🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 21

“Cenâb-ı Mevlâna buyuruyor ki: ‘Yiğit kişi, nefsine ve öfkesine hakim olandır.’ Mevlâna , burada insan bedenini ata, rûhunu da o atın üzerindeki süvarîye benzetiyor ve şöyle devam ediyor: ‘Eğer süvarî ata hâkim olursa, at onu âhirine götürür; ama eğer at süvarîye hâkim olursa, at onu ahıra götürür.’ Sorum şu: Mevlâna, bu deyişinde, ‘Bedenini kendi hâline bırakırsan seni yanlış yere götürür’ derken sizce bu durum herkes için mi geçerlidir, yoksa bunun insanın yaradılışıyla mı ilgisi vardır?”

Bu herkes için geçerli değildir. İbtidâda yaşayanlar, genel olarak hayalî bir Allah’a inandıkları için, yanlış işler yapıp sonra da tövbe edince yapmış oldukları bu yanlışların Allah tarafından affedileceğini zannederler.  

“Yoksa, makbûl tövbe, kötülükleri yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, ‘İşte ben şimdi tövbe ettim’ diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir.” (Nîsa, 18) 

Oysa tasavvufta şu tâbir vardır: Eline, beline, diline sahip ol… Bunu yapabilen bir kişi, misâl olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir. Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahî, kesinlikle batmaz. Fakat bu üçünden herhangi birisine uymadığı takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahî artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsanî duygulardan uzak durmasıdır.  

“Biz Nuh’u ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçekten kör bir kavimdi.” (Arâf, 64) 

“O, öyle bir mâbuttur ki, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırır. Gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte güzel, temiz bir rüzgârla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada birden şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar her taraftan onlara hücûm eder. İşte o zaman çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, tertemiz bir inançla Allah’a dua ederler ve bizi bundan kurtarırsan şükredenlerden olacağız, derler.” (Yunus, 22)   

Seyyid Burhâneddin Efendi şöyle der: “Kim nefsiyle barışık ise, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” Ve yine şöyle buyurur: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yani nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahâbesine şöyle seslenmiştir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.”  

“Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı vermiştir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.” 

İnsana, nefsi her an tuzaklar kurmaktadır ve bu tuzaklardan kurtulmanın yolu ise aşk ve riyâzattır.  

“Kendi arzu ve heveslerini ilâh edinen ve Allah’ın da, bildiği için kulağını ve kalbini mühürleyip üzerine perde çekerek hidâyetten mahrûm bıraktığı kimseyi, Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye, 23)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 13

“Kur’ân-ı Kerîm, en büyük zikirdir, öyle değil mi Hasan Dede?”

Bütün bu kâinatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlık âlemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mânâ ehli, Kur’ân-ı Kerîm’i ne kadar tefsîr etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu âlemde hepsini yazması gerekir.

“Varlığımızın delillerini, kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Misâl olarak, İsmail Hakkı Ankarevî, kendisi çok büyük bir âlimdi, Fâtihâ sûresine mânâ vermeye kalkmış ve üçyüz küsûr sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fâtihâ’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lâzım gelir ki, tüm kâinatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fâtihâ sûresinin sadece bir âyetinin bile ne kadar derin mânâsı var.

“Rahman ve Rahim Allah adına, hamd ederim yâ Rab, bütün âlem senin…” (Fâtihâ, 1)

“Kur’ân okumak insanlara şifâ verir mi, ya da tekâmül ettirir mi?”

Kur’ân-ı Kerîm, hakîki mürşittir. Büyüklerimizin şöyle bir sözü vardır:

“Mürşid-i kâmil istersen, Hazreti Kur’ân yeter. Devlet bulmak istersen, kanaat yeter. Nasihat istersen, ölüm yeter. Bunlar da yetmez ise, nâr-ı cehennem yeter.”

Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’ân dışı değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nûrdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalblere bir şifâ ve inananlar için bir yol gösterici, bir rehber ve rahmet olan Kur’ân geldi.” (Yunus, 57)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 11

“Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: ‘Rabbini zikredenlerle, Rabbini zikretmeyenlerin misâli, diri ve ölü gibidir.’ Ve bir gün de Ashâb-ı Sûffe’sine, ‘Şehid olmaktan hayırlısını size haber vereyim mi?’ diye soruyor. Onlar, ‘Evet, yâ Resûlallah’ deyince de, ‘Allah’ı zikretmek şehâdetten de üstündür’ diye buyuruyor. Allah’ı zikretmek insanda nasıl bir tesir yaratıyor ki, Cenâb-ı Resûlallah, Allah’ı zikretmeyi şehid olmaktan da üstün kılıyor?”

