MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 22

🌹“Başımı, senin eşiğinin toprağına koyarım; gönlümü, senin gönüller alan saçlarının büklümlerine veririm… Canım dudağıma gelmiş; tez dudağını getir de bahaneyle canımı ağzına vereyim gitsin.”

Ben, Muhammed’in nûru sırrına dayanarak derim ki, Tanrı tamamiyle zevktir, tatmayan anlamaz. Ben, o zevkim ve o zevke baştan ayağa gömülmüşüm. İman, tamamiyle zevk ve şevktir.

Aşkın dudakları şiir, dili mûsikîdir.

Ah, yine benim içime bir ateş düştü; bu dîvâne gönlüm, gene sahrâlara doğru yollandı…

Ey özü, sözü nûr olan; ey bütün yüreklere hükmeden gönül! Sen aşkı kendine seçtin de canın her dileğine erdi…

Yaş, kuru herkesin gözü birbirine bakmış kalmıştır; fakat senin gözün öyle değildir, o gözün bakışı yalnız Allah’adır. Herkesin gözü de isterim ki, senin üzerinde olsun. Zîrâ senin elin Allah’ın elidir. Senin gözün Allah’ın mestidir. Allah’ın gölgesi, herkesin üzerinde ebedîyyen kalsın.

Halkın iştiyâk inlemeleri sizdendir. Peki, sizinki kimdendir? Bunların hepsi aşktan doğdu. Aşk acaba neden doğdu? Ey Hakk’ın ve dinin Sevgilisi! Sen vücut mülkünün mâlikisin. Aşk, senin gibi bir Keykûbad daha âlemde görmedi.

Allah’ın Kur’ân’da ‘Nûn vel kalemi ve ma yesturûn’ diye yemin ettiği kalem, Muhammed’in yüce vasıflarını ve Kur’ân’ın öz mânâlarını yazmış olan onun kalemidir.

O kalemin gölgelerinde, bir güzelin yanaklarına düşen siyah saçlarının parlak akisleri gibi, gönülleri aydınlatan ve daima süsleyen ilâhî bir nûr vardır. Karanlıklara, mehtaptan yapılmış selsebillerden kevserler akıtan ve hayat suyu ile kupkuru çölleri, çoraklıkları sulayan hep o kalemdir. İrfân vadileri o kalemden gelen tazelikle, nûrla yeşillenir ve ışıklanır. O kalemden hep aşk şarabı akar, neş’e nûru damlar. İnsanlar için o kalem bir sûrdur, onları diriltir, aşk mahşerine toplar. Onun bir nafhâsı vardır ki, her nefesinden Allah’ın güzel kokusu gelir. Onun çizdiği yollar o kadar parlaktır ki, o yolda yürüyenleri, Allah’ın gözler kamaştıran cemâline ulaştırır.

Gönüller için o kalem, aşk Cebrâilinin ilham şehperidir, her kımıldayışında başka bir can âleminin havası gelir, başka bir safâ ve hayat göklerinin parlak maanî yıldızları görünür. O kalemden çıkan şiirler, aşkın en mûnis, en sevimli sesidir. O kalem, yâ Rabbi! Ne mûciz, ne rûhanî bir kalemdir…

Bir ucu Hakk’ın dudaklarını öper bir ney midir? Yoksa o, yüzü Hakk’ın parmaklarını okşar bir çeng midir? Bilmem… Daima şen ve neş’eler serpen o kalem, bazen bir mûsikî ahengi belâgatiyle inler, bazen bir bülbülün terennümlerindeki sevimli feryâdlarla söyler. Ah, onun inleyişlerinde, feryâdlarında bile aşkın, visâlin en güzel kokusu, en tatlı ve en heyecanlı lezzeti vardır.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 14

🌹“Sende bir güzellik var ki, büyüsü cihanı sarmıştır. Seni kıskanan hayırsız kıskanç o güzelliği nasıl anlayabilir. Yanağının kırmızılığı ateşinden yahut kuruluğundan değil, belki uğrunda ölen âşıkların kanlarının rengidir.”

