HAZRETİ ALİ’DEN ÖĞÜTLERLE HASAN DEDE SOHBETLERİ – 16

🌹“Bir dost ola ki, iki vücuda bölünmüş bir rûh. Vücud iki vücud, rûhu bir rûh.”

Hazreti Ali

Hazreti Ali Efendimiz burada ne kadar güzel söylüyor. Ya nefsin teslîm olsun rûha, güzelliğe; ayrılık olmasın. Yahut da akla düş; ama akla düştün mü rûhu kirletiyorsun. Bu yüzden bir rûh bir vücud ol. Zâhirde iki görünürsün ama bir okunursun.

Hakîkat sahibine iki âlem birdir, yani hem bâtınî âlem hem zâhirî âlem. Neden birdir? Çünkü hiçbir varlık onun dışında değildir. Allah’ın 99 isminin yanısıra gördüğünüz bütün varlıklar da Allah’la diri oldukları için her biri kendi isimlerinin yanında ‘Allah’ okunurlar. Ama ancak Hakk ile Hakk olmuş, Allah’ta fânî olmuş bir hakîkat ehli bunu bilir, görür, çünkü onun bütün varlığı yine Allah’tır, Allah iledir. O, Allah ile görür, Allah ile bilir.

Bizlere en güzel örnek Evliyâullah’tır. Onlar kalabalık görünürler ama bir mânâyı taşırlar. Hepsinde Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin kokusu vardır, hepsinde aynı tat vardır. Onlar aramızda yaşıyorlar. Onlar esmâda kalabalıklar ama hepsi mânâda bir, Hazreti Muhammed’i andığımız zaman hepsi anılırlar.

Hazreti Şems diyor ki: “Bağda üzüm kalabalık görünür, ama tavada hepsi birdir.” Hepsi pekmez olmuştur.

Hazreti Mevlâna’ya sorarlar: “Pîrân hakkında ne buyurursun?” 

Mevlâna, “Pîrân güllere benzer, renkleri çok, kokuları bir olur” der.

Hepsinin gönlünde Hazreti Muhammed, Hazreti Ali var. Yalnız erkân yönünden değişik konuşurlar ama gönülleri Hakk’a bağlıdır. Güllerin renkleri çok, kokuları birdir. İster kırmızı, ister beyaz, ister pembe, ister sarı olsun, hiçbirinde ayrı koku yoktur, hepsi gül kokar.

İnsan, Allah’ın muhabbeti ile yaşarsa, biraz geceleri nefsine kıyıp Allah’ı zikrederse aslını bulur. Bu, çapayı alıp denize yol açmaya benzer. Açan kişi bir testiye benzer, gün gelir o testi kırılır, testideki su açılan yola dökülür, yok açıksa denize gider; bu yapılmazsa testi kırılınca o su toprağa gider, toprak olur. 

Hazreti Mevlâna, “Âşıklar yağmura benzer, yağmur damlaları denize düştüğü zaman damlayı denizden ayıramazsın; hepsi deniz olmuştur. Bazı damlalar ise karaya düşer, onları da topraktan ayırmazsın” der.

Bütün tasavvuf ehli hangi koldan olursa olsun, hepsi insan olmak için yola çıkmıştır. İnsan olmamız için başta Hazreti Muhammed’e, Evliyâlara sevgi ile bakmamız, saygıyla anmamız lâzım. O zaman bizler de onların bir neferleri oluruz.

(Hazreti Ali’nin 100 Öğüdü)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

HAZRETİ ALİ’DEN ÖĞÜTLERLE HASAN DEDE SOHBETLERİ – 3

🌹“Çalışanlar fenâlık düşünmeye fırsat bulamazlar. Çalışmayanlar ise kendilerini fenâlıktan kurtaramazlar.”

Hazreti Ali

İmam Ali Efendimizin bu sözü çok güzel ve yerindedir. Bir insan çalışmaya daldı mı, artık Ahmed’i, Mehmed’i, Fatma’yı düşünemez. İşini bitirsin de bir an evvel evine gitsin, yemeğini yesin, arkadaşlarıyla buluşsun, bunları düşünür. Çalışmayan, bir işle meşgul olmayan bir kişi ise, aklını her tarafa götürür. Böyle bir akıl insanı dedikoduya sürükler. Başkalarının dedikodusunu yapan kişi, Âdem eti yiyor demektir.

Samatya yolu üzerinde bir câmii vardır. Câmiinin ismi Etyemez Câmii. O devrin padişahı bir gün merak ediyor, bu câmiiyi yapan kişiler acaba hiç mi et yemediler, yemedikleri etin parasını biriktirip de mi bu câmiiyi yaptırdılar, diye düşünüyor. Sonra diyor ki kendi kendine ne kadar et yemeyerek parasını biriktirse de, o parayla bu câmii yapılamaz. 

Vezîrine soruyor, “Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Acaba bunlar halkı mı kandırıyor?” 

