MANEVİ MENKIBELER – 65

HEPSİNİ SEVGİLİ YARATMIŞTIR…

Hazreti Mevlana, zahir ilmi bırakıp aşk ilmine girişince camiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk aleminde yaşamaya başladı.

Eskiden görüştüğü iki bilgin, “Mevlana’yı uzun süredir görmedik, ziyaretine gidelim” diyorlar. Biri diğerine, “Hiç soru sormayalım, gönlümüzü okusun, ona göre bize ikramlarda bulunsun” diyor.

Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelip hal hatır soruşuyorlar. Sonra Hazreti Mevlana tefekküre dalıyor, onlara sohbet açmak için ilham gelmesini beklerken. Biri dayanamıyor, “Ya Mevlana! Sana bir şey sorabilir miyim?” diyor.

“Sor.”

“Bu alemde fena nedir?”

Hazreti Mevlana, bunu işitir işitmez başını secdeye vuruyor, kaldırmıyor başını secdeden.

Diğeri arif imiş, anlıyor Mevlana’nın bu halini ve tutuyor arkadaşını kolundan dışarıya çıkarıyor.

Soru soran, “Neden dışarı çıkardın? Mevlana daha soruma cevap vermedi” diyor.

Arkadaşı, “Verdi, verdi…” diyor, “Mevlana, bu iyi, bu kötü diye dile getirirse Sevgilisini incitmiş olur. Çünkü hepsini Sevgilisi yaratmıştır. Bu davranışıyla şunu demek istedi: O güzele varmak için, iyi ve kötü ile nefsimizi terbiye etmeliyiz. Ama bu iyi, bu kötü diye ayrım yaparsak hiçbir yere varamayız.”

MANEVİ MENKIBELER – 12

Sen benim ışığımsın…

Mevlana Hazretleri, selam olsun üzerine, verici meşrepli, hep bir şeyler vermek istiyor, alıcı meşrepli değil. İyi ama cahil çok var, onların kafalarına tam manasıyla yerleştiremiyor anlatmak istediklerini, ama konuşmaktan da bıkmıyor devamlı bilgiler sunuyor. 

Bir gün bir değirmen başına geliyor. Değirmen çok eski olduğu için duvarı çatlamış. Mehtabın ışığı da o çatlaktan girip değirmenin içini ışıklandırıyor. Mevlana da o çatlaktan bakıp değirmenin içini seyrediyor. Bakıyor, değirmen taşı dönüyor, dönüyor, dönüyor…

Kaldırıyor ellerini, “İlahi Hakk” diyor, “ne suç işledim? Bu dünyayı bana değirmen taşı yaptın, ezip ezip benden ne istiyorsun?”

İçinden Cenab-ı Hakk diyor, “Bu ilham sana nerden geldi Celaleddin? Bana nerden sesleniyorsun?” 

“Sana malum” diyor, “değirmen başındayım, onun duvarı çatlak, ordan seyrediyorum, değirmen taşının altında nasıl buğdayı ezip ezip un haline getiriyorsun, bana da aynı ızdıraplar yapılıyor.”

Tekrar nida geliyor Hakk’tan, “Hangi zamandasın sen, vakit hangi vakittir?”

“Vakit” diyor, “geceyarısı.”

“Gün geçmiş, geceye girmişsin. Sen o değirmen taşının altında o buğdayın ezilmesini neyle, hangi ışıkla seyrediyorsun?”

“Allah’ım” diyor, “Ay’ın mehtabıyla seyrediyorum.”

“Güzel… O değirmen taşı Ay’ın mehtabına bir zarar veriyor mu?”

“Yok…”

“Ah Celaleddin, sen de benim ışığımsın. Çile çekecek bir varlık varsa senin üzerinde, o da nefsindir. Ben seni bu aleme beni söyleyesin diye gönderdim…”

Gönül çilesini her can çözemez, 

Halden anlamayan ne bilsin bizi. 

Gönül aleminde bir olmuşuz ki, 

Oraya girmeyen bulamaz bizi. 

Sırrımız içtedir yere vermeyiz, 

Kazancımız nurdur boşa vermeyiz, 

Cahil bilmez bizi, biz hor görmeyiz, 

Değer bilmeyenler anlamaz bizi. 

Aşıkların yüzü güleç, şirindir, 

Sözlerimiz kamil sözü, derindir, 

Hilesiz dost olan kişi narindir, 

Bilmeyen baksa da göremez bizi. 

Dede der, uyanıp pişerse özü, 

Uyarır, diriltir arifin sözü, 

Görenler şevk alır, nurlanır yüzü, 

Kendi özün görür bulursa bizi…

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 94

“Sesini meleklerim özler, onlara sesini duyursan, günahların o an bağışlanmıştır.”

İnsan, melekleri aramasın kendi dışında. Peki neden aramayacağız kendi dışımızda? Çünkü Cebrail insanın emrinde, Mikail insanın emrinde, İsrafil insanın emrinde, Azrail insanın emrinde; e diğer melekler de çoktan bizim emrimizde.

