MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (103)

Sünnilerde Hazreti Muhammed, Alevilerde Hazreti Ali önde, neden?

Hazreti Muhammed’in kurduğu Cumhuriyet, Hazreti Ali’nin vefatına kadar sürdü. Hazreti Ali, Mülçem tarafından şehit edildikten sonra, iktidarı ele geçiren Emeviler kendi saltanatlarını kurup, Resulallah’ın hakikat düzenin ortadan kaldırdılar.
Hazreti Mevlana’nın, Hacı Bektaş Veli’nin, bütün Evliyaullah’ın, bütün tasavvuf ehlinin temelinde Hazreti Ali vardır. Ali’siz yol yok. Çünkü Hazreti Muhammed’in de gönlünde Hazreti Ali vardı.
Hazreti Muhammed kırk yaşında, Peygamberliğini ilan ettiği zaman Hazreti Ali yirmi yaşlarındaydı. Hazreti Muhammed’in Allah’ın güzelliklerini yad edişi, çok hoşuna gittiği için der ki: “Ne güzel tebligat yapıyorsun. Neden şimdiye kadar halkı, Hakk’a davet etmedin?”
Hazreti Muhammed, ona şu cevabı verdi: “Ben doğuştan hem Nebiyim hem Veliyim ya Ali! Dini beraber yayalım diye seni bekledim.”
Bir rivayet anlatayım.
Bir gün Hazreti Ali, savaşta elde edilen ganimeti Peygamber Efendimize teslim etmek için onun evine gitti. Peygamber Efendimiz sahabesi ile mescitte olduğu için ganimeti, Ayşe yengemize bıraktı. Ayşe yengemiz ganimeti kurcaladı, içinden bir kolye beğenerek, “Bunu çok beğendim, kendime alayım” dedi.
Hazreti Ali, “Onu sana veremem, Resulallah’a iğnesine kadar ganimeti teslim edeyim, o isterse sana hepsini versin” dedi.
Ayşe yengemiz biraz direndi, Hazreti Ali de elinden tutarak kolyeyi alıp ganimeti torbasının içine attıktan sonra çıkıp gitti. Hazreti Muhammed gelince, baktı ki, Ayşe yengemizin yüzü biraz asık.
“Ya Ayşe rahatsız mısın?”
“Yok.”
“Neden yüzün asık?”
Durumu anlatarak, “Ali elimden tutarak beğendiğim bir kolyeyi aldı” dedi.
Hazreti Resulallah da, “Ali’nin eli benim elimdir” deyince, Ayşe yengemiz, izin isteyip o akşam baba evine misafir gitti. Babasına durumu anlattı. Babası da, “Bir şey diyemem, yarın bunu mescitte Resulallah’a soracağım” dedi.
Sabah namazını eda ettikten sonra, Ebu Bekir Sıddık durumu anlattı. Hazreti Muhammed hakikati ortaya çıkarmak için sahabenin ortasında, “Ya Ali, ayağa kalkar mısın?” dedi.
“Saddak ya Resulallah!”
“Gel beni bir kucakla.”
Gelip kucakladığı zaman Resulallah görünmedi, sadece Ali göründü.
“Aç kollarını.”
Kollarını açtıktan sonra, Hazreti Muhammed, Hazreti Ali’yi bir kucakladı ki, Hazreti Ali görünmedi, tek Resulallah var.
İkisini ayırmak hakikatleri bilmemekten, öğrenmemekten ileri gelir.

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (102)

Alevi Sünni ayrımı nereden kaynaklanıyor?

Bizde hiç ayrım yoktur, Sünni nasıl sevilirse, Alevi de öyle sevilir. Hazreti Muhammed’i seven, Hazreti Ali’yi sevmiştir. Hazreti Ali’yi seven, Hazreti Muhammed’i sevmiştir. Hazreti Muhammed’le Hazreti Ali surette iki, manada birdir. Onlar, bir nurun bir ruhun varisleridirler. Derinine inmeyen kişiler ayrımcılık yaparlar.
Hazreti Ali, Kabe’nin içinde dünyaya geldi.O, Hazreti Muhammed’in eğitiminde yetişti ve on yaşlarına geldiği zaman, Müslümanlığı kabul etti. Kızlardan Fatıma anamız, hanımlardan Hatice anamız Müslümanlığı ilk kabul edenlerdendir.
Alevi, Sünni ayrımına gelince, Hazreti Muhammed’den şefaat bekleyen bilsin ki Hazreti Ali’den şefaat bekliyor. Bir Alevi canı Hazreti Ali’den bir şefaat beklerse, bilsin ki Hazreti Muhammed’den bekliyor. Hazreti Muhammed ile Hazreti Ali beden olarak ikiydi, ruh olarak, nur olarak birdiler, hiç ayrı gayrı değil. Bunları ayıran ehli insan olamaz. Bunlar cehaletten kaynaklanıyor. Hepimizin kitabı Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed’i kim güzel tanırsa bu kişi de hiç ayrımcılık bulunmaz. Şimdi düşünün, Hazreti Muhammed’i en iyi tanıyan, en iyi bilen Hazreti Ali’dir. Nasıl Hazreti Ali’yi ayrı görmeye kalkarız? Sünni, Alevi ikiliğine hiç yer yoktur.

