MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 21

İNSAN SONSUZLUKTUR…🌹

Mahmut Efendi: Yine Hazreti Mevlâna diyor ki, “Kendi içindeki bilinmeyeni bilmeden, başka hiç kimseyi tanıyamazsın. O insanın esrârını çözmek için tek yol kendi içindeki esrârı çözmektir. Gizli perdelerin arkasında başka perdeler gizlidir. İnsan sonsuzluktur. Kendi içinde ne kadar derine inersen, bütün varoluşta ve ayrıca başka insanlarda da o kadar derine inersin. Çünkü öz birdir, çeperse milyonlarcadır. Beden son derece yanlış kullanılmaktadır. Kendi vücuduna kötü davranıyorsun, bedenin sırrını bilmiyorsun. O yalnızca ten değildir, yalnızca kemik değildir, yalnızca kan değildir. O muhteşem bir organik bütündür, muhteşem bir dinamizmdir. Daha bir çok sırlar vardır. Bu beden daha bir çok bedenin ilk katmanıdır. Bu beden içinde lâtif beden vardır. O beden için zaman ve mekân yoktur. Yakınlık bir boyuttur, diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gibi görmesine izin vermektir. Bu, bir insanı benliğinin en derin noktasına davet etmek demektir. Yaşadığımız bu modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor. Dostluk sadece bir kelime. Neden? Çünkü paylaşılacak bir şeyler yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? İnsanlar rol yapma derdinde. Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakine yakın olması için yol açabilirsin. Coşku mânevîdir, içsel bir olgudur. Coşku çılgınlıktır, sadece çılgın insanlar bu bedeli ödeyebilir. Sıradan akıllı insan çok kurnazdır, çok hesapçıdır, çok hilekârdır. O coşkunun bedelini ödeyemez, çünkü onu kontrol edemez. Coşkulu bir insan özgürdür.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede: Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur, 

“İlim, ilim bilmektir; ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır. Var hoca, git bin hacca; hacca gitmek hüner değil, bir gönüle girmektir.” 

İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan, bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar. 

Şöyle misâl vereyim; yediğimiz gıdalar bedene kuvvet verir, güçlendirir. İnsan eğer mânevîyattan uzaksa, bu güç, kuvvet insanı hayvanîyete sürükler. 

Hazreti Mevlâna şöyle der: 

“İnsan kulaktan beslenir, hayvan ağızdan beslenir.” 

Bizler burada sayısız hakîkatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlâna’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip rûhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar. Bu güzelliklerin kendilerinde zuhûr etmesi için de yokluğa bürünmeleri gerekmektedir. Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrâr verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zâhirî bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pîrimiz Mevlâna’mızı bedenimizde rûh edersek, onların bilgileriyle kendimizi büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz. 

Halk arasında, ‘Kalp gözünün kapalı olması’ diye bir tâbir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o kalpte konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin kalp gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve kalbinde en güzel yeri Ona verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık hâline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir ân dahî olsun ayrılmak istemez. Fakat genelde insanların bedenleri dünya muhabbetleriyle dolu, bu sebepten dolayı bağdaşamıyoruz. Boşaltalım dünya varlıklarını içimizden, varlık olarak Hazreti Muhammed Efendimizi kalbimize koyalım, bakın o zaman nasıl güzel hâller zuhûr eder bizlerden.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 20

AHİRET NEDİR?..🌹

Mahmut Efendi: Hazreti Mevlâna, “Bir insan, kendi varlığında bilincin esasını bulunduğunda, ebedîyetin anahtarını bulmuştur” diyor ve şöyle devam ediyor, “Sana bedenini, ona merhametli olmayı, gizemlerine bakmayı öğretmeyen hiçbir eğitim, sana kendi bilincini nasıl bulacağını öğretemiyecektir. Beden bir kapıdır, beden ilk adımdır ve bilinç ile beden konusuna değinmeyen her eğitim kesinlikle yetersizdir, hattâ zararlıdır. Çünkü seni yıkıcılığa götürür. Seni yıkımdan koruyan tek şey içindeki bilincin çiçek açmasıdır. Ve bu sana, yaratmak, dünyada daha çok güzellik, daha çok mutluluk yaratmak için karşı konulmaz bir güdü verir.” Ne dersiniz Hasan Dede?

