür. Şimdi bu sözü başka bir örnekle söylesen de duymazlar.

Beyit:

“Gönlün aşka dâir söylediği o nükteli, derin mânâlı söz çok tesirliydi. Ateş gibi yakıcıydı. Bu yüzden gözlerimde yüzlerce yakıcı parıltılar var!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 13

Saf Ayna, Seni Sana Gösterir…

Altına âşık olanların, inciye tutulanların gözleri aynanın ardındadır. Aynaya âşık olanların gözleriyse altında, incide değildir; onlar boyuna aynaya yüz tutmuşlardır; aynayı ayna olduğu için sever onlar; çünkü aynada güzel yüz seyredeler; usanmazlar aynadan. Fakat yüzü çirkin olan, ayıplı olan, aynada bir çirkin, bir ayıplı yüz görür, aynanın yüzünü çevirir; o incileri mücevherleri diler. 

Evet; aynanın ardına binlerce çeşit nakışlar yaparlar, mücevherler korlar; bundan aynaya ne ziyân var. Ulu Tanrı, hayvanlıkla insanlığı karıştırdı, ikisi de meydana çıksın diye; “Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar.” Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir şey, târif edilemez; imkân yoktur buna. Ulu Tanrının zıddı yoktur da onun için “Ben bir gizli defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim” demiş, ışığı meydana çıksın diye karanlıktan ibâret olan şu kâinatı yaratmıştır; yine böylece peygamberlerle erenleri meydana çıkarmış, “Sıfatlarımla halka görün” demiştir. Onlar, düşmanın dosttan, tek, eşsiz kişinin yabancıdan ayrılması, belli olması için Tanrı ışığını elde etmiş olanlardır.

Denizler Mürekkep Olsa…

Şu hâfız Kur’ân’ı doğru okuyor. Evet, Kur’ân’ın şeklini doğru okuyor amma anlamdan haberi yok. Delîli de şu: Anlamı söylersen reddeder, sözleriyle körü körüne okur durur. 

Şuna benzer bu: Adamın biri, eline bir kunduz alır. Ondan daha güzel bir kunduz getirirler, istemez. Anlarız ki kunduzu tanımıyor, bilmiyor bu adam. Birisi bu kunduzdur demiş ona, o da ona uyup kunduzu eline almış. Hani ceviz oynayan çocuklar gibi; oynarlar amma cevizin içini versen, yağını versen istemezler; ceviz, şakır şakır ses çıkaran şeydir, bununsa şakır şakır şakırdaması yok derler. 

Tanrı’nın hazineleri çoktur. Tanrının bilgileri çoktur. O hâfızın bilgisi var da Kur’ân’ı okuyorsa peki, neden öbür Kur’ân’ı reddediyor? Bir hâfıza söyledim, anlattım; dedim ki: Tanrı Kur’ân da diyor ki: “Söyle, deniz sözlerine mürekkep olsa o mürekkep, Rabbimin sözleri bitmeden tükenir gider.” Şimdi, bu Kur’ân, elli dirhem mürekkeple yazılabilir. Bu söz, Tanrı bilgisine bir işârettir; Tanrı bilgisiyse yalnız bu kadar değildir. Bir aktar, bir parça kağıda bir ilâç koysa, sen de bütün aktar dükkânı bu kağıt parçasındandır desen aptallıktır bu. Mûsâ’nın, İsâ’nın, bunlardan başka peygamberlerin zamanında da Kur’ân vardı, Tanrı sözü vardı, fakat Arapça değildi. Bunu anlattım, o hâfıza tesir etmedi; ben de vazgeçtim.

Kasîde:

“O güzel yüzlü hocanın acaba nesi var? O, insanlık vazîfesini, kulluk vazîfesini gereği gibi yapıyor mu? Onun gönül aynası sanıldığı gibi tozsuz mudur? Temiz midir? 

Onunla konuş, onu anlamaya çalış! Bak bakalım onda ölürnsüzlük şarabından nasıl bir koku var! Varsa eğer vakit geçirmeden ondan mânevî bir koku al! 

Onun gül bahçesinin içine gir, bak bakalım, o bahçede nergislerden lâlelerden ne var? 

O, her ne kadar, peygamberlerden söz ediyorsa da, onların mucizelerinden bahsediyorsa da, onda peygamberlerin huyundan bir huy var mı? Sen ona bak, lâfına bakma! Söylediklerini yaşıyor mu; onu anlamaya çalış! 