 

Kızılbaşlık nedir, bunu açıklar mısınız?

Birçok kişi bunu yanlış biliyor. Kızılbaşlık nereden gelmedir, buradan Hazreti Mevlana’nın dilinden duyun…
Hayber Kalesi, Musevi’lerin elindeydi. Musevi’ler çok güçlüydüler ve başka dinden olanlara zarar veriyorlardı.
Hazreti Muhammed, Ebu Bekir’i huzuruna çağırarak, “Senden Hayber’i fethetmeni istiyorum” der ve askerleri Ebu Bekir’in emrine verir. Ebu Bekir, kan dökülmeden teslim olun diye Musevi’lere tebligatta bulunur. Musevi’ler bunu kabul etmez ve savaşa girerler. Ebu Bekir, zayiat vererek Hayber’i almadan geri döner. O sırada Hazreti Ali’nin gözleri rahatsız olduğundan Hazreti Muhammed ona birkaç gün istirahat vermişti. Hayber’in alınmasını Ömer-i Faruk’dan ister ama o da zayiat vererek döner. Osman-ı Zinnuri’yi görevlendirir, o da Hayber’i alamaz. En sonunda Hazreti Ali’yi çağırarak, “Ya Ali! Senden Hayber’in fethedilmesini istiyorum” der. Hazreti Ali, “Saddak ya Resulallah!” diye cevap verir ve çarşıya çıkıp, top top kırmızı kumaşlar alarak, bütün askerin başına kırmızı bağlar. Kendi başına da bağlar. Sabah namazını eda ederler. Hazreti Muhammed, iki rekat da gaza namazı eda ettirdikten sonra elini öpmek için yanına gelen Hazreti Ali’ye sorar:
“Ya Ali! Neden başını kırmızı bağladın?”
O da, “Sadece ben değil, bütün askerin başını kırmızı bağladım. Ya bu baş gider, ya bu Hayber feth olur” diye cevap verir.
O gün bütün ordu kızıla boyandı. Kızılbaşlık, Muhammed uğruna baş vermek anlamına gelir.
Hazreti Ali de tebligatını yapar, Musevi’ler yine kabul etmezler. Hazreti Ali savaşta atını geri alıp, hendeğin karşı tarafına atı ile atlar. Hayber Kalesi’nin kapısını kırk kişi kaldıramazken, o kapıyı tek başına sökerek, köprü vazifesi görmesi için hendeğin üzerine koyar. Bütün ordu içeri girer, Musevi’ler yenilir ve Hayber fethedilir. Kızılbaşlık buradan gelmedir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (101)

Kur’an-ı Kerim’i Türkçe okuduğumuz zaman da hatim indirmiş olur muyuz?

Elbette. Sakın aklınızı şüphelere sokmayın. Okuduğunuz zaman duasını yapar, hatim sahibi olursunuz. Arapça bilmiyorsan Türkçe oku, her şey niyete bağlıdır. Türkçesini okursan, ne söylediğini anlarsın, daha güzel.
Zamanın birinde Beyazıt’ta güzel sesli bir hafız Aşr-ı Şerif okurken, cemaatten biri çok duygulanıp ağlamaya başlamış. Cemaatin içinde bir Arap varmış. Aşr-ı Şerif bitince Arap, adamın yanına giderek, “Niye ağlıyorsun. Aşr-ı Şerif’te Hazreti Muhammed ne söylüyor, anlıyor musun?” diye sormuş.
“Yok. Çok duygulandım, ağladım.”
“O miras ayetidir. Bir evin büyüğü, Hakk’a yürüdüğü zaman, mirasın nasıl taksim edileceğini anlatıyor.”
Adam bunu duyunca o duygu gitmiş. Tabii makam güzel anlamadan ağladı ama anladıktan sonra ağlama bitti. Duygulanacak ayetler de var, yaşamı düzenleyen ayetler de. Onun için siz anlamına girerseniz, daha güzel olur, öyle gelişi güzel okumayın, öğrenin anlayın.
Rahmetli Mustafa Kemal, “Ben milletimin daha dindar olmasını isterim” dedi. Dindar olmakla, okuyup anlamına varmayı kastetti. Anlamsız bir şey okursan, ne okuduğunu bilmiyorsan ne kıymeti var.

 

Her şey niyete bağlıdır, dediniz, bunu açıklar mısınız?