Hasan Dede: Bizler bizlikte ne kadar kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz. Istıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Bizler kendimizi ne kadar teslîmiyete bırakırsak, o kadar teslîm olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin mânevî kazançlar elde etmemizi sağlar. Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur içinde olur. 

Mahmut Efendi: Hazreti Mevlâna’nın, Fihî Mâ-Fîh adlı eserinde şöyle bir bölüm geçiyor, “Ekmeleddin dedi ki, ‘Mevlâna’ya aşığım. Yalnız Onun yüzünü görmek istiyorum. Âhiret hiç aklıma gelmiyor zaten. Bu düşünceler bu kuruntular olmaksızın yalnız Mevlâna ile uzlaşmışım. Onun cemâliyle huzura kavuşuyorum. Onu görünce yâhut Onun hayalini düşününce tatlar buluyorum.’ Cenâb-ı Mevlâna buyurdu ki, ‘Âhiret aklına gelmiyor amma, bütün bunlar bu sevgide gizli, bu sevginin içinde. Halîfenin kapısında güzel bir oyuncu kız çalpara çalıyor, oynuyordu. Halîfe, sanatın ellerindedir, dedi. Kız, ayaklarımda, ey Tanrı Elçisinin halîfesi, dedi, ellerimdeki güzellikte ayaklarımın güzelliği de gizli, onun için ellerim güzel. Mürid, âhireti etraflıca hatırlamaz amma, şeyhi görmekle âhiretin tadını, şeyhten ayrılmakla âhiret korkusunu duyar. Bütün âhiret ahvâli bunda gizlidir.” Siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede: Cenab-ı Mevlâna’mız, selâm olsun üzerine, şöyle der, 

“Mahşeri görmek istersen gündüze bak, âhireti görmek istersen geceye bak. Âşığa ne mahşer gerek, ne âhiret. Ancak Sevgilisi gerek.” 

Mürid yüzünü şeyhinden çekmezse, rûhunda onu rûh ederse, zaten aradığını bulmuştur, âhiret aklına bile gelmez. Sevgilisi olmadıkça âşık âhireti ne yapsın. Mahşer de, zaten ismi üstünde, bir kalabalıktan ibâret. Sabah insan kalkıyor yola koyuluyor, yollar dolu, duraklar dolu, kimsede hâl hatır sormak, selâmlaşmak yok, hep dünyalık peşinde koşuluyor, işte size mahşer. Âhiret ise gece, kimse kalmamış artık, herkes dinlenmeye çekilmiş. Şimdi gönlünde kim varsa onunla konuşmak zamanı. Ama bir bakıyorsun çoğu insan âhireti de mahvetmiş, dünyayı oraya da taşımış, hiç huzur yok.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 19/1

GÖNLÜ TEMİZLEMEK…🌹

Mahmut Efendi: Hasan Dede, deniyor ki, bir insanın yetişmesi için, zihnindeki o güne kadar olan bütün hafızasını silmesi gereklidir. Bilgi ve alışkanlıklar silinmeli, fakat zihin boş kalınca tekrar çerçöple dolmaya başlar, onun için zihnin boşalırken, diğer yandan mânevî kaynağından kişiliğini görüp, bulması gerekir. İnsanın öz varlığı ortaya çıkarsa, Hazreti Şems’in dediği gibi, “Mevlâna, rûhunun temizliğinden sarhoştu”, Hazreti Mevlâna da bir kasîdesinde buyuruyor ki, “Boş düşüncelerimiz, endişelerimiz bizim mânevî zevkimizin rûhunu, neşemizin boynunu kırmaktadır. Ey Hakk yoluna düşen kişi, gaflet uykusundan uyan. Yâ Rabbi, şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder, olup gidenler derler ki, boşyere gamlar yemiş durmuşuz.” Siz bu konuda ne buyurursunuz?

Hasan Dede: Cenâb-ı Mevlâna’mız der ki, selâm olsun üzerine: “Ey oğul, bana evlâd olarak gelmeye kalktığın zaman, temiz bir kağıt gibi gel. O kağıtta hiç bir yazı olmasın. O kağıda ben seni yazacağım.” 