Salâvat verip duruyor, tesbih çekiyor ama, onda Hazreti Mustafa’nın safvetinden, ruh ne var?”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 12

Nefsini Bilmek…

Bütün dünyayı ışık kaplasa gözünün ışığı olmayan kişi, o ışığı asla göremez. Şimdi asıl olan nefisteki kabiliyettir. Nefs başkadır, can başka. Görmez misin, insan uykudayken nefis nerelere gider; cansa bedendedir. Nefis döner-dolaşır, başka birşey olur. 

Birisi dedi ki: Ali, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” demiştir; bu nefse mi demiştir? 

Mevlâna buyurdu ki: Bu nefse demiştir desek de küçük bir iş değildir. O nefsi anlatırsak bu nefsi de anlar o; çünkü o, o nefsi bilmiyor ki. Meselâ eline küçücük bir ayna almış; ayna iyi de gösterse, büyük de gösterse, küçük de gösterse gösterdiği odur. Sözle anlaşılmasına imkân yoktur; sözle ancak bu kadar anlaşılabilir; onda da bir şüphedir, belirir. Söylediğimiz sözlere sığmayan bir âlem var, onu dileyip isteyelim. Bu dünya, bu dünyadaki hoşluklar, insandaki hayvanlığın payıdır; bütün bunlar, insanın hayvanlığına kuvvet verir; insanın aslıysa eriyip gitmededir.

Hani derler ya; insan, söz söyleyen hayvandır; şu hâlde insan iki şeyden ibâret. Şu dünyada hayvanlığının payı olan şu özentilerdir, şu dileklerdir. Onun özüne gıda olanlarsa bilgidir, hikmettir, Tanrı’yı görüştür. İnsanın hayvanlığı, Tanrı’dan kaçmadadır, insanlığı, dünyadan kaçmada. “Sizden kâfir olan var, inanan var.” 

Şu bedeninde iki şahıs savaşmaktadır; 

Bakalım, baht kimin olacak, kimi sevecek?

Gönül Sahibi…

Gönül sahibi, tümdür. Onu gördün mü herkesi, her şeyi görmüş olursun. Çünkü “Bütün avlar yaban eşeğinin karnında.” Dünyadaki bütün halk, onun parça-buçuğudur, odur tüm.

Şiir:

İyi kötü, her şey, herkes, dervişin parça buçuğudur; 

Böyle olmayan adam, derviş değildir. 

Şimdi tüm olan onu gördün mü, kesin olarak bütün kâinatı görmüş olursun. Onu gördükten sonra kimi görürsen bir kere daha onu gördün demektir. Onların sözleri de tümün sözleridir. Onların sözlerini duyduktan sonra duyduğun her söz, bir kere daha duyulmuş, işitilmiş sözdür. 

Kim onu bir konakta görürse sanki 

Bütün insanları görmüştür, bütün yerleri… 

A insan, Tanrı kitabı sensin, sen. 

Padişahın güzelliğine bir aynasın sen. 

Kâinatta ne varsa senden dışarda değil; 

Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara… 

Ne arıyorsan sensin, sen.

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 11

Âşık, Kendisini Sevgili’den Ayrı Görmez…

Hüdâvendigâr Mevlâna buyurdu ki: Hani “Gönüller görür görüşür” derler ya; bir lâftır, bir sözdür, bir hikâyedir; söyler dururlar amma onlara da anlamı açılmamıştır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül tanıklık ettikten sonra dilin tanıklığına ne hacet? 

Emîr Nâip dedi ki: Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün aldığı ayrı bir tat var, kulağın aldığı ayrı bir tat, gözün aldığı ayrı bir tat, dilin aldığı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için herbirine ihtiyaç var. 

Mevlâna buyurdu ki: Gönül dalar batarsa hepsi, onunla yok olur gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Tanrı sevgisi değildi; bedene, nefse aitti; Leylâ da balçıktan yaratılmıştı; fakat bu sevgi, Leylâ’nın sevgisi, Mecnûn’u öylesine bir almıştı, Mecnûn, o sevgiye öylesine bir dalmıştı, batıp gitmişti ki Leylâ’yı gözle görmeye de muhtaç değildi; sözlerini kulakla duymaya da muhtaç değildi. Leylâ’yı, kendisinden ayrı görmüyordu ki. 

Hayalin gözümde, adın ağzımda; 

Anışın gönlümde; nereye mektup yazayım? 

