MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 1

“Zerre zerre kenderin arzu semâst,

Cinsi hodra her yeki çün kehrûbâst”🌹

“Bu yerde ve gökte ne varsa, her biri zerre zerre kendi cinsine kehrûbâ gibidir.”

Mevlâna, oldu olasıya Mevlâna idi, sonradan bir şey olmuş değildir. Sonradan görünen, ondaki o ezelî kemâlin nûru, o ilâhî Tûba’nın meyvası idi.

Peygamberimiz: “Adem su ve toprak arasında iken ben Peygamberdim.” dedi.

Mevlâna diyor ki: “Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil. Kalıp bizden var oldu, biz ondan değil.”

Sultan Veled diyor ki: “Veled, âlemden evvel her şeyi bilen Tanrı’ya dosttu. Hakk’ın ezelî kadehinden, aşkın heyheyli dudağıyla içti.”

İnsanı hayvandan ayıran, konuşmasıdır. Seçkin ve aydınları da avamdan ayıran, kendilerindeki bilginlik ve sözlerindeki yüksek farktır. Hazreti Muhammed, Tanrı sözü Kur’ân’ı söyledi. Onun için seçkinlerin seçkini oldu. Tanrı adamları, sözlerinde ne kadar Tanrı’yı belirtmiş, ne kadar Tanrı’ya yakınlaşmışsa, Tanrı nûruna kandil olan gönül sırçaları da o kadar incelmiş, o kadar şeffaflaşmış ve o kadar yakınlaşmıştır. Onun için: “Kelâmından olur mâlum kişinin kendi miktarı” denildi.

Her söz Mevlâna’nın dilinde, her şey Mevlâna’nın elinde ilâhîleşiverdi. Mevlâna, her neye baksa, her neyi görse, Tanrı’yı görürdü. Her neyi söylese Tanrı’yı söyledi. Bakışında Mevlâ’yı, söyleyişinde Mevlâ’yı, aklında, fikrinde, kendinde Mevlâ’yı bulurdu. Felsefesinin özünü, sözlerinin rûhunu Tanrı’dan alırdı. Mevlâna’nın aşk ateşinde din, iman, küfür yanmış, erimişti. Orada tek bir nûr parıldıyordu: Dost… Varı yoğu, yiyeceği içeceği, özü sözü: Dost… Tek bir dosttu…

O kutsal insana onun için Mevlevî, Mânevî denildi… Onda Tanrı’nın sonsuz mâhûpluk sırrı görünürdü. Sultan-ül Ulemâ’dan tut da sohbet şeyhi  Şems-i Tebrizî’ye; mürşidi Seyyid Burhâneddin’den tut da oğlu Sultan Veled’e kadar bütün Mevlevî büyükleri, ârifleri Mevlâna’nın aşk nûrunda fânî olmuşlardır…

Mevlâna’nın sözlerindeki, şiirlerindeki mânâ, ilâhî bir şaraptır. Mevlâna, o özlü şarabı bize sunmak için, lâfızların ve terkiplerin altın ve gümüşlerle, inci ve zebercetlerle işlenmiş billûr kadehleri içine koymuştur. İlâhî dudaklardan çıkan sözlerin lâfızlarında da başka bir çekicilik, başka bir sevimlilik vardır. Beyân tarzında, kelimeleri seçmekte, birleştirmekte başka bir güzellik vardır. Nitekim Kur’ân, Güneşe nispetle yıldız gibidir.

Mevlâna’nın bütün şiirleri, birbirinden üstün nüktelerle doludur. Bunlardan her biri Güneşten bir nûr mudur? Cennetten bir parça mıdır? Baharın nûrundan bir kaynak mıdır? Bilmiyorum…

Şimdi ey sevgili okuyucu! Hakkiyle anlaşılması, hele tamamiyle kavranabilmesi mümkün olmayan o sonsuz varlığın, beşeri güzelliklerde herhangi birinin ipek örtüsüne bürünerek gönlümüze, duygumuza sızdırıp sezdirdiği güzelliğinin ışığından gönlünde uyanan şevk ile o büyük ve mükemmel insanı, o Tanrı sevgilisini sev de nasıl seversen sev…

Onu sevenlerin gönüllerinde şevk denizleri dalgalanır, şimşekler çakar, gök gürülder, rahmet yağmurları yağar…

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 15

Aşktan Başka Her Şey Harâmdır Âşığa…

İnsanın beden gemisinin yelkeni imandır. Yelken oldu mu, yel, onu büyük bir yere sürer götürür. Fakat yelken olmazsa söz, bir yeldir ancak. 