Gidelim, deniz kıyısında bir ev tutalım. Çünkü deniz cömerttir, inciler verir. Bil ki, canla sohbet, kişiyi canla renk yapar. Tıpkı gökle sohbetten yıldızlar güzelleştiği gibi…

Meselâ elin vücuduna yapışıkken birçok hüneri vardır; fakat cisimden ayrılınca denizden ayrı düşmüştür. Ten canla sohbette oldukça güzeldir, güzel işler yapar. Ya can gibi (Azrâ) sevgili olursa, zavallı ten ne olmaz?… Ama elsiz olsan, senin hünerin nerede kalır?… Çünkü o zaman buluşma zamanı değil, ayrılık zamanıdır.

Allah Allah… Haydi yârin nazını çek, sakın bıkma. Yârin nazı binlerce helvadan tatlıdır. Ayrılığı görmedin, Allah sana göstermesin…

Bu bir duadır ki, bundan güzel hiçbir dua olmaz.

Bizim cüzî olan rûhumuz, küllî olan rûhtan ayrılınca:

“İhbitu!” (Aşağı ininiz!) emriyle öyle bir yüksekten indi ki, kesik el gibi işinden kaldı, kediye azık oldu. Bu ne büyük bir belânın delilidir… O kedinin elinden nice arslanların pençesi faydasız kaldı. Çünkü kedi onu içten gizli gizli çekiyor. Ne yaparsın, hüküm böyle!

Eğer o elin bir damarı oynuyorsa kavuşmak ümidi vardır; vücudun binlerce cüzü, o elin kavuşma devletine ermiştir.

Hoş huylu şehriyârın bu kudretine şaşma. Gök parça parça el gibi iken, onun avucunda bir parça oldu.

Evet, ey şehriyâr! Sen cihanın şâhısın, parçaları birleştiren bir üstâdsın. Bizim parça parça olan vücudumuzun her cüzüne bak, acı; çengimizi kırdın, düzelt, sağlaştır ve kendi tarafına doğru çek. Elest zevkinden çadır kuruver ve “Evet, sen Rabbimizsin!” sözümüzü de kabul ediver.

Şimdi de, “Evet, sen Rabbimizsin!” diyoruz ama o ilk “Evet!” diyişimizdeki duygu, o tad nerede… Zîrâ o, rûhun nârâsıydı bu ise dağdan sadâdır…

Ey şehriyâr! Benim ney’imi kırdın, kırığı sarıp düzelt ve ney’imizin bu yalvarışını, rûhun o nârâsındaki seslerle bir gör, ta ki, bizim neypâremiz, yüzlerce taze rûhun sesini versin ve ben üflediğim zaman, o ses versin ki, ben de hoş edâlı olayım.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 37

BAŞIMI VERECEĞİM🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Bir gün Hazreti Mevlâna’nın huzûrunda birisi üzülüyor, ağlıyor. Mevlâna, onun neden üzüldüğünü soruyor. Adam diyor ki: “Keşke Şems Hazretleri hayatta olsaydı da, kendisini görebilseydim!” Bunun üzerine Mevlâna diyor ki: “Yazıklar olsun, benim her sakalımın teli bir Şems olmuştur!” 

Fakat şöyle bir şey daha var; Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’de diyor ki: “Dokuz felekle, yüce babalar anlamına gelen âbâ-yi urbîyyede Zuhâl, Müşteri, Merih, Utarit, Zühre, Neptün, Uranüs ve iki Kutup Yıldızı, her felekte bir müddet kalmak sûretiyle düşüp kaldım. Yıldızlarla beraber burçlarda nice seneler döndüm durdum. 

Bir müddet görülmedim, onunla beraber bir yerde bulundum. O zaman Hakk’a en yakın olma, ‘Ev-ednâ’ mülkünde idim. Orada ne gördümse gördüm. Ben ana karnındaki çocuk gibi besiyi Hakk’tan aldım. 

Âdemoğlu bir kere doğar, ben çok kereler doğdum. Ten hırkasında yıllarca bulundum. Bir çok işler gördüm. Kendi elimle bu hırkayı hayli yırttım. Zâhidlerle muhabbetlerde birçok geceler sabahladım. Kâfirlerle de puthânelerde putların önünde yattım, uyudum. 

Hem dolaşan kurnaz hırsızlardanım, hem inleyen hastaların elemleriyim. Ben hem bulutum, hem yağmur, bağlara yağar dururum. 

Ey dilenci! Benim eteğime asla fânîlik tozu bulaşmamıştır. Ben bekâ bağında ve bostanında bol bol güller topladım. Benim aslım sudan, ateşten, asabî rüzgârlardan, nakışlı topraklardan değildir. Ben bunların hepsine karşı gülmüşüm. 