Şimdi bedene ait sevgide bile bu güç, bu kuvvet oluyor, âşığı bir hâle getiriyor ki kendisini, sevgiliden ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup gidiyor; gözü, kulağı, burnu, başka âzâsından hiçbiri, ayrı bir tat istemiyor, hepsini bir yerde toplanmış görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Şu söylediğimiz uzuvlardan bir tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun zevkine dalıp gidiyor, başka bir zevk istemiyor. Bir duygunun ayrı bir zevk istemesi, alması gereken zevki, tadı tam almadığına delîldir zâti; bir zevk duymuştur amma noksan bir zevktir bu; o zevke dalamamıştır da öbür duyguları da zevk ister, çeşitli zevkler isteğine düşer; her duygu, ayrı bir zevk peşine düşer. Halbuki duygular, anlam bakımından birdir, görünüş bakımından ayrıdır, çeşitlidir. Fakat bir uzuv daldı gitti mi, hepsi onunla beraber dalar gider. Hani sinek gibi. Sinek yücelerde uçtukça kanadı da oynar, başı da oynar, bütün parçaları da oynar. Fakat bala battı mı bütün parçaları bir olur, hiçbiri oynamaz. Dalıp batmak, ona derler ki dalan batan, arada kalmasın, onun çabası da bitsin, işi de, hareketi de. Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini, ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım, boğuldum diye bağırıyorsa buna da batmak boğulmak demezler. 

Halk “Ben Tanrı’yım” demeyi büyük bir dâvâ sanır; halbuki “Ben kulum” demek büyük bir dâvâdır. “Ben Tanrı’yım” demek, büyük bir gönül alçaklığıdır. Çünkü “Tanrı kuluyum” diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Tanr’yı isbata kalkışır. Fakat “Ben Tanrı’yım” diyen, kendisini yok etmiştir, yele vermiştir; “Ben Tanrı’yım” der; yâni ben yokum, hep odur, Tanrı’dan başka varlık yoktur; ben salt yokluğum, hiçim der. Gönül alçaklığı, bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk anlamaz. İşte buracıkta bir kişi, Tanrı rızâsıyçin Tanrı’ya kulluk eder; kulluğu meydandadır; Tanrı için kullukta bulunur amma kendisini de görür, yaptığını da görür, Tanrı’yı da görür; o suya batmamıştır, suda boğulmamıştır. Suda boğulan o kişidir ki onda hiçbir hareket, hiçbir iş kalmaz; hareketi, suyun hareketinden ibârettir. 

Bir arslan, bir ceylânın peşine düşmüştü hani. Ceylân ondan kaçıyordu. Kaçtıkça da iki varlık vardı: Biri arslanın varlığı, öbürü ceylânın varlığı. Fakat arslan ona erişince ceylân, onun pençesinin altında mahvoldu, arslanın korkusundan kendinden geçti, arslanın önünde yere serildi mi, o anda artık, yalnız arslanın varlığı kalmıştır, ceylânın varlığı yok olmuş gitmiştir.

Rubaî:

“Burada kaplan da, ceylân da; ‘Yâ Hu, Yâ Allah!” diye nârâlar atıyorlar. ‘Âh’ın da sığındığı bir varlık bizi çekip götürüyor. 

Bir arslan var ki, varlığımıza, kendi sütünden başka bir şey vermiyor. Bir arslan ki, varlığımızı varlıktan kurtarıyor, bizi kendimizden halâs ediyor.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 10

Tanrı’nın Sözü…

Peygamber esridi, kendinden geçti de söz söylemeye başladı mı, “Allah dedi ki” derdi. Hâlbuki görünüşte onun dili söylüyordu. Fakat o, arada yoktu; gerçekte söyleyen, Tanrı’ydı. Fakat o evvelce kendini görürdü; bu yüzden de bu çeşit söz söylemeyi bilmez anlamazdı; böyle sözlerden haberi bile yoktu. Şimdiyse ondan böyle sözler doğuyor, biliyor ki evvelki varlığı yoktur; bu, Tanrı’nın tasarrufudur. 

Nitekim,Tanrı esenlikler versin, Mustafâ, kendinden bu kadar bin yıl önceki insanlardan, gelmiş geçmiş peygamberlerden, tâ dünyanın sonuna dek olacak şeylerden; Arş’tan, Kürsî’den, varlıktan yokluktan bahsediyordu; hâlbuki varlığı, dünkü varlıktı; onun, sonradan meydana gelen bu dünkü varlığı, bunları söylemiyordu. Sonradan meydana gelen, evveline evvel olmayandan nasıl haber verir; şu hâlde anlaşıldı ki o söylemiyor, Tanrı söylüyor. 

“Kendi dileğinden söz söylemez; söylediği, ancak kendisine vahyedilen sözdür.” Tanrı, sesten, harften münezzehtir. Tanrı’nın sözü, harften, sesten dışarıdır. Fakat sözünü de, dilediği her harften, her sesten, her dilden akıtır gider.

