MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 46

GÖNÜL KÂBESİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Yine Hazreti Mevlâna diyor ki: “Bütün iyi ve kötü, dervişin cüz’üdür. Eğer böyle değilse, o derviş değildir.” Ne buyurusunuz Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Cenâb-ı Mevlâna, bir başka yerde de şöyle buyurur, der ki: 

“Bütün bu âlemde ne görüyorsanız, hepsi sevgilimin ailesidir.” 

Neden böyle söylüyor? Çünkü hiçbiri Onun dışında değildir. Hiçbirini hor göremezsin, hiçbirini incitemezsin. Eğer incitirsen, bil ki o zaman sevgilini incitmiş olursun. Bu yüzden, Yaratan’dan ötürü bütün yaratıklara sevgi ve saygıyla bakarak ve hep birleyici sözler söyleyerek yola çıkmamız lâzım. İkiliğe hiç yer yok.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, Hazreti İsa, bir gün diyor ki: “Tanrı vardır ve sizler Ona bakıyorsunuz.” Ne dersiniz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa, çok yerinde söylüyor. Çünkü İsa konuşurken, dinleyenler ona bakıyor. Ama kendisi diyemiyor ki: “Ben Tanrı’yım!” 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Ama bir tek Hazreti İsa böyle söylemiş, başka hiçbir peygamber veya velî söylememiş.

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa dedi ama, Hazreti Şems’in de buna benzer bir esprisi vardır, şöyle ki: Şems-i Tebrizî Hazretleri, selâm olsun üzerine, bir gün yolda gidiyormuş. 

Hocanın biri yolunu kesmiş, ama bilmiyor Şems kimdir, dönmüş demiş ki: “Derviş baba, sana bir şey sorabilir miyim?” 

Şems demiş: “Sor!” 

Hoca sormuş: “İblis ne çeşittir?” 

Şems-i Tebrizî hemen cevap vermiş: “Senin gibi!” 

Hoca kızmış: “Hâşâ! Nasıl olur benim gibi?” 

Hazreti Şems yine cevaplamış: “Tabi senin gibi! Sorsaydın Rahman’ı ne çeşittir, o zaman ben yine derdim, senin gibi!”

Kişi ne havadaysa, aynen onu yaşar. Bunlar hep güzel derslerdir bizlere.

Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. 

Cenâb-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed Efendimizden göstermiştir. Onunla beraber Peygamberlik defteri örtülmüştür ve Velâyet defteri açılmıştır. Ondan sonra gelen bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönüllerini vermişler, Onu kendilerine sevgili edinmişler ve topluma Onun yüzüyle çıkmışlardır. 

Cenâb-ı Mevlâna, ‘Gönül’ hakkında şöyle bir dil sarfeder:

“Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür.

Cenâb-ı Hakk , görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.

Şunu iyi bil ki, sen, Allah’ın evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe’ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez. 

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin.

Allah’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hakk; ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!’ diye buyurur.

Çünkü, altın ve gümüş, bizim için hiçbir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir.

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’den de, Kalem’den de!.. 

Harâb gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk’ın nazarında hacdan da, ümreden de değerlidir.

Hakk’ın defineleri, harâb gönüldedir! Harâbelerde, pek çok defineler gömülüdür.

Mutlu olmak, mânen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak.

Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar.

Dilinden sel gibi âb-ı hayat akar; nefesin, Hazreti İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara devâ olur.

İki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; ‘Sen olmasaydın, bu kâinatı yaratmazdım!’ hadîsinin mânâsını düşün. 

Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekânın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı? 

Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz.”

Yine bir başka seslenişinde şöyle diyor Hazreti Mevlâna:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey…

Kimden kapıp, kurtarıyoruz Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!..”

Bunları dile getirmemin sebebi şudur: Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için sevgi ve gönül şarttır. Yoksa boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 31

ÖZGÜR VE HÜR YAŞAMAK NE DEMEKTİR?..🌹

Mahmut Efendi: İnsanlar belirli fikirler içindeler ve bunlara hapsolmuş durumdalar, gerçekleri bulamıyorlar ve karanlıktalar. Hazreti İsa Aleyhisselâm’ın bir sözü var, şöyle diyor: “Gerçeği bilin ve gerçek sizi özgür kılsın. Gerçek, ilâhî güzelliktir; mevcuttur ama varlığı yoktur. Bütün rûhunla arınman gereklidir. Tam bir özgürlük içinde aramazsan bulamazsın. Kimsin sen? Neden yaşıyorsun? Yaşamanın amacı nedir? Evren nedir? Niye varoldum? Hayatımı nasıl yaşamalıyım? Neredeyim? Nereye gidiyorum? Bu sorular bir insanda zuhûr eder de cevaplarını bulmaya çaba sarfederse insan gelişir, değişir ve özgürleşir. Bu güne kadar etrafımızın geliştirdiği baskılardan kurtulmak ve içimizdeki saklı olan hakîkatleri bulmamız gereklidir.” Siz ne buyurursunuz Dede?

