MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 49

SEVGİ İLMİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hepimizin bildiği gibi, Hallâc-ı Mansûr Hazretleri, “Ene’l-Hakk” diye hitâb etti ve asıldı. Üç günde onu infâz ettiler. İlk gün kollarını ve ayaklarını kestiler. O da, kesilen kolundan akan kan ile abdest aldı. Bir sözü vardır ve der ki: “İnsanın hayatta iki rekât namaz kılması kâfîdir, ancak abdesti kendi kanıyla alması gerektir.” 

İkinci gün, kafasını kesip, derisini yüzdüler; üçüncü gün de bedenini yakıp, küllerini Dicle’ye attılar. Ve külleri, Dicle suları üzerinde ‘Ene’l-Hakk’ yazdı. Bu, Hallâc’ın namazı tabii…

Dede, sorum şu: Deniliyor ki; insana en başta lüzumlu olan ilimdir, ilimden başka bir şeyin değeri yoktur. Önce derde düşülecek, aranacak; hakîkate ermenin yolu bulunacak; ilmi, yani mürşid-i kâmili bulan, Hakk’ı bulmuş olur. Siz ne dersiniz bu konuda?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Çok yerinde söylenmiş; hakîki mürşid ilimdir. Hazreti Resûlallah, selâm olsun üzerine, ne buyuruyor? “İkre!” yani “Oku!” Biz, ilim tahsîl etmeseydik, okuma yazma bilmeden, kalkıp Hazreti Muhammed Efendimizin eserlerine el atamazdık ve O’nun kimliğini öğrenemezdik. Peygamber Efendimizin, Hazreti Mevlâna’mızın eserlerine el atmadıktan sonra, onların kimliklerini öğrenmedikten sonra, onların büyüklüklerine, onların güzelliklerine nasıl ulaşabilirdik. 

Ne zaman ki, onların hakîkatleri, okuduğumuz ilimler sayesinde, bizlerde yansımalarını gösterdi; onlara karşı sevgimiz arttı ve sonrasında da sevgimiz aşka dönüştü. Biz aşka düştükten sonra ise, O’nun o güzel yüzü göründü ve bizi bizden aldı. 

Allah ganî ganî rahmet eylesin, benim şeyhim Hakkı Dede, bana şunu söylemiştir: “Hasko! Bizim dergâhta dile getirdiğimiz Mesnevî-i Şerîflerin ya da sohbetlerimizde işittiklerinin hepsi kulaktan dolmadır. Yanlış da konuşabiliriz, doğru da konuşabiliriz. Ama sen, al Pîrimizin eserlerini oku, seninle beraber ben de dinliyim.” 

Biz, şeyhimle akşam oldu mu, sabahlara kadar evin balkonunda otururduk ve ben okurdum, o da dinlerdi. İnsan, okumakla bir yerlere varır. Ama hiç okumazsan, Hazreti Muhammed Efendimizi öğrenemezsin, ancak yine ilim sayesinde öğrenirsin. 

Peki, Hazreti Muhammed Efendimizin okuma yazması yoktu, nasıl ilim sahibi oldu? Çünkü O’nun ilmi sevgi ilmiydi. O, bütün yaratılanlara sevgi ile bakmıştır ve baktığı varlıklar, O’nun dilinden kendi hâllerini söylemişlerdir ve Hazreti Muhammed de onları isimlendirmiştir. Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimizin ilminin sonu yoktur. 

O’na sordular: “Sen annesiz, babasız büyüdün; seni alıp okula götürecek bir kardeşin de yoktu. Sen sahip olduğun bu ilimleri nereden tahsîl ettin?” 

İşte Hazreti Muhammed, onlara şu cevabı verdi: “Doğru söylüyorsunuz. Anasız, babasız büyüdüm ve bir kardeşim de yoktu. Fakat ben sizin okuduğunuz gibi, bir hocanın yanında okumuş olsaydım, ben de ancak sizin sahip olduğunuz kadar bir bilgiye sahip olurdum. Oysa benim hocam Yaratıcı’dır!” 

İşte bizler bütün bunları ilim sayesinde öğreniyoruz. 