Tanrı Erlerinin Bakışı…

Bir azîz, bir isteğini elde etmek için çileye girmişti. Ona, böyle bir yüce istek, çileyle elde edilemez; çileden çık da ulu bir erin bakışı sana düşsün, isteğini elde et, diye bir ses geldi. Eren, o ulu eri nerde bulayım dedi. Câmide dediler. Bunca kişinin arasında nasıl tanıyayım, hangisidir dedi. Dediler ki: Git, o seni tanır, sana bakar; bunu da şöyle anlarsın: Bakışı sana düştü mü, ibrik elinden düşer, kendinden geçersin; anlarsın ki sana bakmıştır. 

Öyle yaptı; eline içi suyla dolu bir ibrik aldı, mescitteki topluluğa su sunmaya başladı. Safların arasından geçerken ansızın onda bir hâl belirdi; bir nârâ attı; ibrik elinden düştü, kendinden geçti; bir bucakta kala kaldı. Herkes gitti. Kendisine gelince yapayalnız olduğunu gördü. Kendisine bakan padişahı orda görmedi amma maksadına da erişti. 

Tanrı’nın öyle erleri vardır ki pek yüce olduklarından, Tanrı da onları kıskandığından halka yüz göstermezler; fakat dileyenleri, pek büyük dileklere kavuştururlar; onlara ihsânlarda bulunurlar. Bu çeşit ulu padişahlar, hem pek azdır, hem pek nazlı olurlar.

Kasîde:

“Âşık, benim gibi olmalı; durmadan yanmalı yakılmalı! Böyle olmayan kişi değildir! O, çocuk gibi âşık oynasın dursun! 

Ey ayın bile kendisine kul olduğu güzel varlık! Ay yüzlü dilber senin gibi olmalı da, bütün ay yüzlülerin hepsinden de güzel, hepsinden de üstün, hepsinden de nazlı olmalı!

Âşık dediğin de, benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! 

Aşk, âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamiyle aşka veren kişi ne mutlu kişidir! O, âdetâ, aşk padişahı olmuştur! 

Bu can, yaş bir ağaç dalına benzer; onu tut, kendine doğru çek! Şunu iyi bil ki, ne kadar çekilirse, sana doğru o kadar eğilir! 

Sen çeng gibi gamdan iki büklüm olursan, o vakit seni hoş bir şekilde bağrına basar; elsiz kolsuz seni okşamaya, sevmeye başlar!”

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 9

Hüdâvendigâr’ı Görmek…

Birisi, Hüdâvendigâr’ı görmeyi dilemekteyim, deyip duruyor, kapıda bekliyordu.

Mevlâna buyurdu ki: Hüdâvendigâr’ı şu anda, gerçek olarak göremez. Çünkü onun Hüdâvendigâr’ı görsem diye görmeyi arzuladığı şey, Hüdâvendigâr’ın yüzündeki örtüdür; bu anda Hüdâvendigâr’ı örtüsüz göremez. 

Halkın babaya, anaya, kardeşe, dostlara, göklere, yerlere, bağlara, bahçelere, sayvanlara bilgilere, ibâdetlere, yiyeceklere, içeceklere, hâsılı bu çeşit şeylere duyduğu istek, beslediği sevgi onları benimseyip esirgeyiş de buna benzer. Hepsi de Tanrı’yı özler, onu ister. 

Bu şeylerin hepsi de örtüdür. Bu dünyadan geçtilerde o padişahı örtüsüz gördüler mi bilirler anlarlar ki onların hepsi de perdeymiş, yüze tutulan örtüymüş; diledikleri, gerçekte o bir tek şeymiş. İşte o vakit bütün güçlükler çözülür, gönüllerindeki bütün soruların, cevabını işitirler; herşey açığa çıkar. 

Tanrı’nın cevabı her müşkülü teker teker, ayrı ayrı cevaplandırmayı da gerektirmez. Bir cevapla bütün sorular, bir uğurdan bilinir, müşkül çözülür gider. 

Hani kışın, herkes, elbisesine bürünür, kürkünü giyer, bir tandır başına çöker. Emekliye sürüne soğuktan bir bucağa girer, sığınır ya. Ağaç, ot, daha başka bütün bitkiler de soğuktan meyvesiz, yapraksız kalırlar; soğuk, bir zarar vermesin diye varlarını yoklarını içlerine çeker, gizlerler. Bahar görünüp de cevaplarını verince, onların ölümü-dirime, bitkiye ait çeşitli soruları bir uğurdan cevaplandırılmış olur, müşkülleri hallolur gider. Hepsi de baş çıkarırlar, o belâ neden gerekmiş, anlarlar, bilirler. 