Size Mesnevi-i Şerif’den şöyle bir hikaye anlatayım:
“Musa Aleyhisselam, bir gün bir başına dağları dolanırken, uzaktan yoksul ve yanlız bir çoban gördü. Çoban dizüstü çökmüş, ellerini semaya açıp dua etmekteydi. Bu durum Musa’nın çok hoşuna gitti, ama yaklaşıp da çobanın duasını duyunca şaşırdı. Çoban Rabbine şöyle yalvarıyordu: Kurban olduğum Allah’ım. Seni ne kadar severim, bir bilsen. ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste. Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir. Allah’ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadına yenmez olur… Musa duaya kulak kabartarak çobana yaklaştı. Çoban duasına devam ediyordu: Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni. Sana çok hayranım… Duydukları karşısında Musa öfkeden küplere bindi, bağıra çağıra kesti çobanın duasını: Sus, seni cahil adam! Ne yaptığını sanırsın? Allah pilav yer mi? Allah’ın ayakları mı var yıkayasın? Böyle dua olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhal tövbe et!.. Çoban, Musa’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızardı, utancından yerin dibine girdi. Bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmeyeceğine gözyaşları içinde yeminler etti. O gün akşama kadar Musa çobanın yanında durup ona temel duaları ezberletti. Sonra ‘Allah benden razı olur, iyi iş yaptım’ diye düşünerek yoluna devam etti. Musa o gece bir ses işitti, seslenen Rab idi: Ey Musa! sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldin birleştirmeye mi? Şu garip çobanı azarladın. Onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bilmese de, o çoban inancında samimi idi. Kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız, niyete bakarız! Kelamlara bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan razıydık. Başkasına medih olan söz sana zemdir. Ona bal olan sana zehirdir. Sen işittiklerini inkar ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile, ne tatlı kabahattır onun ki… Musa hatasını anladı ertesi gün çobanın yanına gitti çoban duaya durmuştu yine, ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yoktu. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösterdiğinden, aman bir yanlış laf etmeyeyim diye takılıyor, kekeliyor, terliyordu. Musa, çobana ettiğinden pişman olup sırtını okşadı ve dedi ki: Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet. Bildiğin gibi dua et. Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.”
Allah gönüle bakar; eğer senin gönlünde varsa Hazreti Muhammed, Ehli Beyt, Mevlana, temiz bir niyetle gönlünü bağlamışsan ikrar verdiğin yere ve bir an dahi ikrar verdiğin yerin dışına çıkmıyorsan, işte o zaman sen her an ibadette sayılırsın. Temiz bir niyetle yapılan dualar, Allah katında mutlaka suret bulur ve güzellikler zuhura gelir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (100)

Kur’an-ı Natık, tam olarak ne manaya gelir?

Bir insan, ehli iman, Resulüne ve kitabına bağlı ise Kur’an onunla dile geldiği için o insan canlı Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim rafta durursa sen onun ehli değilsen, ona da Kur’an-ı Sabir derler. O, insanla dile geldiği için, güzel bir insan ele alırsa orada ortalığa can verir, güzellikler meydana gelir, Kur’an orada canlanır. O güzellik Hazreti Ali’ye verilmiştir, selam olsun üzerine.
Şam Valisi, Hazreti Ali’yi hiçbir türlü yenemeyince, ne kadar Kur’an-ı Kerim varsa toplattı, sonra sayfalarını mızraklara koydurup, askerlerine Hazreti Ali’ye karşı yürümelerini emretti. Hazreti Ali taraftarları, mızraklarda Kur’an’ı görünce kılıçlarını kınlarından çıkarmadılar. “Biz Kur’an’a karşı savaşamayız” dediler. Hazreti Ali o zaman, “Çekin kılıçları, yürüyün üzerlerine, mızraklardaki Kur’an sayfaları Kur’an-ı Sabit’tir, insansız dile gelmez. Ben Kur’an-ı Natık’ım, canlı Kur’an’ım” dedi. Yanındaki bir sürü mollalar, Hazreti Ali’ye ayetler okudular, fetvalar verdiler. Hazreti Ali, “Siz Kur’an’ı benden daha iyi bilemezsiniz, ben onun özüyüm” dediyse de, anlamadılar, ayetlerden bahsettiler. Baktı ki, bunlar askerden daha cahil, asker de bunlara inanıyor, savaşı bıraktı.
Bir gün, Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, sahabesi ile otururken der ki: “Aranızda kısa bir süre içinde hatim indirecek biri var mı?”
Sahabenin hepsi sustu. Çünkü Kur’an-ı Kerim normal bir şekilde okunursa sekiz saat zaman alır. En hızlı şekilde okunsa bile altı-yedi saatten daha az bir sürede okunmaz.
Hazreti Ali elini kaldırdı ve üç İhlas ve bir Fatiha okudu. Bu bütün Kur’an’a geçerlidir, daha fazla ders almak isteyen, girer içine okur. Hazreti Ali zaten Kur’an-ı Natık. Hazreti Muhammed Efendimiz de Hazreti Ali’yi tasdiklemiştir.
İhlas-ı Şerif’in manası şudur: “Kulhuvallahu ehad, (Ey kul yemin ederim, O Allah için, o ehad sensin). Allahüssamed, (Dünyada senden merti yok). Lem yelid velem yuled, (Ne doğarsın ne de doğurur bir ana senin gibi). Velem yekullehu küfüven ehad, (Sana bir zarar gelmemesi için, bütün bu alemi mahfederim).” Bakın ne kadar büyük bir mana taşımaktadır.
Kur’an-ı Kerim, en büyük zikirdir. Bütün bu kainatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de insanlık alemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mana ehli, Kur’an-ı Kerim’i ne kadar tefsir etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu alemde hepsini yazması gerekir.
Fatiha suresine gelince… Misal olarak, İsmail Hakkı Ankarevi, kendisi çok büyük bir alimdi, Fatiha suresine mana vermeye kalkmış ve üçyüz küsur sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fatiha’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lazım gelir ki, tüm kainatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fatiha suresinin sadece bir ayetinde bile ne kadar derin manalar vardır.
Hazreti Mevlana’mız da, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmış ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben manayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi…”
Mesnevi-i Şerif’inde, Kur’an hakkında yine şöyle buyurur: “Bil ki Kur’an’ın bir zahiri var… zahirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var. O batının bir batını, onun da bir üçüncü batını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü batınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir. Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Adem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi! Kur’an’ın zahiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!..” (Mesnevi, III/4244)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (99)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Ameli salih insanlar için öldükten sonra en büyük mükafat sevdiklerine, bizim için mürşidimize ve onun vasıtasıyla Hazreti Pir’e, Hazreti Peygamber’e kavuşmaktır. Ancak Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda birçok surede mükafat olarak yiyeceklerden, içeceklerden, nimetlerden bahsediliyor. Niçin?