Allah’ın ismi aşktır, cismi ise Muhammed’dir. Allah’ı zikretmek ve O’na yönelmek, hakîkatte Hazreti Muhammed’e yönelmek ve Hazreti Muhammed’i zikretmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin bütün varlığı Allah’a aittir.

“Ey Muhammed! Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.” (Tâ Hâ, 99)

Şöyle bir dil de sarfedilmiştir: “Bir âlimin mürekkebi, şehid kanından daha üstündür.” Neden? Çünkü âlim, Hakk’a yüz tutmuştur, Hakk’ın sıfatını taşımaktadır. İnsanlara Hakk’tan bilgi sunmaktadır ve onları karanlıklardan aydınlıklara götürmektedir. Bu yüzden onların mürekkebi, şehid kanından daha üstün tutulmuştur.

“Sizi uyarması  ve sizin de ona karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir insan aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?” (Arâf, 63)

Bir Allah âşığının, yani Hazreti Muhammed’in âşığının da rûhu ve bedenindeki o ışık, o nûr da Hazreti Muhammed’in ışığıdır, O’nun nûrudur. Hazreti Muhammed, bütün nûrunu âşığında gösterirse, hâliyle Allah’ı zikreden bu kişi, şehitten üstündür.

“Kim, Peygambere itaat ederse, işte onlar, kendilerine nimet verilmiş olan peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nîsa, 69)

“İnsanın, altı cihette Cenâb-ı Hakk’ı seyretmesi zikir değil midir? Ya da Cenâb-ı Hakk’ı tefekkür etmesi zikir değil midir? Zikir nedir?”

Üç türlü zikir vardır: Birincisi cehrî zikir, sesli zikredilir. İkincisi hâfî zikirdir, sessiz zikredilir. Üçüncüsü ise kalbî zikirdir, adı üstünde kalbi zikir. Kalb, hakîkatte doğduğumuz günden itibaren daima ‘Allah’ diye zikretmektedir.

“Allah, sizi analarınızın karnından siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalbler verdi.” (Nâhl, 78)

Allah’ı her yerde görmek ancak âşığa mahsustur. Çünkü âşık, nereye giderse gitsin Sevgilisiyle beraberdir, nereye bakarsa baksın Sevgilisiyle bakmaktadır. Çünkü âşığın her zerresini Mâşuğu kaplamıştır, yani o her an zikirdedir.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar.” (Enâm, 36)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 8

“Hasan Dede, bir zât şöyle buyurmuş: ‘Eğer çok âşıksan, zaman kaybolur, derinliklere inersin ve müziksel bir rûhun varsa, o ahenk içinde zamanın durduğunu hissedersin. Güzelliğe karşı hassas bir rûhun varsa, bir güle bakarken bile zaman durur. Ve derinlere indiğin her an yaşam daha da güzelleşir. İnsan özgürlükten oluşur. Bilinç özgürlükten oluşur. Ölmekten mi korkuyorsun, ölemezsin. Çünkü hakîkatte sen yoksun, nasıl ölebilirsin? Benliğine bak, derinliğine in, göreceksin ki, kendi egondan başka ölecek kimse yok. Derinliklere baktığında orada bir benlik bulamayacaksın. O zaman ölmek olsalığı da olmayacak. Sadece ego düşüncesi, ölüm korkusu yaratır. Ego olmadığında ölüm de olmaz. Tasavvufta her şey geçer, fakat asla geçmeyen bir şey vardır; her şey doğar ve ölür, fakat hiçbir zaman doğmayan ve ölmeyen bir şey vardır. Ve sen o nihayî kaynağa odaklanmadıkça huzur bulamazsın, mutlu olamazsın. Evrende kendini evinde gibi rahat hissedemezsin, sadece bir kaza olarak kalırsın ve asla benimseyemezsin.’ Ne dersiniz?”