Bu sözlerinde Hazreti Mevlâna şunu demek istiyor, mâdem ki buraya gelmeden önce sıkıntıların üzüntülerin vardı, hiçbir türlü huzur ve neşe bulamadın, namaz kılıyorsun oruç tutuyorsun, ama bu sıkıntı ve hüzünler yine sende tecellî ediyor. Şimdi artık buraya geldiğinde sana şimdiye kadar sıkıntılar vermiş olan o aklını bırakacaksın. Aklını burayla büyütmeye çalışacaksın. Gönlünde mala, mülke, dünyevî her şeye karşı ne sevgi beslemişsen, onları da gönlünden sileceksin. Gönlünü, iç âlemini, kalbini temizleyeceksin ve gönlünü tamamen buraya vereceksin. Kafandaki şimdiye kadar olan bütün boş bilgileri bırakıp, burada sana sunulan bilgilerle kendini yetiştirmeye başladın mı, sen yarınların çok güzel bir insanı olursun. Çünkü bize en büyük ayna Hazreti Şems ile Hazreti Mevlâna’daki buluşmadır. 

Hazreti Şems, Cenâb-ı Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir: 

“Bihamdülillah,

Aldı fikrimi Zikrullah.

Küll isen safî, eğer isen sûfî,

Açılır sana bir kapı,

Âyân olur Cemâlullah.

Bu tevhîdden maksat,

Murada ermektir.

Görünen kendi Zât’ıdır,

Sanma gayrullah.

Şems-i Tebriz bunu bilir,

Ehâd kalmaz fenâ bulur,

Bütün bu âlem küllî mahvolur,

Yine bâkî Allah kalır..”

Hazreti Şems, bunları ne zaman dile getirdi, Mevlâna başını secdeye vurdu. Hanımından gönlünü çekti, evlâtlarından gönlünü çekti, ilminden gönlünü çekti, bunların hepsini kendine engel gördü. Bakın ne diyor Hazreti Şems, “Küll isen safî”, ne demektir bu; misâl olarak, mangalda ateş vardır ya, o mangalda bir kıvılcım dahî olmasını istemiyorum, o kıvılcım bile kül hâline gelsin, o kıvılcım kadar bir yere bir muhabbetin olmasın senin, eğer olursa, o bir tek kıvılcım senin varmak istediğin yere ulaşmana engel olur. Artık yeniden doğuyorsun, bundan sonra annen de baban da O senin, peygamberin de O senin, Allah’ın da O senin, Sevgilin de O senin. Yolcu kendini bu şekilde yola koymalı ki varmak istediği o yere ulaşabilsin. Yolcu temizlendiğinde bakacak görecek ki, ne yüzlerle gelecek O… Allah’tır süsleyen bu âlemi, bir bakarsın, girmiş bir hırka içine, sakal da bırakmış gizlemiş kendini; bütün güzellikler, bütün güzel yüzler O’nunla donatılmış, O bir açsa yüzünü yer gök yerinden oynar, Hazreti Şems-i Tebrizî’nin buyurduğu gibi; nîzam bozulur, bütün âlem mahvolur gider…

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL VE MÂNÂ – 3

Hazreti Mevlâna, suret hakkında der ki:

“Dostlar, suretten geçerseniz, her yer sizin için cennettir. Gül bahçesidir. Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir. Her sureti kırar, Haydâr gibi Hayber kapısını çekip koparırsın.”

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’te şöyle söyler:

“Tanrı, surete, hırkaya ve şekile bakmaz. Gönüle bakar.”

“Yokluk esastır” diyen Sultan Veled, “Surî varlığı olan şeye meyletme, gönül bağlama! Çünkü onun sonu yok olmaktır. Yok olanı elde et. Varlık arada eğreti ve ölümlüdür” buyurur.

“Her şey aslına döneceği gibi, varlığın da aslı yokluktur. İşte bunun için varlık yine yokluğa döner. Bu sebepten yokluğa göz açmalısın, yokluğun yüzünü görmeye çalışmalısın ve varlığın, yokluk denizinden bir köpük olduğunu bilmelisin.

Aşk ile, bu varlık köpüğünden geçip, kendi ihtiyârın ve aşkın vasıtasıyla yokluk denizine, kendi aslına kavuşmaya çalışmalısın.

Eğer bu mânâdan ‘Bana ne!’ der ve surete aşık olursan, bu deniz seni tamamiyle yok eder. Yok olup gider ve gerçek dirilikten ebedîyen yoksun kalırsın!”