Ulu Tanrı bu örtüleri, bir iş için yaratmıştır. Tanrı’nın yüzü, örtüsüz görünseydi biz ona dayanamazdık, faydalanamazdık da; örtüler yüzünden yardım görmedeyiz, faydalanmadayız. 

Şu güneşi görüyorsun ya, hani onun ışığıyla yol yürüyoruz, görüyoruz, iyiyi kötüden ayırdediyoruz; onunla ısınıyoruz; ağaçlar, bağlar bahçeler meyve veriyor; ham meyveler, ekşi, acı meyveler, onun ısısıyla oluyor, olgunlaşıyor, tatlılaşıyor; altın, gümüş, lâl, yakut mâdenleri, onun tesiriyle oluyor, türlü sebeplerle bunca faydalar veren şu güneş, daha yakına gelse hiç bir fayda vermez; hattâ bütün dünya, bütün halk yanar gider, birşeycik kalmaz. 

Ulu Tanrı dağa, örtüyle perdeyle görününce dağı, ağaçlarla, güllerle, yeşilliklerle dolduruyor,süslenmiş bezenmiş bir hâle sokuyor; fakat örtüsüz perdesiz göründü mü, onu alt üst ediyor, zerre zerre parçalayıp gidiyor. “Rabbi, dağa göründü mü onu paramparça etti.”

Kasîde:

“Birisi sana; ‘Güneş nasıldır?’ diye sorarsa, ona yüzünü göster de; ‘Tıpkı böyledir!’ de! Eğer sana ay’dan bahsederse, damın üstüne çık, ona seslen; ‘Tıpkı böyledir!’ de! 

Kim peri kızı görmek isterse, ona yüzünü göster; miskten bahsederse, saçlarını çöz; ‘İşte böyledir!’ de! 

Kim sana; ‘Acaba ay bulutların içinden nasıl sıyrılır çıkar?’ diye sorarsa, kaftanının düğmelerini birer birer, yavaşça çöz, ona kendini göster de; ‘Tıpkı böyle çıkar!’ de! 

Birisi sana; ‘Acaba Hazreti İsa ölüyü nasıl diriltti?’ diye sorarsa, dudaklarını uzatıp onun önünde bize bir öpücük ver ve; ‘İşte böyle diriltti!’ de! 

Kim; ‘Acaba aşk şehidi nasıl olur?’ diye sorarsa, ona bizi, bizim canımızı göster ve; ‘Tıpkı böyle olur!’ de! 

‘Can bedenden ayrıldıktan sonra nasıl olur da geri gelir ve tekrar bedene girer!’ inancını inkâr edenlere karşı, gel, evimize gir de; ‘İşte böyle olur’ diye göster! 

Her nerede olursa olsun, bir aşk feryâdı duyarsanız, Allah hakkı için biliniz ki, o feryâd bizim hikâyemizdir, bizim feryâdımızdır! ‘Bizim feryâdımız, işte böyledir!’ demektir! 

Dostun vuslat sırrını seher rüzgârından başka kimseye açmadım, söylemedim! Seher rüzgârı da, kendi sırrının sâfâsı yüzünden; ‘Evet’ dedi; ‘Tıpkı böyledir!’..”

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 8

İman, Namazdan Üstündür…

Birisi, namazdan daha üstün nedir? diye sordu. 

Mevlâna, bir kere dedi, namazın canı namazdan üstündür diye bu soruya cevap vermiştik, etraflıca anlatmıştık, ikinci cevap da şu: İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi câizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiç bir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi. 

Her dinin namazı bir başka çeşittir; fakat hiçbir dinin imanı değişmez. Namazın şekilleri, kıblesi, başka şeyleri değişebilir; daha başka farklar da var; dinleyenin zevkine, özleyişine göre meydana çıkar. “Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın, fakat onu, ancak bilinen miktarda indiririz.” Dinleyen, hamur yoğuranın önündeki hamura benzer; söz de suya benzer. Hamura, ne kadar su gerekse o kadar su döker. 

Şiir: 

Gözüm, bir başkasına bakıyorsa ne yapayım ben? 

Kendinden şikâyetlen; çünkü onun ışığı sensin. 

Gözüm başkasına bakıyor, yâni başka bir dinleyen arıyor senden başka; ne yapayım ben, gözümün ışığı sensin. Sen, senliğindesin, kendinden, varlığından kurtulmamışsın ki aydınlığın yüzbin kat artsın.