En başta buyurduğunuz gibi, âşıkta zaman kayboluyor. Bu nasıl oluyor? Çünkü âşık olan kişi akılda durmaz, kendinden geçmiştir. Kendinden geçtiği için de, akşam olmuş, sabah olmuş onun hiç önemi yoktur, çünkü o hâlâ kendini düşündüğü noktada tutmaya devam etmektedir. Öyle bir derinlere dalmıştır ki, o derinlerden çıkamaz, çıkmak da istemez.

“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz O’na ibâdet edenleriz.” (Bakara, 138)

Ölüme gelince; ölümden korkan kişi, nefs sahibidir, ego sahibidir. Ama bir gün gelecek o ego, o benlik ondan gidecek. Gençliği elden gidecek, hastalıklar zuhûra gelecek ve o zaman görecek ki, aslında ona ait hiçbir şey yokmuş ve korkmaya başlayacak.

“Nihayet ölüm bize gelip çattı.” (Müddessir, 47)

Ama eğer bir kişi, kendini iman ettiği yerde fânî kılmış ise, iman ettiği yeri kendinde var etmiş ise, o kişiye ölüm vuslattır. Vuslat ne demektir? Kendinden geçmek ve her an Sevgiliyle beraber olmak, onunla yaşamak demektir. Gün gelip Sevgiliden davet gelince de, ona gülerek gitmektir. O anda insanın yaşayacağı ancak tatlı bir heyecandır, korku değil.

“Ey Muhammed! De ki: Şüphesiz benim namazım da, diğer ibâdetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi içindir.” (Enâm, 162)

Hakk âşığında ego olmadığı için, o ölümden korkmaz. Zaten o yoktur, onda varolan Hakk’tır. Fakat nefsinde yaşayan, ego sahibi kişinin imanı da tam olmadığı için nereye gideceğini de bilmez ve ölümden korkar.

Hazreti Mevlâna şöyle der: “Ey insan, sen dört anasırın sahibisin. Birinci anasır vücudundaki harâret, güneşe aittir. İkinci anasır vücudundaki hava, semâvata aittir. Üçüncü anasır vücudundaki su, o da okyanusa aittir. Dördüncü anasır deri ile kemiktir, onlar da toprağa aittir. Bunların hepsi bir gün gelecek aslına gidecekler, peki sen nereye gideceksin? Aklını nerede tuttuysan, nereyi sevdiysen oraya gideceksin.”

‘‘Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.’’ (Hadîs-i Şerîf)

Bakın, Sultan’ül-Ulemâ Hazretlerine soruyorlar: “Bizden ayrılıyorsun, nereye gidiyorsun?” Onlara şu cevabı veriyor: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Âdem’den geldik, Âdem’e gidiyoruz.”

“O hâlde siz nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr, 26)”

Hazreti Muhammed Efendimiz, hayatı boyunca insanlık tohumu ekmeye çalışmıştır. İnsanlık tohumundan maksat, kendini ekmeye çalışmıştır. Ne mutlu o kişiye ki, sıdk-ı bütün bir imanla Hazreti Muhammed’e bağlanmıştır, bütün sevgisini O’na vermiştir ve Hazreti Muhammed Efendimizin varlığı onda tecellîsini göstermiştir.

“O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar.” (Gâşiye, 8)

Hazreti Muhammed, bindörtyüz sene evvel yaşamıştır ama, bu zamanda da O’nun vârisleri vardır. Biz, O’nun vârisleriyle dostluk kıldık ve O’nun bendesi olduk.

“Şüphesiz ki, her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir âlim gelecektir.” (Hadîs-i Şerîf)

Hakk âşıklarının kulakları dünyaya sağırdır, gözleri de dünyayı görmez. Onlar gönül verdikleri yerle işitir, gönül verdikleri yerle görür, gönül verdikleri yerle yaşarlar. Bu yüzden onların hâlleri başkadır, huzur içinde yaşarlar.

“Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Râd, 28)”

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 7

“Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: ‘Cennet ehlinin çoğu eblehtir. Kim cenneti isterse eblehtir. Zîrâ cennet nefsin arzusudur.’ Bu hadîsi yorumlayan bir zât diyor ki: ‘Ancak aşka mahrem olanlar, aşkın ne olduğunu bilirler. Aşka lâyık olan, Hûda’ya lâyık olur. Aşk sözü, aşktan başkasına efsane gelir. Ona aşktan bahsetmek haramdır.’ Ne dersiniz?”

