“Arâf sûresinin 143. âyetinde, Hazreti Musa diyor ki: ‘Rabbim bana kendini göster.’ Cenâb-ı Hakk da ona: ‘Sen beni göremezsin, yâ Musa. Beni görmek istiyorsan, dağa bak’ diye cevap veriyor ve Cenâb-ı Hakk, dağa tecellî edince, dağ dağılıveriyor. Bunun üzerine Hazreti Musa kendinden geçiyor ve diyor ki: ‘Sana tövbe ettim ve ben mümin kullarının ilkiyim.’ Hazreti Ali Efendimiz de, ‘Ben görmediğim Allah’a ibâdet etmem’ diye buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, bir peygamber olan Hazreti Musa’ya görünmüyor, fakat Hazreti Muhammed Efendimizin gözdesi olan Hazreti Ali Efendimize görünüyor. Burada ne gibi bir hikmet vardır?”
Hazreti Musa, selâm olsun üzerine, ismi üstünde, Musa Kelâmullah’tır. Yani, Allah’tan söz ediyor. Allah, onun her zerresini sarmış fakat onun bundan haberi yok. Hazreti Ali Efendimiz ise, selâm olsun üzerine, Hazreti Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiştir. Zaten bebekliğinde, annesinin memesi yerine, ilk önce Hazreti Peygamber Efendimizin dilini emmiştir. Peygamber Efendimiz, daha sonra onun ağzını kulağına götürmüştür ve Hazreti Ali, daha bir haftalık iken, Peygamber Efendimizin kulağına Tevrât’ı, Zebûr’u, İncil’i ve Kur’ân’ı nefes etmiştir. Daha sonra büyüyüp kemâlata erince gördü ki, Hazreti Muhammed Efendimizin söylediği her söz suret buluyor, böylece O’na karşı inancı her geçen gün daha da arttı ve en sonunda Peygamber Efendimize iman etti.
“O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, sâlihlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 46)
İman etmek ne demektir? Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir.”
“Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (Enâm, 50)
Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nûrunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenâb-ı Allah, nûrunu ona, bir dağa tecellî ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecellî karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her ân Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir ân olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hattâ her ân O’na canını vermeye hazırdı.
“İman edenler ancak, Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir.” (Hucurât, 15)
Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar.
“Şüphesiz, aranızda öyle kimseler var ki, onların her biri savaşa gitme konusunda hakîkaten pek ağır davranır. Eğer savaşanların başına bir musîbet gelirse, ‘Allah lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nîsa, 72)
Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti.
“Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve Allah’ın kelâmını okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.” (Saffât, 4)
“Şüphesiz biz saf duranlarız.” (Saffât, 165)
Hazreti Ali’nin bir lâkâbı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakîkatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.
“Hani sen müminleri savaş mevzîlerine yerleştirmek için, sabah erken ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 121)
“Lâ fetâ illâ Ali, yâ seyfe illâ Zülfikâr.” (Hadîs-i Şerîf)
(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)
Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…