Hasan Dede: Toplumun fikirleri öyle yerlere saplanmış ki, hüzünlerden, gamlardan, sıkıntılardan hiçbir türlü kurtulamıyorlar. Ne kadar Allah’ı da zikretseler, ibâdet de yapsalar, özgürlüğe ve temiz bir rûhanîyete kendilerini veremiyorlar. Peki bunun sebebi nedir? Bunun sebebi iman zayıflığıdır. Neden iman zayıflığıdır? Bir insanın bağlandığı yere imanı gerçek ise, o insan gama sıkıntıya düşmez, çünkü kendinde yaşamaz. Gönlünü vermiştir Pîrine ve Pîriyle Hazreti Muhammed’e, ona inanmış ve ona iman etmiştir, onunla içini güzelliklerle donatmıştır, oranın güzelliklerine kendini kaptırmıştır. Ve işte bu kişi özgürlüğüne kavuşmuş sayılmaktadır. 

İşte Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, şöyle buyuruyor: 

“Komşunun her sabah tasında bal, zeytin, peynir bulunur. Benim ise önümde tuz ve bir tas da ayranım vardır. Benim ayran tasım, soframdaki tuzum bana her şeyin üstünde bir tat vermektedir, sayısız cihanlar bağışlansa da hürriyetimden bir zerre satmam.” 

Herkes kendi fikrince inandığını savunur, kendi imanını güçlü bilir. Ama belki de kendimizi avutuyoruz, çünkü sıkıntılar bir türlü gitmiyor. Ehli iman sahibinde katiyyen gam gasabet yoktur. 

İşte Şeyh Gâlib Dede Hazretleri, selâm olsun üzerine, şöyle der: 

“Gam ve keder halk-ı cihanındır, âşıkta gam keder neyler?” 

İnsan iman ettiği yerin güzelliklerini gördükten sonra artık gönül oraya verilmiştir, o kişide artık kimlik yoktur. Ama bunlar yok ise, ne kadar bilgiye sahip olursan ol, sen ancak meyvanın kabuğuna erersin, tadına varamazsın. Bilgiye sahip bir insan gurura kapılırsa, başkalarını hor hakîr görürse, o benlikle mahvolup gitmeye mahkûmdur. Ama tevazûya inip, yoklukta durursa, ona ait hiçbir şeyin olmadığını, bütün sahip olduklarının Yaratıcı’dan olduğunu bilir ve her ân şükrederek niyâzlarda bulunarak yaşarsa, o kişi hiçbir zaman mahkûm olmaz, özgür olur ve hür yaşar.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MANEVİ MENKIBELER – 45

Allah, insanla görür insanla bilir…

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed, yalnız kendi cemaatine değil bütün insanlık alemine rahmet olarak gelmiştir, özgürlük va’d etmiştir, huzur vermiştir, kimlik vermiştir. Hepsinin en güzel şekilde yaşamalarını sağlamıştır. 

İnsanlık toplumu, ister İsa Ruhullah’tan ister Musa Kelamullah’tan, ister Davud Aleyhisselam’dan, ister diğer Peygamberlerden haberleri olmadığı için, nefsi arzularına kendilerini bırakmışlar, kendi kimliklerinin dışına çıkmışlar, insanlıktan çok uzak kalmışlar; birbirlerine zarar vermektedirler, birbirlerini incitmektedirler, birbirlerini öldürmektedirler. Bunların hepsi kimliklerinin kıtlıklarından bu hallere düşmüştürler…

Peki bunlar nerden kaynaklanıyor? Her zaman söylüyorum, bilginlerimiz, noksan bilgilerle cemaatlerine bilgi sundukları için, insan toplumunda bu ikilikler, bu kavgalar, bu düşmanlıklar meydana geliyor ve böyle giderse meydana gelmeye de devam edecek…

Şimdi Peygamber dediğimiz zaman, bu ne demektir? Nerden pey veriyor? Allah’tan pey veriyor. Peki Allah nerde ikamet ediyor? Kimliği nedir? Nasıldır? Nicedir? İnsan, neden araştırmıyor? Neden kalkıp efendisine, yahut da mürşidine, bana bunu açıkla, tanıt, diye sormuyor? 