Ne hoştur sevenle sevilenin arasında hiçbir teklif ve tekellüfün olmayışı. Bütün bu teklif ve tekellüfler, yabancılar içindir. Aşktan başka her şey haramdır âşığa. Bu sözü iyice, tam anlatırdım amma yeri sırası değil. Suyun gönül havuzuna akması için çok arklar açmak, dereler kazmak gerek. Yoksa ya dinleyen topluluk usanır, yahut da söyleyene usanç gelir, bahâneler getirir; dinleyenlerden usancı gideremeyen kişininse iki pul bile değeri yoktur. 

Âşık, sevgilinin güzelliğine delil getirmez kimseye. Hiç kimse de sevgilinin güzel olmadığını belirten bir delili âşığın gönlüne yerleştiremez. 

Şu hâlde anlaşıldı ki burada delilin işi yok; burada aşk istemek gerek. Şimdi beyitte mübalâğa yapsak da âşık hakkında mübalâğa değildir o. Görüyoruz hani, mürîd, şeyhin görünüşüne, şekline özünü, anlamını saçıp döküyor da, a şekli bile binlerce anlamdan daha da hoş olan diyor. Çünkü zâten şeyhe gelen mürîd, önce kendi özünden, varlığından geçer, şeyhe muhtaç olur. 

Bahâeddin, şeyhin şekli için kendi anlamından geçmiyor, kendi anlamından, şeyhin canına ulaşmak, anlamına varmak için geçiyor, değil mi diye sordu. 

Mevlânâ buyurdu ki: Böyle olamaz; böyle olursa her ikisi de şeyh olur. Şimdi içinde bir ışık elde etmelisin ki şu işkil yükünden kurtulasın, emîn olasın, içinde böyle ışık bulunan kişinin gönlünde, beylik, vezirlik gibi dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibi çakıp geçiverir. Hani dünya ehlinin gönlünde de Tanrı korkusu, erenlerin âlemini özleyiş gibi görünmeyen dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibidir bunlar, çakar gider. Tanrı ehli olanlarsa tümden Tanrı’ya vermişlerdir kendilerini; Tanrı’ya tutmuşlardır yüzlerini; Tanrı’yla oyalanırlar; Tanrı’ya dalmış gitmiştir onlar. Dünya hevesleri, iktidârı kalmamış adamdaki istek gibi bir yüz gösterir, fakat durmaz, geçer gider. Dünya ehli de âhiret hâllerinde tam bunun tersinedir.

Kasîde:

“Âşığın, delilikten başka ne sanatı, ne hüneri vardır? 

Sevgililerin nazlanmaları da, kendilerini âşıklara yabancı gibi göstermekten başka ne olabilir? 

Nurun, ışığın önünde oynamayı, sıçramayı, dönüp dolaşmayı zerrelerden; yiğitlikte bulunmayı, korkmadan kendini ateşe atıp yanmayı da pervâneden öğren! 

Sarhoş arslan gibi sıçra, atıl; ne evveli ne de âhiri, yâni ne önü ne de sonu bil! Arslanlara, kedi ile savaşmak ayıptır! 

Sen, sırlar kadehisin; kulağını tıka, gözünü kapa! Çatlak kâse, kadehlik edemez! 

Kim, keskin kılıcın önünde kalkan gibi çırçıplak durur da paralanmak ister; kim, altın gibi, kuyumcunun tavasında ateşle bir evde oturabilir? 

Irmağın suyu tatlıdır ama, denizin heybeti nerededir! Nerede şâha vezir olmak, nerede her çeşit kayıttan, bağdan kurtulmak, hür olmak! 

Gece, yıldızlar ve ay yüzünden aydınlık olsa bile, gündüzün yerini tutabilir mi? Boncuk parlak olsa bile, incilik edebilir mi?”