Müridin Canı…

Şimdi, Tanrı eri tarafından terbiye edilen müridin canı kanatlanır. Fakat bir müzevvir, bir gösterişçi tarafından terbiye edilen ondan bilgi belleyen, terbiyeyi, savaşmayı ondan öğrenen, canı onun yüzünden sararıp solan kişi, tıpkı onun gibi aşağılık, arık, bunalmış, gamlı bir hâle gelir, işkillerden kurtulamaz, duyguları noksan kalır.

“Onlar ki inanmazlar, dostları şeytandır onların, onları ışıktan karanlıklara çıkarır.” 

Canı, gizli şeyleri görsün göstersin diye bütün bilgileri, insanın mayasına katmış, o mayayı öyle yoğurmuş. Hani arı-duru su, dibinde taş mı var; çakıl mı, başka şey mi, ne varsa, yüzünde de ne yüzüyorsa hepsini gösterir ya; bu, sonradan birşey yapılarak suya verilen eğreti bir hâl değildir, onun temelinde, aslında vardır bu, yaratılıştan verilmiştir ona; fakat su toprakla, yahut başka renklerle bulandı mı o hassâ, o hüner, ondan ayrılır, onu unutur gider. 

İşte Ulu Tanrı, bulanmış, bir başka renge girmiş küçük sular, onlara karıştı mı, bulanıklıklarından kurtulsunlar, o eğreti renkten halâs olsunlar diye peygamberleri, erenleri, arı-duru ulu sular gibi gönderdi. 

Küçük su, kendisini arı-duru görünce hatırına gelir, önce böyle arı-duruydum gerçekten de der; bilir ki bulanıklıklar da eğretiymiş, renkler de eğreti. Bu eğreti şeylere uğramadan önceki hâlini hatırlar da, “Bu bir şey ki, bundan önce de bununla rızıklanmıştık biz” der.

Şu hâlde peygamberlerle erenler, insana önceki hâli hatırlatırlar, mayasına yeni birşey eklemezler insanın. Şimdi büyük suyu bilip tanıyan, ben ondanım, onunum diyen her bulanık su, akar, ona kavuşur, karışır gider. Fakat büyük suyu tanımayan, onu kendisinden başka gören, kendi cinsinden başka bir cinsten sanan bulanık su, renklerle, bulanıklıklara sığınır; sonunda da ona karışmaz; denizden uzak mı, uzak düşer.

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 7

Fedâkarlık…

Tanrı kullarından bir kulda bile kendisini bir dost için fedâ etme gücü vardır. Böyle bir kul, Tanrı’dan dostunun sağlığını istemedeydi. Tanrı kabul etmiyordu. Ses geldi, ben onu istemiyorum dendi. O Tanrı kulu ısrar etmede, duadan vazgeçmemedeydi. Tanrı’m diyordu; onun sağlığını dilemeyi gönlüme veren sensin; bu istek gitmiyor benden. Sonunda ses geldi: Dilediğinin olmasını istiyorsan başını ver, sen yok ol, kalma, geç-git şu dünyadan. O kul, yâ Rabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için başıyla oynadı da işi oldu. Bir kulda bu lütuf olur, bir günü bile, önü-sonu bütün dünya ömrüne değen ömrünü fedâ ederse o lütfu yaratanda böyle bir lütuf olmaz mı? İmkân mı var buna? Mâdem ki onun yok olması mümkün değil, bâri sen yok ol gitsin.

Mumun Işığı…

Işığın üst yanında olmuşlar, yahut alt yanında olmuşlar, ne farkı var onlarca? Işık yücelik dilerse kendisi için dilemez; maksadı başkalarına fayda vermektir; başkalarının da ışığından faydalanmasını ister. Yoksa mum, nerde olursa olsun, ister aşağıda bulunsun, ister yukarıda, her halde de mumdur o. Mumun da yeri mi? Onlar ölümsüz güneştir. Dünyada mevki, yücelik dilerlerse maksatları şudur: Halkta onların yüceliğini görecek göz yoktur; onlar isterler ki dünya tuzağıyla dünya ehlini avlasınlar da halk, öbür yüceliğe yol bulsun, âhiret tuzağına düşsün. Hani Mustafâ da Mekke’yi, başka şehirleri, onlara muhtaç olduğundan zaptetmiyordu; herkese yaşayış bağışlamak, aydınlık vermek, görüş lûtfetmek için zaptediyordu. “Bir avuçtur bu avuç ki vermeye alışmıştır; almaya alışık değildir.”