Burada Cenab-ı Ali, selam olsun üzerine, diyor ki: Bütün kötü duygulardan arın, kendini güzelliklere ver ve öyle konuş, melekler o sesi özlemiştir, diyor. Güzel konuş ki onlar da huzur bulsun, senden de günahlar gitsin.

Misal olarak secdeye vardığımızda da, secde tamamen yokluk alemidir, ben yokum sen varsın demektir. Secdeye vardığımızda ne diyoruz? Sübhâne Rabbiyel alâ, Sübhâne Rabbiyel alâ, Sübhâne Rabbiyel alâ… Bu sözü söylediğin zaman kulakların işitiyor; Sübhâne Rabbiyel alâ derken Allah’a sesleniyorsun, diyorsun ki: Allah’ım ne kadar güzelsin, ne kadar alâsın, ne kadar temizsin, senin güzelliğini tarife imkan yok, sonsuz güzelliklere sahipsin. Allah da sana yine senin dilinden diyor ki: O sensin… Ona göre artık topluma bak ve konuş, o güzellikleri ben sana verdim.

Ama maalesef bu güzel sözlerin manasına inilmediği için ve sahiplenilmediği için insanlar kimliklerinden habersiz bir şekilde yaşayıp gidiyorlar. Allah insandan dile geliyor, insandan konuşuyor, senden yine sana sesleniyor; yok ki insandan başka biri Allah’ı dile getiren. Ama sen yine onu bırakıp başka yerlerde arıyorsun.

Cenab-ı Mevlana’ya bir gün soruyorlar: “Allah ne kadar büyüktür?” Mevlana şöyle cevap veriyor: “Allah’ın büyüklüğü insanın boyu kadardır.” Bu yanıtı alanlar: “Aman ya Mevlana, sen insanın Hakk olduğunu mu söylüyorsun?” diye soruyorlar. Mevlana yine cevap veriyor: “Evet, öyle söylüyorum. İnsan olmasaydı, Allah bilinmeyecekti. Allah, kainatı yarattı, en son insanı yarattı ve insanda kendini yarattı. İnsan ile hem semâvattaki varlıkları, hem yeryüzündeki varlıkları isimlendirdi ve kendi büyüklüğünü de yine insanla dile getirdi.”

Arif olana aşıklar defterinden bir harf bile kâfidir.


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (80)

Hazreti Mevlana’nın Divan-ı Kebir’de bir sözü var, diyor ki: “Kah Fatiha ikram edersin feyz alırız, kah saman çöpü ikram edip alçaltırsın. Ama biz Fatiha olduğumuz zaman nazlanırsın, bizi okumazsın bile.” Bizim Fatiha olmamız ne manaya gelir?

Bir insan Fatiha suresine nail olduktan sonra, Cenab-ı Hakk ondan işler, ondan ışığını gösterir, onu alemin Fatihi yapar. O artık Fatiha’yı birilerine okuyacak kişi olarak varlığını sürdürmez. Çünkü Hakk ona kendi büyüklüğünü vermiş. Bundan sonra bu kişi, Hazreti Muhammed (selam olsun üzerine) gibi alçak gönüllü yaşarsa, o hal onda daim kalır. Neuzübillah biraz gaflete dalarsa, o nur hemen aslına gider, o güzellikleri kaybeder. Hazreti Mevlana’nın buyurduğu gibi: Bir an gelir sende Tanrı sıfatı tecellisini gösterir ama benliğe girersen, anında güzelliklerin yerinde, Firavun sıfatı tecelli eder. Divan-ı Kebir’de aşkta, cezbede söylediği bir sürü güzel söz var. Sevgilisini kalbinde o kadar büyütmüş ki, ondan sevgili söylüyor. Mevlana onun vasıtasından başka bir şey değil.
Mevlevilikte iki can bir araya geldiklerinde birbirlerine niyaz ederler.
Hazreti Mevlana’ya sormuşlar:
“İbadetin büyüğü nedir?”
“İki irfanın (Hakk aşığının) birbirine baş kesmesidir.”
“Bu ne mana taşır?”
“Birbirlerini Hakk olarak tasdik ediyorlar.”
Bu tasdiki yaptıktan sonra birbirlerine İhlas-ı Şerif okurlar.
“Kulhuvallahu ehad – Ey kul yemin ederim, o Allah için, o ehad sensin”, “Allahüssamed – Dünyada senden merti yok”, Lem yelid velem yuled – Ne doğarsın ne doğurur bir ana senin gibi”, “Velem yekullehu küfüven ehad – Sana bir zarar gelmemesi için bütün alemi mahvederim.” Ne kadar büyük bir mana taşıyor ama Allah’a kulluk edersen bu sıfata nail olursun.
İhlas-ı Şerif’i birbirlerine okuduktan sonra ayrılırlar. Ayrıldıktan sonra sıra Fatiha suresine gelir. “Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil alemin – Hamd ederim sana ya Rab! Bütün alem senin”, “Maliki yevmiddin – Ne kadar din sahibi geldi ise hepsinin sahibi sensin.” Kimin kudretiyle bu kelamlar dilimde zuhura geldi? Allah’ın. O zaman Hakk, kendini insandan söylüyor. İnsan bunu ağzı ile okuyor, kulakları da işitiyor; fakat aklı, gönlü başka yerde olduğu için hiçbir manaya sahip olamıyor. Okuyup üflüyor ama aklı başka yerdeyse bütün güzellikler rüzgara gidiyor. İnsan, Yaratıcının elçisi. Yaratıcı, insanın hep ondan söz etmesini, onun büyüklüğünü söylemesini, onun güzelliklerini kendi bendelerine ikram etmesini ister. Onun dışında, başka yerlere gönlünü kaçırmasını istemez. Eğer insan, başka bir yerle meşgul olursa o an gaflete düşüp, güzelliklere perde çeker ve ondan sonra hüzünlere düşer, dertleri bitmez.
Cenab-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed’de gösterdi ve sayısız hakikat ikram etti. Bütün dinlerin en medenisi, Hazreti Muhammed’in dinidir, en çok bilgi buradadır. Hazreti Mevlana da, Hazreti Muhammed’in bendesi olarak, topluma eserlerinde sayısız bilgi sunmuştur.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (52)