Bir insan sormadıktan sonra, derin bilgilere inmedikten sonra irşad olamaz. Çünkü Allah, ancak insanla bilir, insanla görür…

Vaktiyle bir şeyh, bir müridini çok severmiş, ona daima iltifat eder ve herkesin içinde sevdiğini belli edermiş. Bu durum diğer müridler arasında kıskançlığa sebep olurmuş. Bir gün dayanamayıp şeyhin huzuruna gelmişler ve ona, neden o müridini bu kadar çok sevdiğini sormuşlar. Şeyh, bunun üzerine o çok sevdiği müridi de dahil hepsini biraraya toplamış ve onlara dönüp, “Şimdi sizlerden bir şey yapmanızı isteyeceğim… Her biriniz birer canlı tavuk alacaksınız ve bu gece, Allah’ın görmeyeceği bir yerde onu öldürüp yarın bana getireceksiniz! Sorunuzun cevabını da o zaman sizlere söyleyeceğim” diye buyurmuş. Şeyhin bu emri üzerine hepsi evlerine yollanmışlar ve birer tavuk almışlar. Biri almış tavuğu bodruma inmiş ve orada öldürmüş. Bir diğeri karanlık bir odaya girmiş, orada tavuğun canını almış. Bir ötekisi ise ormana gitmiş, ıssız bir yerde tavuğun canına kıymış. Öbürü dama çıkmış, berisi kuyuya inmiş… ve hepsi karanlık bir yer bulmuş, Allah’ın görmediği bilmediği, tavukları kesmişler. Şeyhin çok sevdiği müridi ise, oraya gitmiş buraya gitmiş, ama Allah’ın onu göremeyeceği hiçbir yer bulamamış ve tavuğu da kesememiş. Ertesi gün hepsi ellerinde ölü tavuklarla şeyhin huzuruna gelmişler. Şeyhin sevdiği mürid ise, tavuğu canlı getirdiği için, arkadaşlarının alaycı bakışlarından utanarak bir kenara çekilip, şeyhini beklemeye koyulmuş. Şeyh geldiğinde, o hariç hepsi kendilerinden çok emin bir halde ölü tavukları şeyhlerine sunmuşlar. 

Şeyh dönüp, sevdiği müridine, “Sen neden kesmedin tavuğu? Bak bütün arkadaşların tavukları kesip getirmişler” diye seslenince, hepsi birden, şimdi şeyh ona kızacak diye sevinmişler. 

Mürid, sessizce, biraz da utanarak yaklaşmış, “Şeyhim” demiş, “siz dediniz ki, tavuğu Allah’ın göremeyeceği bir yerde kesin, fakat ben nereye gittiysem her yerde Allah her yaptığımı görüyordu.” 

Şeyh bu cevap üzerine, “Peki nasıl görüyordu evladım?” diye sorunca, mürid bu defa, “Benim gözlerimden görüyordu şeyhim!” diye cevap vermiş. 

Şeyh bu cevabı duyar duymaz, “Aferin evladım, işte ben de senden bunu beklerdim” demiş ve diğerlerine dönerek, “Şimdi anladınız mı ben onu neden bu kadar seviyorum?” diye buyurmuş.

Allah, dediğimiz zaman, Allah, güneşle, ayla, yıldızlarla dile gelmez. Neyle dile gelir? İnsanla dile gelir. 

Allah, güneşi, ayı, yıldızları, dağları, çimenleri, okyanusları yarattı, hiçbirinden dile gelemedi. En son insanı yarattı, insan gözüyle bu alemde yarattığı bütün varlıkları seyretti ve hepsini isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Kendi içinde, onu canlı tutan, ona hayat veren o kudrete ‘Allah’ ismini verdi. 

İnsan, hala Allah’ı kendi dışında aradığı için malesef ikiliklerde gezmektedir. İkiliklerde gezdiği için de hatalara düşmektedir. Kendi dışında saydığı bütün varlıklara zarar vermektedir. Hakikatte ise kendine zarar vermektedir…

Allah’ı kendinde bulan insan kadar mukaddes bir varlık daha yoktur. O, şefkat kaynağıdır, merhamet kaynağıdır… O, kimseye zarar vermez, vermek de istemez. Her varlığa sevgiyle, merhametle, şefkatle çıktığı için de, hiçbir varlık ona zarar veremez… Ona zarar verdiğini zanneden, ne zarar verirse ancak kendine verir.

Hünkar Hacı Veli Bektaş, selam olsun üzerine, bakıyor ki bir arslan bir ceylanı kovalıyor, alıyor ceylanı sol koluna, arslanı da alıyor sağ koluna, ikisini de yanyana oturtuyor, birbirlerine bakıyorlar ama birbirlerine dokunmuyorlar.

Mevlana da buyurur, selam olsun üzerine, “Benim sohbetlerimde bulunan yolcu” der, “beni can kulağıyla dinlerseler, kurt ve koyun gibi birarada otururlar, birbirlerine zarar vermezler.”

Bu kadara kadar, mana büyüklerine her varlık saygı gösterir. Çünkü hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin kardeşleridirler, yani hakikatte Allah’ın kardeşleridirler.

İşte Mevlana… “Ey insan” diyor, “ne gördüysen bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste, kendinde iste, çünkü sen her şeysin…”