Birlik Âlemi…

Din orda, yâni kıyâmet kopunca âhirette bir olur. Fakat burada, dünyada buna imkân yoktur. Çünkü burada herkesin bir dileği var, herkes bir başka havada; bu, burada birliğe imkân vermez. Fakat kıyâmette olur; çünkü herkes bir olur, bir yere bakar, birşey duyar, birşey söyler. İnsanda birçok şeyler vardır. Fare vardır, kuş vardır. Kimi olur, kuş, kafesi yüceye ağdırır; kimi olur, fare, aşağıya çeker. İnsanda yüz binlerce birbirine aykırı canavarlar vardır. Ancak oraya giderlerse fare, fareliği bırakır, kuş, kuşluğundan geçer; hepsi de bir olur-gider. Çünkü istenen şey, ne yücelerdedir, ne aşağılarda. İstenen meydana çıktı mı ne yukarıya uçar insan, ne aşağıya iner. Birisi bir şey kaybetse sağı-solu arar, önde-ardda aranır. Fakat onu buldu mu ne yukarıyı arar, ne aşağıyı; ne solda arar, ne sağda; ne önde arar, ne ardda; her yan derilir, bir yerde toplanır-gider. Kıyâmet gününde de herkesin görüşü bir olur; herkes bir dili söyler, bir sözü duyar, bir şeyi düşünür…

Fakat Ulu Tanrı’nın öylesine kulları da vardır ki kıyâmetten önce de böyledir onlar, gerçeği görür dururlar. Tanrı yüzünü, özünü ululasın. Ali, buyurur ki: “Perde açılsa da yakıynim artmaz.” Yâni “kalıbı kaldırsalar, kıyâmet belirse, yine yakıynim ziyâdeleşmez.”

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 6

Dervişlik ve Zâhidlik…

Dervişin biri, bir padişahın yanına vardı. Padişah ona, ey zâhid dedi. Derviş, zâhid sensin dedi. Padişah, ben nasıl zâhid olabilirim ki dedi, bütün dünya benim. Derviş, hayır dedi, ters görüyorsun sen. Dünya da, âhiret de, bütün mal mülk de benim, âlemi ben zaptetmişim; bir lokmayla bir hırkayı yeter bulan sensin. 

“Artık nereye dönerseniz dönün, Allah’ın zâtına dönersiniz.” Bu, boyuna böyledir, tecellî hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta fedâ etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan başkalarıysa yayılan hayvanlara benzerler.

Zâhid ona derler ki işin sonunu görür, dünya ehliyse âhiri görür. Fakat Tanrı’ya tam yaklaşmış ârifler, ne sonu görürler, ne âhiri. Onlar, öne bakarlar da her işin başlangıcını bilirler.

Söz…

Söz, anlaması için söze muhtaç olan kişiyedir. Fakat söz söylenmeden de anlayan kişiye söz söylemeye hâcet mi var? Gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür. Bunların hepsi de “Ol der, oluverir” sözüyle bildirildiği gibi sözden doğmuştur. Yavaş söylenen sözü bile işiten kişiye anlatmaya koyulmanın, bar-bar bağırmanın ne lüzumu var? 

Bir Arap şâiri, padişahın birinin tapısına geldi. Padişah Türk’tü, Farsça bile bilmiyordu. Şâir, padişaha Arapça pek güzel bir kasîde düzmüştü. Padişah tahtına oturmuştu. Bütün dîvân ehli huzurdaydı. Beyler, vezîrler, teşrifata göre sıralanmıştı. 

Şâir, ayağa kalktı. Getirdiği kasîdeyi okumaya başladı. Padişah beğenilecek yerlerde başını sallıyor, şaşılması gereken yerde şaşkınlık gösteriyor, gönül alçaklığı gösterilmesi gereken yerlerde iltifatlarda bulunuyordu. 

Dîvân ehli şaşırdılar. Padişahımızın Arapça bir söz bile bilmezdi; tam yerinde nasıl oluyor da başını sallıyor; yoksa Arapça biliyordu da bunca yıldır bizden mi gizliyordu; Arapça edebe aykırı bir söz söylediysek vay bizim hâlimize diyorlardı…

Padişahın pek sevdiği bir kölesi vardı. Ona at verdiler, katır verdiler, mal verdiler; bir o kadar daha vermeyi de boyunlarına aldılar. Bize şu hâli bildir, padişah Arapça biliyor mu, bilmiyor mu? Tam yerinde nasıl baş sallıyordu; yoksa bu, kerâmet miydi, ilhâm mıydı, öğren de haber ver bize dediler. 

Köle bir gün fırsat buldu. Ava gitmişlerdi, birçok av avlanmıştı. Padişahı memnun gördü, hâli sordu. Padişah güldü de vallahî dedi, ben Arapça bilmem; amma başımı sallıyordum, çünkü o şiirden maksadı nedir, onu anlıyordum da başımı sallıyor, anlıyor, beğeniyordum. 