Sultan Veled Hazretleri, suretlerin fânî oluşunu yine şöyle açıklar:

“Bilmeliyiz ki, suretler fânîdir, sonu yok olmaktır. Dünyanın güzelliği, çirkinliği geçicidir. Çünkü suret âlemindedir. Dünya da bu suretlerin evidir, o da bir gül gibi fânîdir. Bekâ, mânâya mahsustur.”

İbtidânâme’de görünüşten geçmemizi isteyen Sultan Veled der ki:

“Sen görünüşten geç de mânâyı ara; aslı ele al, ona yapış da dâvâyı bırak. Aklın varsa anla; gönüldeki bağı çöz, ne diye bağlanıp kalırsın? Bilgisizler gibi görünüşte kalma, nasîbin varsa, gizli âleme doğru yürü.”

Rubaî:

“Ey gönül, sen gül bahçesinin güzelliğine mi hayrân oldun da gülüyorsun? Veya aşk bülbüllerinin ötüşleri mi seni güldürüyor? 

Yâhut gizli sevgilinin yanağındaki gül gibi mi açılıyor ve gülüyorsun? Galiba sende ona benzer bir şey var. Bu yüzden neşeleniyor, bu yüzden gülüyorsun.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL VE MÂNÂ – 1

Mesnevî-i Şerîf’te Hazreti Mevlâna, hakîki sevgiliyi şöyle dile getirir:

“İster bu cihanın aşkı olsun, ister o cihanın aşkı. Hakîki mâşukta suret yoktur.”

Hazreti Pîr, aşkın surete duyulan bir sevgi olmadığını, aklların alacağı şekilde ve çok çarpıcı bir delille şöyle açıklar:

“Hakîkaten surete âşıksan, sevgili ölünce onu niye terk ediyorsun? Onun sureti yine yerinde, bu terk ediş neden?”

Mesnevî’de Hazreti Mevlâna, bizleri gönül evimizden yakalar, hakîki mâşuğu arama gayreti verir:

“Âşık, iyice ara, mâşukun kim?”

“Ey temiz ve saf kişi, neden bir kerpice gönül veriyorsun? Ebedî olan bir aslı iste.”

Hazreti Şems, Makalât’ta aşk ve sevdânın bakışımızı nasıl muazzam bir hâle getireceğini şöyle dile getirir:

“Eğer sende aşk ve sevda gâlib ise, ona baktığın zaman sana bambaşka bir deniz görünür. Sende aşk gâlib ise, Allah’ın da gâlib olduğunu anlarsın.”

Yine Makalât’ta, Tanrı’nın âleminin nasıl bir güzellik âlemi olduğunu şöyle açıklar Hazreti Şems:

“Tanrı’nın âlemi nur içinde nurdur, lezzet içinde lezzettir, kudret içinde kudrettir, kerem içinde keremdir. Bu gördüğümüz gölge âlem ise hep dünyadır; hep kötülük, çirkinlik, fânîlik ve zevksizlik âlemidir.”

Hazreti Şems, suret için de şunları buyurur:

“Suret çok iyi olabilir ama mânâ ile birlik olursa. Yoksa surette söylenen sözlerin mânâ ile bir ilgisi olmazsa neye yarar? Mevlâna’nın sözlerini anlayabilmek için çok dikkat gerektir. Çünkü bunlarda büyük bir şaka ve lâtife kokusu vardır.”

Kasîde:

“Uzun zamandan beri, yukarılardan toprağımıza damla damla öyle bir şarap döktü ki, toprağımızın her zerresi feryâd etmeğe başladı.

Göğsümüz yarıldı, açıldı, oraya ilâhî nur doldu. Gönül de dile geldi. Aşktan bahsetmeye başladı. Hakk’ın mânâ kadehi ile aşıklarına sunulan şarap, tortularından ayrıldı, şişe içinde saf bir hâle geldi. 

Hakîkat çiçekleri açıldı, kem gözler görmez oldu. Gayret aşka geldi de bana; ‘Ağzını yalama da şarap içmeğe başla!’ dedi. 

Ey can, görünür görünmez canımı da, gönlümü de kaptın, aldın. Senin aşkına karşı, benim canımın da, gönlümün de değeri yoktu. Ama, sen onları kapıp aldığın için, şimdi onlar da kirlendi. 

