HAZRETİ ALİ’DEN ÖĞÜTLERLE HASAN DEDE SOHBETLERİ – 2

🌹“İhsân ve ikrâmı lâyık olmayan kimseye yapmak aynı zulümdür”

Hazreti Ali 

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Eğer bir kişi münâfık ise ve dâima etrafa ikilik tohumları saçıyorsa, insanları birbirine kırdırıyorsa, hep zulüm verecek fikirler üretiyorsa, böyle bir kişiyle karşılaştığın zaman ihsân ve ikrâmlarda bulunmaya kalkışmayacaksın. Eğer kalkışırsan, sen de zulüm işlemiş olursun. Böyle kimselere ihsânda, ikrâmda bulunmayacaksın, sessizliğe bürüneceksin, hattâ selâm vermek bile doğru sayılmaz.

Hazreti Ali Efendimizin menkîbeleri ile Hazreti Muhammed Efendimizin menkîbeleri arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bir nûrun bir rûhun vârisleridirler.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz” (Hûd, 113) buyrulmaktadır.

Hüdâvendigâr Mevlâna’mız da Mesnevî-i Şerîf’inde şöyle buyurur: “İhsân sahipleri öldüler, ihsânları kaldı… ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zâlimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı… vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Peygamber ‘Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı’ demiştir. İhsân sahibi öldü ama ihsânı ölmedi ki… Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir! Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyânı kaldı… sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!..” (Cilt 4, 1201-1205)

“Zulüm nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona lâyık olan yerden başka bir yere koyup zâyî etme.” (Cilt 6, 1558)

Gelin ey canlar!

Gelin vicdânınızı pak eyleyin,

İşta hayat, işte eserler meydanda…

Rabbim!

Sana lâyık olan insanların, haklarını hak eyle. 

Şu hayatın hep dalları meydanda,

Bunları görmeyen yok bu zamanda.

Bu kadar söz hakkı varsa insanın,

İşte hayat, işte eserler meydanda.

Artık kötülükler yasak olmalı,

Bütün haksızlıklar hep hak olmalı,

Dede’nin sözleri mutlak olmalı,

İşte hayat, işte eserler meydanda…

(Hazreti Ali’nin 100 Öğüdü)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 34/1

İNSAN, KÂİNATTIR…🌹

Mahmut Efendi: Kehf Sûresi’nin bir âyetinde Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Ben insanı en güzel sûrette yarattım ve sonra onu en aşağılara sürdüm.” İnsanın gâyesi, bu en aşağılardan en yukarılara çıkmak olması gerekir. Üsküdar’da bir semt var, adı Selamsız. Orada bir Selâmî Ali Efendi var. Bu semtin ismi de bu şahıstan gelmiş, çünkü bu adam hiç selâm vermezmiş. Katırıyla Üsküdar’a gider gelir fakat yolda kimseye selâm vermezmiş. Bir gün yine Üsküdar’a giderken birisini yanına almış öyle gitmiş. Yolda giderken yanındaki görmüş ki, esnafın çoğu hayvan sıfatında; kimi çakal, kimi kurt, kimi ayı… O zaman anlamış ki Selâmî Ali Efendi meğer bu yüzden kimseye selâm vermiyormuş. Eski dinî kitaplarda şöyle yazıyor: Hazreti Musa’dan önceki devirlerde dahî insanların huyu yüzüne yansıyordu, ne zaman ki, Kur’ân-ı Kerîm geldi, Besmele’nin yüzü hürmetine Cenâb-ı Hakk bunu gizledi ve bu gerçekleri insanların yüzlerine vurmadı. Ve bir âyet-i kerîmede de şöyle buyuruyor: “Bu âlemde kör olan ahirette de kördür. Bu âlemde beni göremeyen ahirette de göremez.” Siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede: Yüce Mevlâna’mız, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur: “İnsan demek kâinat demektir.” Dünyamızda ne varsa her şey insanın vücudunda var. Bir insan, bir Mürşid-i Kâmil’e intisâb etmezse, onunla beraber Hazreti Muhammed Efendimizin huylarıyla huylanmaya yola koyulmazsa, bu insanın vücudunda hangi hayvanın huyu ağır basıyorsa, yani misâl olarak, hırsa sahibi biriyse o kişi, mahlûklardan hırs sahibi olan köpektir, o kişi de bu huyundan temizlenmezse, öldükten sonra insan sûretinden çıkartılır ve köpek olarak yeniden dünyaya getirilir. 

Bir gün Mevlâna Hazretleri toplumdan sıkılmış, dergâha da gitmek istememiş, yanına Şeyh Sadrettin Efendi ve Hüsâmeddin Çelebi Hazretlerini alarak gezintiye çıkmış, yolda giderlerken bir ağacın gölgesinin altında beş altı köpeği birbirlerine sarılmış uyurlarken görmüşler. Şeyh Sadrettin Efendi çok saf, Hüsameddin Çelebi Hazretleri ona kezâ, Mevlâna’ya dönüp demişler ki, “Efendi Hazretleri şu köpeklere bakın, ne kadar dostça uyuyorlar, birbirlerini kucaklamışlar.” 

Hazreti Mevlâna, bu sözün üzerine, hırkasının cebinden bir kaç kuruş çıkarmış ve Hüsameddin Çelebi’ye uzatarak, “Ey rûhumun mertebesi, al şu parayı git kasaptan bir parça kemik al gel.” 

Hüsameddin Çelebi, hemen kasaba gitmiş ve Efendisinin söylediği gibi bir parça kemik almış gelmiş. “Buyrun” demiş, “Efendi Hazretleri..” 