Tefsir eden kişiler zahiri tefsir yaptıkları, batıni tefsir yapmadıkları için insanlar neyi en çok istiyorlarsa onlardan bahsetmişler.
İnsanın ameli, yeryüzünde yaptığı işlerdir. İnsanlara sevgiyle, saygıyla davrandı mı? Allah’ın vermiş olduğu rızıktan, zor durumda olanlara yardımda bulundu mu? Dilini tatlı tuttu mu? Ömrünü güzel işler yaparak geçiren kişinin ameli salihtir. Güzel hizmetlerde bulunan kişi bu alemden göç ederken Cenab-ı Hakk, başta kendi yüzünü gösterir. Ameli salih olan kişi yüzü suyu hürmetine sevdikleri de berat alır.
Hazreti Mevlana’nın Emin isminde bir müridi varmış, otuz sene Hazreti Mevlana’ya hizmette bulunmuş. Onun sohbetini dinlediği zaman dermiş ki: “Bugün o kadar güzel bir sohbet açtın, dil tarif edemez.”
Hazreti Mevlana da, “Beni dinle Emin” dermiş.
Sonra camide hatipleri dinler, Hazreti Mevlana’ya gelip, “Filan camide filan hatip çok güzel konuştu, şöyle böyle dedi” diye anlatırmış.
Hazreti Mevlana da, “Onu dinle Emin” dermiş.
“Beni dinle, onu dinle” diyerek aradan otuz sene geçmiş. Bir gün Hazreti Mevlana’nın sadık dervişlerinden biri Hakk’a yürümüş, onu kabristana getirmişler. Toprağa sırlayınca, Hazreti Mevlana’ya, “Ne olur bir duada bulun, bu senin yakınındı” demişler.
Cenab-ı Mevlana tefekkür ettikten sonra bir münacatta bulunmuş. Münacatı yapar yapmaz, Emin’e bütün kabristandan ellerin çıktığı görünmüş. Kabirlerinden hepsi Hazreti Mevlana’nın münacatına ruhen amin demişler.
Münacattan sonra Hazreti Mevlana yürümeye başlamış, Emin hayretten yerinden kalkamamış. “Hadi Emin kalk” demişler. Emin koşup Mevlana’nın eteklerine sarılarak, “Ne olur beni bırakma ya Hüdavendigar” diyerek yalvarmış.
Hazreti Mevlana, “Ben seni hiç bırakmam, arada sırada başka taraflara gidip sen beni bırakıyorsun. Ama şimdi neden bana böyle sarılıyorsun?”
“Artık senden ayrılmam, başka hiçbir yere gitmem. Senin münacatın üzerine bütün kabirlerden eller çıktı. Hepsi, dost yüzü suyu hürmetine berat aldılar.”
“Orada güzel bahçeler, saraylar, huriler var, bu geçici dünyayı ne yapayım, burada yaşlanırım, hastalanırım ama orada öyle bir şey yok” diye düşünenler, namazları menfaat için kılanlar var. Bu neye benzer; susamışsın, suya yanıyorsun. Bir çeşme başına geliyorsun, Sana, “Hayır içme” deniyor. Çeşme önünde, kaynak önünde ama sen o hararet esnasında onlardan su içmeyip serap görmeye başlıyorsun.
Susamış kişi Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da mürşid-i kamildir. Mürşid-i kamil, susamış kişiye Ab-ı Hayat’tır. Çünkü bir mürşid-i kamil, Kur’an-ı Natık’tır, Hazreti Muhammed’in bütün nurlarına ve hakikatlerine sahiptir. Onun sohbetleri vasıtasıyla tüm bu hakikatleri öğrenirsin, aydınlanırsın.
Her zaman söylüyoruz: İnsan insanın cennetidir, insan insanın cehennemidir. Güzel insanlara karışır, güzel sözler işitirsen, huzur içinde olursun. Orada rahatça gönlünü açıp, ruhunu okşayıcı muhabbetler yaptığın zaman sen cennettesin. Bir de neuzübillah, küfürbazların yanında olursan, onların her sözü bir dikendir, insanı üzüntülere sürükler.
Hazreti Mevlana, “Cenneti görmek isterseniz, aşıkların sohbetine karışın. Aşıkların sohbeti, ilkbaharla yaza benzer. Çünkü hep Allah’tan, sevgiden konuşurlar. Cehennemi görmek isterseniz, küfürbazların yanında oturun, onların sohbetleri de sonbaharla kışa benzer” der. Her şeyi burada göstermiştir. İbadetlerinde güzel şeyler düşüne düşüne senin iç alemine hep güzellikler dolar, kuş gibi hafiflersin. Hep huzur içinde yaşarsın.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (98)

Hazreti Mevlana’nın Hakk’a yürüyüşü herkese çok büyük bir örnek öyle değil mi?