Sen öyle mübârek bir varlıksın ki, bulutun yeşillikler yağdırır, cevrin, ıstırabın hayat bağışlar. Şarabının tortusu bile hoştur.

Sana nasıl Ay diyebilirim ki, Ay hastalığa tutulmuş, sapsarı olmuş, zayıflanmış, tüllenmiş; selvi desem, bu benzetiş boyuna uygun düşer, yerindedir amma 

Selvi de ateşe dayanamaz, yanar. Ay da son üç gece görünmez olur. Canların canından başka hiçbir şeyin aslı yok 

Dediler ki, bütün dostların öldü, gitti, yok oldu. Hayır Allah’ı seven, ona candan bağlanan yok olmaz.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL – 1

Hazreti Mevlâna’nın yakınmalarından biri, dinin şekle, insanın da kalıba teslim edilmesidir. Bal taşımak için vasıta olan bir kavanozu, içine hiç parmak daldırmadan, bir ömür boyu yalayıp durmaktır.

Gönül, gerçeği gören göz, samîmiyet, ölümsüzlük ve aşktır. 

Gönül, Hakk’ın dinden ve insandan maksadıdır.

Gönülden habersiz bir din oyalamadır, gaflettir.

Hazreti Mevlâna şöyle seslenir:

“Ömrün boyunca gönül remzinden bir harfin bile kokusunu alamadın, a Kur’ân okuyan, ehilsin ama bu böyledir.”

Gönülsüz okuduğunda Allah’ın rahmeti olan Kur’ân bile kinlenir.

Gönülden uzak düşmüş bir iman da yerini inada bırakır. Bu inat, iman adı altında sahneye sürülürse, aydınlatma yerini karartma, yapma yerini yıkma, ıslah yerini bozmaya bırakır.

Hazreti Mevlâna yine şöyle seslenir:

“Gönlünü yıkayıp arıtmamışsın, yüzünü yıkamaktan ne fayda var sana? Hırstan, doymazlıktan süpürgeye dönmüşsün, daima toz-toprak içindesin.”

Özü bırakıp, kalıp ve kabuğa mahkum olanlar dini bir sayı sayma hâline getirirler. Allah’ı sayılara mahkum etmeye kalkanlara Hazreti Mevlâna şöyle seslenir:

“Herkesi boğ, şu sayılardan kurtar bizi… Sayıların tadına düşmüşüz, başka bir tat ver bize.”

Bu kişiler bir testi suyu, Dicle’nin sahibi Sultana hediye götürmek gibi bir gaflete düşerler. Bunun yerine boş bir testiyle huzura çıkıp hiçliğini göstermek gerekir. Günâhkâr olarak boyun bükmek, sayı sayarak benliğe düşmekten yeğdir. Ama buna da bir gönül nasîbi gerektir.

Rubaî:

“Gönül gözünü aç da ruhlara bak; nasıl geldiler, ne oldular, ne çileler çektiler, nasıl gidiyorlar. 

Mâdem ki, aşk yoluna düştün gidiyorsun, eteğini topla; çünkü bu yolun toprağı kanla yoğrulmuştur.”

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 18

Daima kendinizi gönül alçaklığında tutun…

Sevgili canlar,

Sakın yükseklerden uçma,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Enginler de varlık olur,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Uzaklar da yakın olur,

İnsan olan kusuru kendinde bulur,

Gerçekler Hakk’a kul olur,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Ey yolcu,

Zorla gitme yorulursun,

Sabrın yoksa daralırsın,

Aşkın yoksa kırılırsın,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Mürşide teslim et canını,

Yok et suretini şanını,

Var et dinini imanını,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Ey yolcu,

Kendini gönül alçaklığında tutasın,

Pak özünde aşk ateşini yakasın,

Hakk yolunda tertemiz olasın,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere…

MANEVİ MENKIBELER – 98

SEMÂ ZİKİRDİR, İBADETTİR…

Bir sohbette, “Semâzenin, semâ etmesinin dışında sorumlulukları var mıdır?” diye sordular.

Tabî vardır. Hazreti Mevlana’da hiç ayrım yoktur. Semâ çıkaran, kalfalık mertebesine yol alır. 