Âşık, mâşuğunun sözünden başka bir söze ne kulak verir ne de dile alır. Neden? Çünkü Sevgiliyi bulmuş, o her yerde O’nunladır, O’nu dile getirir ve her yerde O’nu metheder. Şimdi bir âşığa, aşk hakkında akıl vermeye kalkarsak, onun o saf aşkını bulandırmış oluruz ve haram işlemiş oluruz. Ama eğer biz de aşkımızı dile getirirsek o zaman iki âşık bir oluruz ve aşkı beraber dile getiririz. Ve böylece aramızda çok güzel bir muhabbet doğar.

Misâl olarak; Hazreti Mevlâna ile Şems-i Tebrizî Hazretleri, üç ay boyunca hâlvet olmuşlardır. O hâlvet esnasında birbirlerine gönüllerini açmışlardır ve sayısız güzellikleri paylaşmışlardır. Aynı şekilde Hazreti Muhammed Efendimiz de gönlünü İmam Ali Efendimize açmıştır ve o güzellikleri onunla paylaşmıştır.

“Biz onların kalblerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar.” (Hicr, 47)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 3

“Cenâb-ı Peygamber Efendimize bir soru soruyorlar: ‘Yâ Resûlallah, kâinat henüz yaratılmamışken Allah ne idi ve nerede idi?’ Peygamber Efendimiz cevap olarak şöyle buyuruyor: ‘Allah vardı ve bu kâinat henüz ortada yokken yine vardı; kâinat yaratılmamışken bile onu gören ve bilen bir Allah vardı.’ Cenâb-ı Ali Keremallahu Veche Efendimiz de: ‘Aynı şu anda da böyledir’ buyuruyor. Ne dersiniz Hasan Dede?”

Allah dışında hiçbir varlık yoktur. Bizden de dile gelen kendisidir. Allah, her zaman kemâlatıyla çıkar, olgunluğuyla çıkar ve kiminle dile gelir? Bir mürşid-i kâmille dile gelir.

Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yani insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve varolmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz.

“Sen olmasaydın, ey Habîbim, kâinatı yaratmazdım.”

(Hadîs-i Şerîf)

“Kâinatı yoktan var eden, sonra onu yeniden vücuda getiren O’dur. Bu O’nun için pek kolaydır.  Göklerde ve yerde en yüksek şan ve şeref O’nundur. Çok güçlü olan O’dur, hikmet sahibi olan O’dur.”

(Rûm, 27)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 1

🌹BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Besmele, “Allah’ım senin adınla başlıyorum” demektir.

‘B’ harfinin okunabilmesi için altına bir nokta koymak lâzımdır. ‘S’ harfinin okunabilmesi için de üç nokta koyulur. Yani hep nokta ile bağlanıyor. Nokta, elif oldu. Elif, gökte güneş oldu. Elif, ay oldu, yıldızlar oldu. Elif, dünya oldu. Elif, Allah oldu, Muhammed oldu, hep elif yazıldı.

Kur’ân, baştan aşağı nasihattir ve dünyadaki varlıkları söyler. Nasıl söyler? İnsanla söyler. Kur’ân, kendi kendine hiçbir şey söylemez. Kur’ân, insanla dile gelir. Kur’ân, Allah kelâmıdır, fakat Allah, rüzgârla, bulutla, güneşle dile gelmedi. Allah, bu güzel kelâmları bir benî âdemin dilinden söyledi. Kimdi o benî âdem? Hazreti Muhammed Efendimizdi. O, içindeki kudrete ‘Allah’ ismini verdi ve her an her dakika Allah’ı zikretti.

“Kur’ân okumak ve Allah’ı zikretmek 

imanı kuvvetlendirir.”

(Hadîs-i Şerîf)”

Hazreti Muhammed, Hakk ile Hakk olmuştu, Allah’ın dışında hiçbir varlığı yoktu. O’nun vücudundan işleyen Allah’tı. Allah, teblîgatları ve bilgileri O’nun vasıtasıyla insanlara bildiriyordu. Bu sebeple, Hazreti Muhammed’i sevmek, Allah’ı sevmektir. Hazreti Muhammed’in dışına çıkmak, Allah’ın dışına çıkmaktır.

Bir insan, iman sahibiyse, Resûlüne ve Kitab’ına bağlı ise, Kur’ân onunla dile geldiği için o insan, canlı Kur’ân’dır.