Evlâd! Ben Şems-i Tebrizî değilim… Eğer beni görürsen, sakın kimseye gördüm deme, o ben değilim, ben tertemiz nurum.” 

Yani Mevlâna, bir yerde, ‘Benim sakalımın her teli bir Şems’tir’ diyor, diğer tarafta da, ‘Ben, Şems-i Tebrizî değilim’ diyor. Ne dersiniz Hasan Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Cenab-ı Mevlâna, selâm olsun üzerine, bütün bu söylediklerinin hepsinde vardır ve her sözü doğrudur. 

Çünkü Hazreti Mevlâna, bir yerde bizlere şöyle seslenir: 

“Âdem, daha balçık hâlindeyken, ben Nebîydim.”

Hazreti Mevlâna, baştan aşağı O idi. Yani Yaratıcı ile tamamen birleşmiş ve O olmuştu. Onu birinin âşikâr etmesi gerekiyordu. Ne babası, Sultan’ül Ulemâ Hazretleri, ne de ilk şeyhi Seyyid Burhâneddin Efendi, onu âşikâr edemedi. Mevlâna, onların yanında devamlı gizli kaldı. Ne zaman Şems-i Tebrizî ile karşılaştılar, Şems onun kim olduğunu keşfetti ve Mevlâna’ya Hakk olarak nazâr etti ve Şems’in bu nazârıyla Mevlâna bir volkan gibi patlama yaptı ve bütün dünyayı hakîkatlerle donattı. 

Ve Hazreti Şems, Hazreti Mevlâna’nın bu hâlini görünce, şöyle bir seslenişte bulundu: 

“Ben, Mevlâna’yı bir sefer irşâd ettim, o beni sayısız sefer irşâd etti.” 

Şems ile Mevlâna, üç ay hâlvete girdiklerinde, hâlvet boyunca sadece üç simit yemişlerdir, yani öyle ballar, baklavalar, börekler yok. Hâlvetten çıktıkları zaman ikisi de bir deri bir kemik hâlindeydiler. Allah’ın bütün güzellikleri ikisinin gözünde apaçık görünmekteydi. 

Hazreti Mevlâna, kendisini anlayacak, onu tanıyacak, onun gönlünü okuyacak birisini bulmak için sayısız defalar devrân yapmıştır bu âlemde. Şems-i Tebrizî Hazretleri de, Mevlâna gibi bir Hakk dostunu ararken Allah’a münâcatta bulunmuştur ve demiştir ki: “Allah’ım, bu dünyada senin sayısız gizli velîlerin vardır, bana onlardan birisini göster de gideyim ona gönlümü açayım.”

Cenâb-ı Hakk’tan Şems’e şöyle nidâ gelir: “Sana bir mürşid göstereceğim, karşılığında bana ne vereceksin?” Şems-i Tebriz, “Başımı vereceğim!” diye cevap verince, Hakk: “O zaman Rumeli diyârına gideceksin, orada Mevlâna Celâleddin Rumî’yi bulacaksın. O senin mürşidindir” diye seslenmiştir. 

Eğer onlar buluşmasalardı, Mevlâna’nın güzellikleri ortaya çıkmayacaktı. Şimdi bakacak olsanız; Mevlâna, Şems ile anılır; Şems de Mevlâna ile anılır. 

Ve dikkat edin! Hazreti Mevlâna , selâm olsun üzerine, son deminde rûhunu, ne babasına ne de bir başkasına teslîm etmiştir; Şems’e teslîm etmiştir. 

O günlerinde Şeyh Sadreddin Efendi Mevlâna’ya şifâ dilemek için ziyâretine geliyor; Mevlâna ona dönüp: “Sakın bana şifâ dileme” diyor ve devam ediyor: “Nûrun nûra kavuşmasına bir soğan zâresi kadar mesafe kalmıştır. Neyler üflensin, kudûmler vurulsun. Bu akşam benim düğün gecem; Yâr ile buluşma gecem.” 

Bugün, Hazreti Mevlâna’nın bu mânevî düğünü seyretmek için, Şeb-i Arûs’da, bütün dünyadan yüzbinlerce insan geliyor. Hazreti Mevlâna, bu konuda bizlere de büyük bir ders veriyor. Bizler de imanımızı güçlendirelim, kimliğimize ulaşalım, iyi bir insan olalım ve onlara lâyık birer kul olalım, çünkü ömür su gibi gidiyor.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…