Eğer mutrib ve semâzenler ehl-i iman iseler, o ayin-i şerif icra edilirken gezegenlerden ehl-i iman ruhlar gelir, ayini izlerler. 

Size şöyle bir misal vereyim… 

Bir gün ayin biter, semâzenler tam çekilecekken, Hazreti Mevlana seslenir: “Erenler geri dönün!” Mutribe de seslenir: “Neyler üflensin, kudümler vurulsun, yeniden ayin açılsın.” 

Yeniden ayini tekrarlar, ayin bitince Hüsameddin Çelebi, “Efendi Hazretleri, ayini icra etmiştik, neden bir daha ayin yaptık?” diye sorar. 

Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, biz ayini icra ederken gezegenlerden, görmediğin ruhlar ayini izlemeye geldiler. Çok uzak gezegenlerden de ruhlar geldi ama ayin bitmişti, onları boş çevirmemek için tekrar ayin açtık” der.

Akıl her şeye eremez. Zaten her şeye akıl erseydi, o zaman peygambere, evliyaya lüzum yoktu. Herkes aklı ile istediği yere ererdi. 

Hazreti Mevlana der ki: “Hangi dinden olursa olsun, benim ayin-i şerifimi izlemeye gelenlerin içlerinde Peygamberlerine özlem varsa orada Musa da, İsa da, Muhammed de var. Semâzenlere baksınlar, Peygamberlerini orada görsünler.” 

Çünkü semâzenin elini açması; yücelerden alıyor, kullarına saçıyorum, onların gönüllerini yoklayıp, sana sunuyor, kendime hiçbir şey mâl etmiyorum, anlamına gelir.

Peygamberler daima Hakk’tan söz ettiler. Yolcunun gönlünü dinleyip, yine Hakk’a davet ettiler. Onun için semâzenlerin her biri, bir Peygamberi temsil eder.

Semâzenin, Hakk’ın elçisi sıfatını giymiş olduğunu düşünüp, bütün nefsî duygulardan arınması lazım. Benliğe girer, şımarıklık yaparsa boşuna semâ eder, hiçbir mana taşımaz. Semâ zikirdir, ibadettir. 

Hazreti Şems-i Tebrizi, “Sen onu aşk ile yaparsan zikir sayılır. Aşk ile yapmaz, nefsin için yaparsan, o semâ yarın sana ceza verir” diyor. 

Şiir: 

“Ey dil, ister isen kâmil olsun noksanın, 

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın. 

Girersen sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın, 

Cihanda bir görünür, Ali Ekber okunursun. 

Çıkarsan sikkesi altından Hazreti Mevlana’nın, 

Sıradan biri okunursun…” 

Semâzenler, Mevlana’nın pervaneleridir. Gönüllerini güzelliklerle doldururlarsa mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 94

FÎSEBİLLAH…

Bir gün Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz yolda gidiyorlar. Hem yürüyorlar hem muhabbet ediyorlar.

Mevlana, Şems-i Tebriz’e bir soru soruyor, “Ya Şems, karşıda görünen kabristana, hocalık devrimizde, topluma daima, cennet-i bakiye diye söylerdik. Peki senin nazarında burası nasıl bir yerdir?”

Şems-i Tebriz Hazretleri, “Ya Mevlana” diyor, “burası benim nazarımda, yalacılar mahallesidir.”

Bakın kabristan için yalancılar mahallesi diye hitab ediyor Şems…

Mevlana, bunu duyunca duraklıyor, “Nasıl olur?” diyor, “yalancılar mahallesi, biz hep cennet-i bakiye olarak bilirdik.”

“Şimdi beni iyi dinle” diyor Şems, “burada yatanlar arasında hayattayken, birbirlerini çok sevenler vardı, canlarını hiçe sayarlardı, hatta birbirlerini görmeden bir an dahi duramayacaklarını söylerlerdi. Geldi başlarına, çalındı kapıları, yola çıktılar gittiler. ‘Sensiz duramam’ diyen kişiler, acaba yola çıkanın arkasından gitti mi, yahut da geri mi döndü?”

Cenab- Mevlana biraz düşündükten sonra, “Çok kişi” diyor, “geri döndü, sözünde durmadı, gidenin peşine gitmedi.”

“Peki şimdi bunlar yalan mı söyledi yoksa doğru mu söyledi?”