Allah’ın bütün güzellikleri insanla dile gelmiştir. Hazreti Muhammed’i, Hazreti Mevlâna’yı, bütün Pîrân Efendilerimizi ve Evliyâullah’ı sevip saymak, Allah’ı sevmektir, Allah’ı saymaktır. Onlar kalabalık görünürler ama hepsi bir mânâyı taşırlar. Hepsinde Hazreti Muhammed Efendimizin kokusu vardır, hepsinin dilinde aynı tat vardır.

Bizler, Hakk’ı gayrıda aramayalım; bu âlemin fâtihi ve hâkimi insandır.

“Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetîh verdik.”

(Fetîh, 1)”

(Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 35

RÛHLAR ÜÇ KISIMDIR…🌹

Mahmut Efendi: Eflâtun diyor ki: “Bir insanın dünyaya gelişi denizin kıyıya vuran dalgaları gibidir. Dalga kıyıya gelir ve tekrar denize döner. İşte o geliş ve gidiş, insanın yaşadığı hayattır. Göründüğü gibi, O böyle bir geçici varlık istemez. Kalıcı bir varlık olup vahdet deryâsına ulaşmak ister. Bu ise kendini tanıyarak ve daha doğarken ölümünü anlamakla, yani Hazreti Muhammed Efendimizin, “Ölmeden evvel ölünüz” hadîsini kendisine zevk edinip kemâlâtına erişmekle mümkündür.” Siz ne dersiniz?

Hasan Dede: Eflâtun da, Peygamber Efendimizin buyurmuş olduğu gibi, bir Peygamberdi. Hazreti İsa’dan beşyüz sene önce yaşamıştı. O da kendine gelen ilhâmlarla doğru söylüyor. Bir insan kendini bilerek yaşarsa hiç hatalara düşmez. Ama bir insan kendini bilmeyerek yaşarsa ve bir de kimliğini öğrenmek için arayışa düşmezse, demek ki ona verilen o akıl boşa verilmiş, o aklı doğru yolda kullanmıyor ve ömrünü boşa zâyî ediyor demektir. Bizim burada vazîfemiz yolcuya kendinin kim olduğunu bildirmek, kimliğinden haber vermektir. Eğer yolcu burada anlatılanlara kulak verir de kimliğini öğrenmeye ve kendini bulmaya gayret ederse, kısa zamanda kurtuluşa erer. Ama kulak vermez de nefsinin tuzağında yola koyulursa hiçbir yere varamaz.

Rûhlar üç kısımdır. Birinci rûh, ne zaman sûret giydi, ona soruldu, “Sen kimsin?” Hemen cevap verdi Yaratan’a, “Sen sensin, ben de benim“ dedi ve daha sûrete bürünür bürünmez Allah’ı inkâr etti. 

İkinci rûh, sûrete bürününce, ona da aynı soruyu sordular. O da şöyle cevap verdi, “Ben senin tarafından yaratıldım Allah’ım, varlıklarına yönlendim, sana arka çevirdim, ama anladım ki varlıklar beni sonsuz güzelliğe ulaştırmıyor, nâdim oldum, sana döndüm Allah’ım.” Bu rûhlar da bizleriz, yani gün geliyor, 30-40 yaşından sonra arayışa düşerek, bir Mürşid-i Kâmil’in huzûrunda yeniden doğarak kurtuluşa ulaşıyoruz. 

Üçüncü rûhlar ise sûret bulunca, onlara soruldu, “Sen kimsin?” Üçüncü rûh başını secdeye vurdu ve “Ben yokum Allah’ım, sen varsın. Ben ancak senin emrinle ayağa kalkarım, senin emrinle konuşurum, senin emrinle yaşarım. Senden emir almadan benim saçımın bir teli dahi oynamaz.” Bunlar da Nebîler ve doğuştan Velîler, yani Pîrân’dır. Pîrân Efendilerimizin hepsi bende-i Resûl’dür. Eğer öyle olmasalardı, o tebessümlü yüzler, o güzel sözler onlardan dile gelemezdi, bu kadar sevgi dolu ve birleyici olamazlardı. Onlar hiç mezheplerde gezmemişlerdir. Onların dini de, imanı da mezhebi de Resûlallah Efendimizdir. Onlar, Resûlallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ’Bir’den konuştular.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…