Mesnevi-i Şerif’in 3. cildinde şehirli ile köylünün hikayesi var, fakat bu hikayenin sonunda Hazreti Mevlana’nın bize anlatmak istediği nedir?

Şehirli ile köylü, bilgin ile cahili temsil ediyor. Şehirli görgülü biri, bir sürü insanla görüşmüş, kendini olgunlaştırmış. Köylü ise, ovadan, dağdan başka bir şey görmemiş. Köylü şehre gelir, şehirli köylüye her türlü ikramı yapar. Köylü de hak altında kalmamak için köye gel, diye ısrar eder. Şehirli en sonunda köye gider. Köylünün işi bozuk olduğu için şehirliyi tanımazlıktan gelir, bir sürü ıstırap verir. Hazreti Mevlana, insanlıktan nasip almayan kişinin, böyle ıstıraplar verebileceğini anlatıyor. Köyde evliya olmak kolay, şehirde olmak çok zordur. Bilenle bilmeyeni bir tutmayın.
Sizlere sorsalar arif mi büyük, alim mi? Alimdir büyük, arif değil. Arif kime derler? Alimden hiç yüzünü çekmemiş, hep onu dinleyerek bir sürü güzel bilgiler öğrenmiş. “Leb” der demez arif anlar ki leblebi diyor. Alim dudağını oynattığı zaman arif anlar. Onun için atalarımız, arife sivrisinek saz, arif olmayana davul zurna az, demişler. Arif dergahlarda yetiştirilirdi.
Mevlana’mız buyuruyor: “Cahil ile sohbet etme, akıbet başın derde girer. İstersen selamet çekil kenara.” Sen beyaz dersin o siyah der, inat eder. Cahillerden uzak duracaksın.

Hazreti Mevlana, arifi beyan eden bir kasidesinde şöyle buyuruyor:
“Ben ölü idim, dirildim; ağlardım, güldüm. Aşkın devleti geldi, ben ebedi devlet oldum.
Benim tok gözüm vardır, cesaretli canım vardır, arslan yüreği gibi bir yüreğim var. Ben parlak Zühre yıldızı oldum.
Dedi ki: ‘Sen divane değilsin. Bu eve layık değilsin.’ Ben de gittim divane olup zinciriyle bağlandım.
Dedi ki: ‘Sen sermest değilsin, git!’ Ben de gittim sermest olup neşe ile doldum.
Dedi ki: ‘Sen öldürülmemişsin, neşe ve müzik ilgin yok!’ Can bağışlayan yüzüne karşı şehid oldum.
Dedi ki: ‘Sen zeki bir kişisin, hayal ve şüphenin sarhoşusun.’ Ben hemen abdallaştım, hayal ve şüpheden sıyrıldım.
Dedi ki: ‘Sen mum oldun, meclisin kıblesi oldun.’ Ben mum değilim! dedim, yandım, yakıldım, duman oldum.
Dedi ki: ‘Sen şeyhsin, önde gidenlerdensin, yol gösterensin.’ Hayır! Ben şeyh değilim! dedim. Önde gidenlerden de değilim. Kimseye de yol gösterdiğim yok. Ben senin emrine kul olmuş bir zavallıyım.
Sen güneşin kaynağısın, ben söğüt ağacının gölgesinin düştüğü yerim. Sen benim başucuma gelince, alçalır, erir, yok olur giderim.
Gönlüm canın parıltısını buldu. Dünyanın nuruna nail oldu. Gönlüm yeni bir atlas buldu da bu hırkaya düşman kesildi.
Hakk arifi “Ben her şeyden hikmet dersi aldım. Yedi kat göğün üstünde parıldayan yıldız oldum” diye şükreder.