Yani, Mahmut Efendi, ilim şarttır. Câhile değer verilmez. Ne diyor Hazreti Ali Efendimiz:

“Bana bir harf öğretene kırk yıl hizmet ederim.”

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 32

ENE’L HAKK…🌹

Mahmut Efendi: Şiblî Hazretleri diyor ki: “Ben ve Hallâc-ı Mansûr aynı kâseden içtik; ben ayık kaldım, o sarhoş oldu. Bunun üzerine hapsedildi ve bir gün öldürüldü.” İbn-i Arabî de; “Şiblî’nin ayıklığını Hallâc’ın sarhoşluğuna tercih ederim” buyuruyor. Siz bu konuda ne dersiniz Dede?

Hasan Dede: Hallâc-ı Mansûr’un, selâm olsun üzerine, imanı güçlü, aşkı tam ve âşık olduğu yer ile sarhoş. Şiblî de, aşkın şarabını içtim, diyor ama gönlü tam değil ve imanı da güçlü değil, bu yüzden akılda kalıyor ve o güzelliklere vâkıf olamıyor. Bunlar çok ince hesaplardır. Hazreti Pîr’in diliyle anlatıcak olursak; o kadar rahmete vermiş kendini ki, Resûlallah’tan ileri çıkmak istiyor. Nasıl ileri çıkmak istiyor? Resûlallah Efendimiz, selâm olsun üzerine, Mîrâc’ta bütün ümmetinin berâtını istiyor; Mansûr-u Hallâc, Resûlallah’ın dilinden bunu duyunca diyor ki: “Ben Resûlallah gibi Mîrâc etmiş olsaydım, Allah’tan yalnız ümmetimin berâtını değil, bütün insanlık âleminin berâtını isterdim.” Hallâc, bu sözü der demez hemen o akşam Peygamber Efendimiz asık bir yüzle rüyâsına çıkıyor. Mansûr-u Hallâc buna çok üzülüyor ve Peygamber Efendimize niyâz ediyor ve, “Ne suç işledim ya Resûlallah, o güzel yüzünü neden benden uzak tutuyorsun, asık yüzle çıkıyorsun?” diye yalvarıyor. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hallâc’ın bu yakarışlarına günlerce bir cevap vermiyor. Sonunda bir gece yine Mansûr’un rüyâsında görünüyor ve şöyle buyuruyor: “Yâ Mansûr, ümmetimin berâtını isterken acaba ben mi istedim, yoksa benden Allah mı istedi? Sen beni Allah’tan ayrı mı görüyorsun?” Peygamber Efendimizin bu sözleri üzerine Mansûr söylediklerinden bin pişman oldu ve, “Ne olur yâ Resûlallah beni affet” diye yakarmaya başladı. Resûlallah ona şu cevabı verdi: “Ancak başını verirsen affıma mazhâr olursun!” Mansûr bunu duyunca hemen ertesi günü kendi cemaatine şöyle bir seslenişte bulundu: “Ene’l Hakk!” Cemaat, Mansûr’un bu sözü üzerine Allah’lık davasına girdiğini düşündüler ve buna isyân ettiler. Mansûr’u taşa tuttular, çarmıha gerdiler, başını kopardılar. Fakat yine de boğazından akan kan “Ene’l Hakk” yazdı. 

Hazreti Mevlâna buyurur der ki: 

“Mansûr sözünde Hakk’tı ama cemaati o görüşe sahip değildi; sahip olmuş olsalardı Mansûr’u idam etmezlerdi.”

Bir gün Mevlâna’ya şu soruyu soruyorlar: “Yâ Mevlâna, senin yolunda yürüyen evlâtlarının mükâfatı nedir?” Mevlâna onlara şu cevabı veriyor: “Tanrılık!” İşte sen birini Tanrı’laştırırsan, artık Tanrı Tanrı’yı asamaz. 