Evet aynen öyledir. Hazreti Mevlana’nın son günlerinde Şeyh Sadreddin Efendi ziyaretine gelmişti. Mevlana’ya, “Allah sana şifa versin, seni başımızdan eksik etmesin” diye dua edince, Mevlana, “Sakın bana dua etme. Nurun nura kavuşmasına bir soğan zaresi kadar mesafe kalmıştır, bu kavuşmayı bana çok mu görüyorsun” diyerek cevaplamıştır.
Eşi Kira Hatun da, “Ya Hüdavendigar! Rabbine münacatta bulun gitme, bizi yalnız bırakma,” dediği zaman da, “Kimin malını çaldım, kimin mülküne göz diktim, doğuştan beri hep bu anı bekledim. Neyler üflensin, kudümler vurulsun, Yarla buluşma gecemdir bu benim. Ben giderken, vah vah, diye arkamdan ağlama. Ağlarsan kendine ağla. Ben o padişah değilim tahttan tabuta gireyim. Ben o padişahım ki tahttan gönüllere gireyim” demiştir.
17 Aralık Şeb-i Arus, düğün gecesi, kına gecesi, Yarla kavuşma gecesidir.
Yine Kira Hatun’a dedi ki: “İnsanlık tohumunu ektiysen, şüphen mi var insanlıktan. Güneşin battığını görüyorsun, şüphen mi var doğmasından. Güneşi kaybettiysen aya koş, ayı bulamazsan yıldıza yüz tut, onu da bulamazsan vay sana, kaldın ışıksız.”
O, insanlık tohumu ekti, insanlığa yola çıktı. Hep açık konuştu, hiçbir şeyi gizlemedi.
Yine Yüce Mevlana, “Ey insan mumdan örnek al, mum son demine kadar ışığı sunmaktan vazgeçmez, sen bir insansın son nefesine kadar aydınlığı sun ki aydınlığa kavuşasın” der.
Neuzübillah birisinde umutsuz bir hastalık zuhur etti mi, “Aman en iyi doktora gidelim, bütün malımı mülkümü vereceğim, yaşamak istiyorum” der. Yaşatacak seni bir hafta, bir ay, yine gideceksin. İşte sana işaret veriyor, imanını büyüt, hatalarından nadim ol, dost yüz tutmaktadır. Artık gidiyorsun, hiçbir ilaç fayda vermez, sadece imanın fayda verir.
Hazreti Muhammed ve bütün Veliler hep sevgiden söz ettiler. Sevgi ile kendilerini kazandırdılar, ölüm bunlardan uzaklaştı. Onlar sevenleri ile dünya durdukça yaşayacaklar. Onun için bizler de sevgi sözlerini çoğaltalım, birbirimizi kırmayalım. Sevgide saygıda kusur etmeyelim. Çünkü ne gün belli ne saat, aniden davet gelebilir, güzelliklerde yaşarsan korkuya yer kalmaz.

Kaside:
“Senin gibi eşsiz bir padişahın huzurunda öleceğim gün, ne mutlu bir gündür. Senin şeker madeninin kapısında ölmek, tatlı candan ayrılmak ne hoş bir gündür.
Senin gül bahçenin selvisi gölgesinde ölürsem, toprağımdan yüzbinlerce gül biter.
Senin ayak ucunda sevine sevine el çırparak ölürsem, yaşayışa haris olan nice kişi şaşkınlıklarından ellerini ısırırlar.
Kadehime ölüm şerbetini sen dökersen kadehi öperim, sevine sevine ölüm şerbetini içerim de neşeden mest olmuş bir halde salına salına ölüme doğru gider, can veririm.
Can tatlı olduğu için beşer olarak ölüm haberinden sonbahar yaprakları gibi sararıp solarım, ama bahara benzeyen güller gibi gülüp duran o güzel dudaklarının yüzünden, ölümden şikayet etmeden, güle güle can veririm.
Senin nefesinle kaç defa öldüm, yine dirilirim. Senin yüzünden bir kere değil, bin kere ölsem korkmam. Ben yine ilk öldüğüm gibi, yine o çeşit ölürüm.
Anasının kucağında ölen çocuk gibi Rahman’ın rahmet kucağında, acıyış, bağışlayış kucağında ölürüm.
Bu ne biçim söz? Aşık olan ölür müymüş? Ab-ı hayat kaynağında ölmeme imkan var mı?
Ey Tebrizli Şems! Seninle diri olmayanlar var ya, işte ben onların yanında ölürüm de senin yanında dirilirim. ”
(Divan-ı Kebir, C.IV, 1639)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (97)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Mevlana, Peygamber Efendimiz gibi ümmi değildi, bir çok bilgilere sahipti. Fakat Şems-i Tebrizi Hazretleriyle buluşunca bütün bilgilerini bir kenara bıraktı. Bu nasıl oldu?