Artık anlaşıldı ya, temel olan, maksattır, o şiirse maksadın parça buçuğudur; o maksat olmasaydı o şiir söylenmezdi. Maksada bakılırsa ikilik kalmaz. İkilik, parça-buçuklardadır; temelse birdir.

Nitekim şeyhlerin yolları, görünüşte çeşit-çeşittir. Hâllerinde, sözlerinde, hareketlerinde aykırılık vardır; fakat maksat bakımından hepsi de bir şeydir; o da Tanrı’yı aramaktan, dilemekten ibârettir.

Hani şu konağa bir yeldir, eser, gelir. Halının bir ucunu kaldırır; kilimleri oynatır; çer-çöpü havalandırır; havuzun suyunu zerre-zerre dalgalandırır; ağaçları, dalları, yaprakları oynatır. Bütün bu birbirine aykırı, çeşit-çeşit hâlleri belirtir amma maksat, temel, gerçek bakımından hep bir şeydir; çünkü hepsinin hareketi bir yeldendir.

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 5

Aşk Dâvâsı ve Şüphe İpi…

Şimdi Ulu Tanrı buyuruyor ki: A tutsaklar, önceki yolunuzdan döner, korkuda da, umutta da beni görür, her hâlde kendinizi yok etmeme karşı yok olmuş sayarsanız sizi bu korkudan kurtarırım; sizden yağmalanan, elinizden çıkan her malı tekrar veririm size; hattâ kat kat fazlasını, daha da iyisini verir, sizi bağışlarım; dünya devletine âhiret devletini de katarım. 

Beyit: 

“Aşk dâvasına girişmek kolay, fakat o dâvâya kesin delil gerek.”

Abbas, tövbe ettim, tuttuğum yoldan döndüm dedi. 

Mustafâ, Ulu Tanrı ettiğin dâvâya delil ister buyurdu. Abbas, hadi dedi, ne delil istiyorsan söyle. 

Mustafâ, Müslüman olduysan, Müslümanlığın iyiliğini istiyorsan, sende kalan malların bir kısmını müslüman ordusuna bağışla da Müslümanlık kuvvetlensin buyurdu. 

Abbas, a Tanrı Elçisi dedi, bende ne kaldı ki? Hepsini yağmaladılar; bir eski hasır bile bırakmadılar. 

Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, gördün mü buyurdu, gerçek değilsin tuttuğun yoldan dönmedin; ne kadar malın var, nerde sakladın, kime ısmarladın, nereye gömdün, gizledin, söyleyeyim mi? 

Abbas, hâşâ dedi. 

Mustafâ buyurdu ki: Bu kadar malı anana vermedin mi; filân duvarın dibine gömmedin mi, ona, dönersem bana verirsin; esenlikle dönmezsem şu kadarını filân işe harcarsın, şu kadarını filâna verirsin, bu kadarı da senin olsun diye etraflıca vasiyette bulunmadın mı? 

Abbas bunu duyunca parmak kaldırdı, tam gerçeklikle inandı. Dedi ki: Ey gerçek Peygamber, ben, Hâman gibi, Şeddad gibi daha başkaları gibi eski padişahlara nasıl felek yâr olduysa sana da yâr oldu, baht elverdi sanıyordum. Fakat bunu buyurdun ya, bildim anladım ki bu devlet, o yandandır, Tanrı’dandır. 

Mustafâ buyurdu ki: Doğru söyledin bu sefer; içindeki şüphe ipi koptu, duydum; sesi kulağıma geldi. Canımın ta içinde gizli bir kulağım vardır, kim şüphe ve kâfirlik zünnârını koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulağıma gelir. Şimdi doğru söyledin, iman ettin.

Rubaî:

“Eğer sen aşık oldunsa aşkın sana delîl olarak yeter! Yok aşık olmadıysan artık ne diye delîl istersin? 

Bu kadarcık da aklın yok mu ki; bakıp göresin? Padişah yoksa bu gökkubbe otağı ne diye kurulmuş? 

Şu gök duvağının, şu gök kubbesinin ötesinde çok güzel, çok güçlü bir yaratıcı yoksa, şu parıl parıl parlayan sayısız yıldızlar kendi kendilerine mi parlamaya başladılar? 

Ermişlerin gözlerindeki ateş gizlilik perdelerini yaktı, yandırdı. Sen ise perde arkasında oturmuş, görünmeyen bir şeye iman edilir mi demedesin.”