Bir örnek daha vereyim; İbrahim Edhem Hazretleri, Hicâz yolunda öyle bir dil sarfediyor ki, Hac arkadaşları hayran oluyorlar ve ona soruyorlar: “Yâ Edhem, bu sözler Kitap’ta yok, ama sen o kadar şifâî sözler söylüyorsun ki, bizim rûhumuza ferahlık veriyorsun. Sen bu bilgileri nereden aldın?” İbrahim Edhem Hazretleri onlara şu cevabı veriyor: “Ben Tanrı’mı öldürdüm de bu bilgilere sahip oldum.” Bu sözleri üzerine etrafındakiler İbrahim Edhem’e cephe alıyorlar, kargaşa çıkartıyorlar ve onu idama götürüyorlar, fakat ipi çekmeden son sözü olup olmadığını soruyorlar. İbrahim Edhem onlara şöyle sesleniyor: “Benim öldürdüğüm Tanrı, şu anda sizlerden ferman çıkardı beni asıyor; işte benim o öldürdüğüm Tanrı, nefsimdi.” İbrahim Edhem, nefsini öldürünce, Tanrı kendisinden ‘Rahman’ sıfatıyla tecellî etmişti ve onun dilinden o güzel sözleri söylemişti; fakat halkın uyduğu nefsi nerdeyse İbrahim Edhem’i idama götürecekti.

Yani sonuç olarak Mansûr-u Hallâc sözünde Hakk’tı, fakat Şiblî akılda olduğu için henüz o lezzete sahip değildi.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (167)

Hazreti Mevlana, Divan-ı Kebir’inde aşktan şöyle bahsediyor: “Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sanma. Aşk, ab-ı hayattır; onu canla gönülle kabul et. Aşıklardan başkasını sudan ayrılmış balık gibi bil; o, vezir bile olsa, sen onu ölmüş say. Aşk, eşya dengini açınca, her ağaç yeşillenir. Kocamış ağaçtan biten taze yapraklar her an meyva verir.” Efendimiz (sav), bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “İnsanlar uykudadır, ancak öldüklerinde uyanırlar.” İnsanların uyanmaları için mutlaka aşka mı düşmeleri gerekir?

Bir insan eğer yaşadığı müddetçe aşka düşmemiş ise, yaşıyor gibi görünse de aslında ölü sayılır.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar. Kalben ölü olanları ise yalnızca Allah diriltir. Sonra da hepsi ona döndürülürler.” (En’am, 36)

Bir gün bir sohbet esnasında Hazreti Mevlana, bütün bu kainatın ölü olduğunu söylüyor. Etrafındakiler hemen, “Nasıl olur bu Ya Mevlana, hepsi canlı görünüyor.” “Evet” diyor, “Canlı görünüyorlar, konuşuyorlar ama bütün sözleri dünyevi, gözleri de görüyor ama dünyevi bakıyorlar; hakikatleri gören yok…” Yine soruyorlar: “Peki bunlar nasıl kurtulurlar?” Mevlana şöyle cevap veriyor: “Bir Allah dostuyla arkadaşlık yaparlarsa, ondan can bulur, gözleri açılır ve kurtulurlar.”

“Andolsun, siz ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz.” (Al-i İmran, 143)

Hazreti İsa’dan da bir örnek verelim: O da körlerin gözlerini açtı. Nasıl açtı? Hakikatleri söyleyince körlükten kurtuldular, gözleri görür oldu; yani ölüleri diriltti. Bakın Hazreti Mevlana çok güzel söylüyor: “İsa Ruhullah, ölüleri diriltti, körlerin gözlerini açtı, topraktan kuş yaptı, ona ruh verdi ve uçurdu. Fakat o İsa’daki nefes de ben idim.” Ve yine şöyle der: “Adem henüz balçık halinde iken, ben Nebi idim. Mansur-u Hallac, sözünde Hakk’tı, ben ne zaman ‘Ene’l-Hakk’ dedim yeryüzünde ağaç yok idi.”

“Allah, onu İsrailoğullarına bir Peygamber olarak gönderecek ve o da onlara şöyle diyecek: Şüphesiz ben size Rabb’inizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer müminler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Al-i İmran, 49)

Derinlere inildiğinde insanın ne kadar yüce bir varlık olduğu meydana çıkar, fakat sığlarda kalınırsa, insanlar kendilerinden habersiz yaşayıp giderler.

“O, rüzgarları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgarlar ağır bulutlar yüklendiği vakit, onları ölü bir beldeyi diriltmek için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.” (A’raf, 57)