Hazreti Mevlana, babası Sultan Ulema’dan zahiri bilgileri, ilk şeyhi Şeyyid Burhaneddin Efendi’den batıni bilgileri öğrendi. Şems-i Tebrizi’yle buluşunca ondan ledünni bilgileri elde etti ve artık zahir ilme el uzatmadı, her yere içinden gelen ilhamlarla, o güzel duygularla baktı, sevgiyle ortaya çıktı. Mevlana, Şems’i bulana kadar ümmi değildi, ama Şems’i bulduktan sonra ümmi oldu.
Mesnevi-i Şerif’te yirmiüçbinyediyüzelli beyit, Divan-ı Kebir’de yirmidörtbinikiyüzelli beyit var. Efendisine kırksekizbin beyit söylemiş, Allah’ın güzelliklerini Şems’de görmüş, Şems’in dışına çıkmamış. En güzel ilim sevgi. Her canlıya sevgi ile bakacaksın. Çünkü onu Sevgilin yaratmış. Bu nedenle Yunus Emre de, “Her canlıyı seveceksin, Yaratan’dan ötürü” dedi.
Hazreti Mevlana, zahir ilmi bırakıp aşk ilmine geçince, camiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk aleminde yaşamaya başladı. Eskiden görüştüğü iki bilgin, “Mevlana’yı uzun süredir görmedik, ziyaretine gidelim, hem hatur soralım, hem de bir şeyler öğrenelim” dediler.
Biri, diğerine, “Hiç soru sormayalım, gönlümüzü okusun, ona göre bize ikramlarda bulunsun” dedi.
Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelip hal hatır sordular. Sonra Hazreti Mevlana tefekküre daldı, onlara sohbet açmak için ilham gelmesini beklerken biri dayanamadı, “Ya Mevlana, bir şey sorabilir miyim?” dedi.
“Sor.”
“Bu alemde fena nedir?”
Hazreti Mevlana, bunu işitir işitmez başını secdeye vurdu. Diğeri arif idi, Mevlana’nın ne demek istediğini anladı ve arkadaşını dışarı çıkardı.
Öteki, “Mevlana soruma cevap vermedi” deyince, “Verdi verdi… ama sen anlamadın!”
Mevlana, bu iyi, bu kötü diye dile getirse Sevgilisini incitmiş olacaktı. O güzele varmak için o iyi ile, o kötü ile nefsimizi terbiye ederiz, ama bu iyi bu kötü diye ayırım yaparsak hiçbir yere varamayız.
Yine Hazreti Mevlana’ya iki bilgin ziyarete geldiler. Sohbet esnasında, “Allah’ın keremi ile birçok varlığa sahip olduk, evlerimiz, bahçelerimiz, evlatlarımız var. Ne kadar şükretsek az, dünya derdimiz yok” dediler.
Hazreti Mevlana da, “Ne güzel şükrünüzü arttırın” dedi.
“Ya Mevlana, bizde korku var, ölümden korkuyoruz.”
“Yazıklar olsun size!” dedi, “Cemmatınıza Allah’ın büyüklüğünden güzelliğinden konuşuyorsunuz, güzel nimetlere sahipsiniz, şimdi O sizi çağıracak ve siz Ondan korkuyorsunuz, hani sizin inancınız, imanınız!”
Bilginler, “Aman ya Mevlana! Anlayamadık.” dediler.
Hazreti Mevlana, “Yaşın onsekiz diyelim ve bir kıza tutuldun. Kız seni saat ikide bekliyorum, derse geç mi gidersin, erken mi?” diye sordu.
“Gece uyuyamam, randevu saatini beklerim.”
“Yaratıcı tüm varlıkların üstünde bir güzel, her şeye Onun sayesinden sahip oldun. Şimdi o çağırınca neden korkuyorsun?”
Kuru ilim insanı korkutur. İlmin manasına inilmezse, kapı çalınca korku belirir. Onun için tasavvuf ehli, Allah’ı güzelliklerin özü olarak görür. Ehli iman Onun yolunda gider, Onu her şeyden çok sever ve Onun davetine koşarak gider.

Kaside:
“Gerçeklerden haberli olarak ölen Hakk aşıkları, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler!
Ruh aleminde, elest meclisinde ab-ı hayat içenler, bir başka tarzda ölürler!
Ötelerden haberdar olanlar, Hakk sevgisinde derlenip toplananlar, şu insan kalabalığı gibi olmazlar!
Hakk aşıkları, letafette melekleri bile geride bırakmışlardır! Bu sebeple, diğer insanlar gibi ölmek, onlardan uzaktır!
Sen sanır mısın ki, arslanlar da köpekler gibi kapı dışında can verir?
Hakk aşıkları sevgi yolunda ölürlerse, onları can padişahı karşılar!
Birbirlerinin canı kesilen, aynı emaneti, aynı canı taşıdıklarından haberdar alan Hakk aşıkları, birbirlerinin aşkıyla ölürler!
Aşıklar, gökyüzüne uçarlar; münkirler ise, cehennemin dibinde can verirler!
Ölürken Hakk aşıklarının gönül gözleri açılır da, öteleri, gayb alemini görürler! Başkaları ise, ölüm korkusu ile kör ve sağır olarak ölürler!
Geceleri ibadetle vakit geçirenler, Hakk korkusuyla uyumayanlar, ölüm zamanı gelince korkusuz, rahatça ölürler!
Bu dünyada boğaz derdine düşenler, sadece yemeyi, içmeyi düşünenler öküzleşirler, eşekler gibi ölürler!
Bugün yaşarken, Hakk’ın nazarından düşmemek isteyenler, o nazarı, o bakışı arayanlar, o bakışa karşı neşeli bir halde gülerek can bağışlarlar!
Can padişahı, onları lütuf kucağına alır; onlar, öyle hor ve basit bir halde ölmezler!
Ahlaklarını Mustafa (s.a.v.)’nın ahlakına benzetenler, Hazreti Ebubekir gibi, Hazreti Ömer gibi ölürler!
Aslında, Hakk aşıklarından ölüm uzaktır! Onlar, ne ölürler ne de yok olurlar! Ben bu sözleri; ‘Şayet ölürlerse, böyle ölürler!’ diye söyledim!”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (96)