Mevlâna, ondan bu bir parça kemiği köpeklerin önüne atmasını istemiş. Bir de görmüşler ki, bir dakika önce dostça birbirlerine sarılan köpekler, kemiği görünce birbirlerine girip kavga etmeye başlamışlar, kemiği kapmak için birbilerini parçalamışlar. 

Ve Hazreti Mevlâna şöyle buyurmuş: 

“Yüzleri örtülü kişilerden kaçtım. Sormasaydınız gerçek yüzlerini ortaya çıkarmazdım..” 

Bunun gibi örneğin hep kendini düşünen bir kişi, sûrette insan görünür, ama hakîkatte kurttur; kavgayı çok seven bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte horozdur; sürekli kin tutan bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte devedir; boş yere inat eden bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte keçidir ya da eşektir; gururlanarak dolaşan bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte kazdır; çok uyanık görünen bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte tilkidir; acı dil sarfederek toplumun huzurunu kaçıran bir kişi, sûrette insan görünür ama hakîkatte akreptir, yahut da yılandır. 

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: 

“Bizler hep bunlarla oturuyoruz, onlara doğruları söylüyoruz, bu kişileri aydınlatmaya, gerçek kimliklerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Bu kişiler, anlatılanlardan hisse alıp kötü huylarından temizlenmek için gayret sarfederlerse, işte o zaman insan olma yolunda ilerliyorlar demektir. Yok eğer almazlarsa, o zaman sıkıntılarından, üzüntülerinden, hayvanîyetlerinden kolay kolay kurtulamazlar.” 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (34)

Mevlana ile Hüsameddin Çelebi

Hüsameddin Çelebi, Mevlana’nın soyundan değildi, niçin Çelebi oldu?

Hüsameddin’i çok sevdi, hatta kendi evlatlarından daha çok sevdi.
Hazreti Mevlana, “Onu neden bu kadar çok seviyorsun?” diye soranlara şu cevabı verdi: “Benim evlatlarım üç-dört gün ekmeksiz kalsalar, bana bir yerden ekmek gelse, o ekmeği Hüsameddin’e veririm. Aşkıma, sevgime kimse karışamaz.” O kadar çok sevdiği için ona Çelebilik verilmiştir.
Hüsameddin Çelebi, anne babasının tek oğlu ve güneş parçası gibi güzel bir çocukmuş. Kendisine uygun ayın ondördü gibi bir kızla evlenmeye hazırlandığı sıralarda, gözünde arpacık çıkmış. Babası doktorlara göstermiş, verilen ilaçlardan şifa bulamayınca din adamlarına gitmişler ama onlarda bu arpacığı geçirememişler. Bir komşularının, “Hiçbir yerden şifa bulamadınız, bir de Mevlana’ya gidin” demesi üzerine şifa bulmak amacıyla Mevlana Hazretlerine gitmişler ve onu bahçede güllere bakarken bulmuşlar. Hazreti Mevlana, “Nedir müşkülünüz?” diye sormuş.
“Bir aydan beri arpacık çıktı. Hiçbir doktor, din adamı iyileştiremedi.”
Hazreti Mevlana’yı da gözünde çıkan bir arpacık onbeş gündür rahatsız etmekteymiş.
“İlahi Hakk! Onbeş günden beri benim gözümde de arpacık var. Hiç balta, kendi sapını keser mi? Bir nefes edeyim de ikimizden de bu arpacıklar gitsin” diyerek nefes eder. Keremi sonsuz, ikisinin de gözündeki arpacıklar geçer.
Hüsameddin Çelebi, “Ben, Hazreti Mevlana’yı çok sevdim” der ve ona evlat olur.
Hüsameddin Çelebi, temzi bir gönüle sahip olduğu için akla düşmeden ikrarının peşinde koştu. Bu yüzden Hazreti Mevlana onu çok sevdi. Hüsameddin Çelebi sevgiyle hizmet etmeseydi Mesnevi-i Şerif kolay kolay meydana gelmezdi. Hazreti Mevlana ile yolda giderlerken cezbe gelip bir şey söylediğinde o yazar, otururken yazar, banyo yaparken Hazreti Mevlana bir şey söyleyecek mi diye banyo kapısının yanında durur, orada da bir şey söylediğinde kaleme alırdı. Herkesin harcı değil.
Hazreti Mevlana, Hüsameddin Çelebi’ye hilafet verir. O dar’ül bekaya yol alınca, bir kısım müridler gönülleri Sultan Veled’e kaçmış olduğu için, “Sabahleyin erkenden hepimiz dergahta bulunalım, Hüsameddin ile Sultan Veled buluştuklarında nasıl davranacaklar, biz de ona göre hareket edelim” derler. Sabah hepsi ayakta beklerlerken, Hüsameddin Çelebi bir taraftan, Sultan Veled diğer taraftan gelir, niyaz edip birbirlerine secde ederler. Sultan Veled ayağa kalkıp, “Efendi Hazretleri, babamın vekaletini taşıdığınız için buyrun posta geçin” der.
Hüsameddin Çelebi, Hazreti Mevlana’nın yerine geçtikten sonra, ayaklarını sürterek yürür, hep ağlar, Hazreti Mevlana’nın hasreti ile yanarmış.
Bir gün bağını işlerken yorulup bir ağaca yaslanır. Bağı seyrederken gönlü biraz bağa kaçar, bu sene üzümler nasıl olacak diye düşünürken uykuya dalar. Rüyasında Hazreti Mevlana güler yüzle selam verir.
Hüsameddin Çelebi, “Ah Efendi Hazretleri, aradan beş yıl geçti, hep seni inleyip durdum, bir gün benim rüyama gelmedin” der.
“Ey ruhumun mertebesi! Gönlün bağa kaçmasaydı yine yüzümü sana göstermezdim. Çünkü ben sen idim, dışarıda ne arıyorsun. Şimdi bağa sevgini vermemen için yüz tuttum.”