“Yalan söyledi ya Şems.”

“İşte, böyle olduğunu için burası yalancılar mahallesidir.”

Bunun üzerine Cenab-ı Mevlana bir ürperme geçiriyor ve yine dönüp Şems’e, “Peki” diyor, “seninle benim halimiz ne olacak?”

Şems, “Ya Mevlana” diyor, “fîsebillah… yani biz birbirimizden hiçbir menfaat beklemeden, birbirimizi her şeyin üstünde seversek ve bu sevgiyi son nefese kadar sürdürürsek, bizim gideceğimiz yer, bekâbillah… yani Allah’ın sonsuz güzelliğinin bulunduğu yer. Burayla hiç işimiz yok.”

Şimdi soralım kendimize… Dış sevgililer, yani para, pul, evlat, eş… bunların dışında acaba gönlümüzde asıl Sevgili yer almış mıdır, almamış mıdır? Açık söyleyeyim, zerre kadar almamıştır. O kalmış dışarda, hepsi lafta…

Düşünün ne büyük bir kayıptayız…

İşte koca Mevlana bakın ne diyor… Zikirler yaparsınız, benim güzelliklerimi işitirsiniz, ne kadar da yüce olduğumu duyarsınız ve bana heves edersiniz, istersiniz bir akşam konuğunuz olayım, rüyanıza geleyim, güzel bir yüz göstereyim… Ama sanmayın ki ben gelmiyorum, her gece geliyorum. Var ya o kalbiniz sizin, onun hakiki ismi saraydır. O kalb, daha sen ana rahmindeyken seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’, dünyaya geldin, o yine seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’ Neden? Çünkü hakikatte insan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. Hep seni zikrediyordu. Ama sen, seni zikredeni hiç zikretmedin, başka şeyleri zikrettin. Ben geldim, saray kapısını açtım, ama baktım ki saray dolu, bana yer yok… Olmadığı için, geldim gittim, geldim gittim, geldim gittim, sordum, var mı bir haber, hiç ses çıkmadı…

Demek ki her zerre sağırlaşmış, duyguya kapılmamış, sünger gibi çekmemiş içine… 

Sonra diyorsunuz, göremiyorum edemiyorum. Göremezsiniz, çünkü çok kıskanç bir sevgilidir O…

Mecaz aşkta dahi büyük kıskanmalar vardır, ama Tanrı’nın kıskançlığı hepsinden büyüktür. O kadar ister ki en çok O sevilsin, olmaz derecede. İşte bu yüzden göstermez yüzünü… 

MANEVİ MENKIBELER – 91

ALLAH SEVGİSİ…

Bu yolun güzelliklerinin sonu yoktur. Hazreti Mevlana’ya bir soru soruyorlar: “Senin yolun nedir ya Mevlana? Bu yolun başı var mıdır?” 

Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu yolun başı olsaydı, sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağıya güzelliklerle doludur.” 

Yine Hüdavendigar Mevlana şöyle buyurur: “Bana gelenlerden, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” 

Yani kimisinin karnı aç, sofrasında karınlarını doyurmak için gelmişler. Kimileri de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine gelmişler. Fakat benim için geleni daha göremedim, diyor. 

Galib Dede Hazretlerinin zamanında da bir adam Galata Mevlevihanesine gelmiş, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” demiş. 

Adamı Galib Dede’nin huzuruna çıkarmışlar. Galib Dede, adama bakmış ve demiş ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş. Boş çevirmeyin, üzerine bir elbise verin, karnını da doyurun, sonra bırakın isterse gitsin isterse kalsın.” 

Buna benzer şeyler o devirlerde de vardı, bu devirde de var. 

Allah sevgisi, menfaatsiz bir sevgidir. Bu sevgi şarabı ağızdan dökülür. İsteyen ne kadar sorarsa söyleriz, hiç tükenmez, çünkü meyhanesi gönüldür. 

Hazreti Muhammed gibi yüce bir peygamber bile Hakk’a yürüyeceği zaman “Acaba toplumuma bir şeyler verebildim mi?” diye gözyaşı dökmüş, ümmetinin rızasını istemiştir. 

Bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir. Başkalarına bir hizmet sunabildinse, bir gönülde yer alabildinse ancak o zaman baki olursun.