Osmanlıların ataları Orta Asya’da kadına büyük değer verirlerdi. Neden bugün böyle değil?

Osmanlı’nın ataları Türk’tür. Ancak, Osmanlı’da bir dönemden sonra Sultan Vahdettin’e kadar kadına değer verilmedi. Biraz hakikati görselerdi bu değişmezdi. Misal olarak; Galata Mevlevihanesi’nde kadın mahfilde sema etmiş. Neden? Şeyhülislamın hükmü. Şeyhülislam nereye bağlı? Padişaha. Artık sık sık tartışılıp, bazı hakikatler sunulmasına rağmen, bugün hala bu önyargılar devam ediyor.
Malesef, bazı kişiler kendi kültürüne sahip çıkacağı yerde, Arap kültürüne özeniyorlar. Türk’ün kendine göre bir kültürü vardır, ne Arap’a uyar, ne Acem’e. Kişi başka kültürlere ayak uydurmaya kalkarsa, özünü kaybeder.
Yüce Mevlana diyor ki: “Ey insan, ne gördüysen bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste kendinde iste, çünkü sen her şeysin.”
Hacı Bektaş Veli de, “Allah’ı Mekke’de, Medine’de, Yemen’de, Kudüs’te arama. O can içinde Canandır. Bütün kainat O’nunla diridir” der. Hepsi bu kadar açık konuştular.
İmam Hüseyin, Kerbela’da şehit olmasaydı, tüm İslam alemi maddeye yönelecekti. Ehlibeyt daima manaya yönelmiştir.
Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri, Hüdavendigar Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, insana bakışları, birlikçi sözleri ile topluma tanıtılsa toplum çok çabuk aydınlanır. Hazreti Mevlana’yı tüm dünya tanıyor. Bugün dünyada birçok kişi Mesnevi okuyor. II. Dünya Savaşı’nda kiliselerde İncil’den teselli bulamadılar, Nicholson’ın çevirisi Mesnevi’yi okudular, onunla teselli buldular.

 

Mevlana, “Dünya benim tekkem, alemler medresem” derken neyi anlatmak istedi?

Her varlığa bakıyorum, oradan ilim tahsil ediyorum, demek istedi. Hazreti Muhammed, anne karnındayken babası Hakk’a yürüdü. Dedesi Abdülmuttalib’in himayesinde büyüdü. Daha dört yaşındayken Mekke’de susuzluk olmuştu, yağmur yağmamıştı. Kuarklık nedeniyle ekinler kuruduğu için yağmur çıktılar. Dedesi ona, “Sen de dua et” dedi.
Hazreti Muhammed, başını kaldırıp göğe nazar edince gökyüzünü bulutlar kapladı, öyle bir yağış oldu ki yedi sene Mekke ve Medine’de bereket oldu.
Hazreti Muhammed’e dediler ki: “Sen anasız, babasız büyüdün, seni okutacak bir ağabeyin de yoktu. bu güzel sözleri, bu güzel bilgileri nereden öğrenip sunuyorsun?”
Hazreti Muhammed, “Okula gitseydim ancak sizin gibi konuşabilirdim. Benim öğretmenim Allah, ilmim sevgidir” diye cevap verdi. Allah, ümmiliğini Hazreti Muhammed’den gösterdi.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (95)

Dünyaya çalışma ve ahirete çalış, deniyor; bu ne derece doğrudur?

Hazreti Muhammed’in bir ismi de Cabbar’dır, yani çalışkandır. Herkes uyudu, o uyumadı, hep çalıştı, hep irşad etti. Sevenlerini aydın görmek istedi. Bir hadisinde, “Benim ümmetim madden ve manen komşularından üstün olursa şefaatime nail olur. İki günü bir olan benden değildir” diyor. Çalışanı seviyor. Bu sözlerin hiçbiri dinlenmedi. Dünyayı bırak ahirete çalış denildi. Ahiret nedir, öğrendin mi? Dünyan fakirse ahiretin de fakirdir.
Yüce Mevlana der ki: “Mahşeri görmek istersen gündüze bak, ahireti görmek istersen geceye bak. Aşığa ne mahşer gerek ne ahiret, ancak Rabbi gerek.”
Sen Rabbini bulduktan sonra, teferruat boş. Toplum hep teferruatla uğraşıyor. Halbuki dinimiz teferruat dini değildir.
Hazreti Ali de, “Evlatlarınızı zaman göre yetiştirin” dedi. Geçmiş zamana göre değil. Hazreti Mevlana, “Benim tezgahımda eski mala yer yok. Bugüne göre yapılan sohbet, yarına geçerli değil. Yarına varsak yarına göre konuşalım” der.
Hazreti Mevlana’ya demişler ki: “Sen çok güzel şeyler anlatıyorsun, bu muhabbetin bitmesinden korkuyoruz, bir başka akşam bir araya geldiğimizde bizlere ne sunacaksın?”
Hazreti Mevlana, “Bir kuyudan su alındığı zaman, kuyunun suyu bitiyor mu? Bir yere kadar bitiyor, sonra tazesi geliyor. Yarına varsak bize yeni muhabbetler, yeni doğuşlar gelir” demiş.
Yine Hazreti Mevlana, “Savaşa dair ne varsa bu alemde, ben orada yokum; sevgiye, barışa, kardeşliğe, dostluğa, birliğe dair ne varsa ben oradayım” dedi. Savaşla hiçbir yere varılmaz.
Akıl, hiçbir varlığa verilmemiş, insana verilmiş. Bir balina bir sandalı devirir, beş-on kişinin ölümüne sebep olursa yargılanmaz ama bir insan, yumurta çalsa yargılanır. Neden yaptın? diye sorulur. Çünkü insanda akıl var. İnsan her şeyin sorumlusudur ama insan olmadı mı biri, ne diyebiliriz ki…
İslam devletleri içinde Türk toplumu daha aydındır. İnşallah daha da aydın oluruz. Hepimiz kardeş oluruz, birlik oluruz. Bütün insan toplumunu birliğe, kardeşliğe, güzelliklere götürürüz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (94)

Cehalet okumamaktan mı kaynaklanıyor?

Okuyacak, öğreneceksin. Zaten Hazreti Muhammed’in ilk sözü, “Oku!” Neyi okuyacaksın? Sana yararı dokunacak, faydalı olacak şeyi okuyacaksın yoksa zamanın boşuna geçer. Eğitimini aldığın konudaki kitaplar sana fayda vereceği için o konu ile ilgili eserleri okuyacaksın. Mustafa Kemal Atatürk, “Hakiki mürşid ilimdir” diyor. İlimsiz bir yere varamazsın. Ayrıca, tarihini de okuyacaksın, nereden geldik bilmemiz lazım.
Ruhuna temel atacak kitaplar ise tasavvufi kitaplardır. Hazreti Mevlana’nın Fihi Ma-Fih’ini, Mecalis-i Seba’sını, Mektubat’ını, Sultan Veled’in Maarif’ini, Ahmet Eflaki Dede’nin Ariflerin Menkıbeleri’ni okursan temelin sağlamlaşır, dünya sende küçülür. Temelin sağlamsa bir gökdelen çıkabilirsin. Böyle bir temel atmadan sırf maddeyle yola çıkan gecekondudur, yıkılmaya mahkumdur. Bir ata sözü var, “Karun kadar malın olsa ne fayda!” Neden? Çünkü bir yere imanın, bir yere bağlılığın yok.
Hazreti Muhammed, ilim tahsil etmemiş, eline kitap, kalem almamış ama Allah, Hazreti Muhammed’de ümmi sıfatıyla çıktı. Hazreti Muhammed, sayısız bilgiye sahipti. Nereye baktıysa sevgiyle baktığı için her varlığı dile getirdi. Hazreti Muhammed’de sevgi ilmi vardı.
Hazreti Mevlana, Şems’le buluştuktan sonra zahir ilimleri bıraktı, kendini aşka verdi. “Cihan benim tekkem, alemler medresem” diyerek bütün varlıkları tahsil etmeye çıktı. Buna ömür yetmez.
Kur’an-ı Kerim kadar manalı sözler (ayetler) yazan kitap yok. Hazreti Mevlana, yediyüz sene önce Yasin suresini tefsir etti, insaların aya çıkacağını bildirdi. “Bir gün gelecek Ademoğlu aya çıkacak, aydan dünyaya menzil kuracak” dedi. Yasin semavattaki varlıkları dile getirir. Kur’an-ı Kerim’i okurken, bütün ayetlerinin manasına inecek, Kur’an’ı anlayacaksın.Kur’an-ı Kerim, insana gelmiştir. Yaşarken okuyup öğrenmemiz lazım, yoksa öldükten sonra bir fayda sağlamaz.
Ehl-i iman kişi ölmez. Bütün dostları tarafından en güzel dille anılır. Hazreti Muhammed’in, selam olsun üzerine, ne Yasin-i Şerif’e, ne İhlas-ı Şerif’e, ne Fatiha’ya ihtiyacı yok. Hazreti Mevlana’nın ve diğer Velilerin de yok. Onlar hayattayken canlı Fatiha idiler. Hakk’la Hakk oldular, hep Hakk’ı yad ettiler, gönüllerde yer aldılar. Biz onlara okurken, düşünelim; onları yüklenelim de toplumu aydın kılalım, kişiliklerini vererek güzel işlere sürükleyelim, güzel hizmetlere bulunsunlar, güler yüzlü, tatlı dilli olsunlar, kimseyi hor görmesinler, nefslerine hakim olsunlar, kırıcı konuşmasınlar.