Vezîr diyor, “Çağıralım câmii sahiplerini, etli yemekler ikrâm edelim, bakalım yiyorlarsa, o zaman halkı kandırıyorlar demektir.” 

Çağırıyorlar câmii sahiplerini, onlar da teşrif ediyorlar. Hâl hatır soruşuyorlar, bir vakitten sonra sofra kuruluyor. Sofrada her türlü et yemeği var. Bakıyorlar ki, câmii sahipleri hiç tereddüt etmeden bütün etli yemekleri yiyorlar. 

Yemek bittikten sonra padişah soruyor, “Efendi! Siz bir câmii inşâ ettiniz, adını da Etyemez Câmii koydunuz. Ama gördüm ki siz et yiyorsunuz. Bu nasıl oluyor?” 

Câmii sahibi şu cevabı veriyor: “Şevketlim, kesilen bütün hayvanlar bir mümine can verecekleri için seve seve verirler canlarını. Çünkü hayvanîyetten Âdemîyata yola çıkıyorlar. Ama diğer taraftan öyle insanlar da vardır ki bu kesilen hayvanlar onlara can fedâ etmek istemezler. Çünkü onlar hayvandan da beterdirler. Ayaklarını direrler yürümezler.”

Bir hikâye daha anlatayım: Bir gün bir mandayı kasaplar tutmuşlar kesecekler, manda kurtarıyor kendini onların elinden, başlıyor kaçmaya. Koskoca çarşının içinde, o kadar insan içinde, koşup geliyor Mevlâna’ya. Kafasını sürüyor Mevlâna’ya, gözlerinden yaşlar geliyor. Mevlâna okşuyor mandanın başını, diğer taraftan da bakıyor ki kasaplar koşa koşa geliyorlar.

“Durun Efendiler” diyor, “bu hayvan bu kadar insan içinde hiçbirine sığınmadı, geldi bana sığındı. Bu mandanın değeri ne kadarsa ben onu satın almak istiyorum.” 

Diyorlar ki şu kadar, Mevlâna veriyor parayı, kasaplara “Hadi siz gidin” diyor.

Mevlâna, mandayı çayırlık bir yere götürüyor ve orada serbest bırakıyor. Manda biraz dolaşıyor sonra uzaklaşıyor, gözden kayboluyor, sıralanıyor. Hazreti Pîr böyle bir kerâmet gösteriyor.

Hâsıl-ı kelâm, Şâhımız Ali’nin bütün sözleri doğru ve yerindedir. Çalışan insan fırsat bulamaz dedikodu yapmaya, çalışmayan insan durduğu yerde dedikodu üretir, Âdem eti yemeye başlar.

Biz burada her zaman ne diyoruz? Eğer yapacaksanız bir dedikodu, Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünün dedikodusunu yapın. O zaman siz rûhen banyo yapmış gibi olursunuz, temizlenmiş olursunuz. Eğer dünya muhabbeti yaparsanız, dünya hep çamurdur, bakarsınız onun çamuru sizin üzerinize de sıçrar.

Ah dostlar!

Ali’ye yüz tutanlarız biz,

Ali ile yola düşenleriz biz.

Ah dostlar! Hâşâ…

Ok, hançer yarasından korkmayız biz. 

Ayağımızın bağlanmasından,

Başımızın gitmesinden korkmayız biz.

Ah dostlar!

Ateş gibi gidenleriz,

Cihana nûr saçanlarız,

Cehennemi içenleriz biz,

Halkın dedikodusuna metelik vermeyiz biz. 

Ali’yi giyindik, Ali ile yola düştük,

Cihan durdukça Ali ile Ali kalacağız biz. 

Ali’nin demine Hu….

(Hazreti Ali’nin 100 Öğüdü)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN DİLİNDEN HAZRETİ MUHAMMED – 8

Hazreti Mevlâna, Mektubat’ında, Hazreti Muhammed’in has kulları hakkında buyurduklarını şöyle aktarır:

“Gerçekler padişahı gerçek Peygamber şöyle buyuruyor: Ahir zamanda bunaldınız mı, dileğinizi has kullarımdan umun; hem de apaçık umun. Karanlıklarda kalanların şüpheli bekleyişleri gibi değil.

Ümmetim için her zaman bir tufan var, her zaman bir Nuh.

Her zamanın Kutbu, o zamanın halîfesidir. Nuh’un gemisi odur. Onun eteğine yapışan tufandan kurtulur.”

Yine Mektubat’ta Hazreti Mevlâna şöyle söyler:

“Peygamber demiştir ki: Gerçekten de, Allah’ın kadri yüce kulları vardır; yeryüzünde onlar, yağmura benzerler; karaya düşerlerse hayır bitirirler, denize düşerlerse inci çıkarırlar.”

Bir kasîdesinde Hazreti Mevlâna bu konu ile ilgili şöyle buyurur:

“Tanrı erleri gönül gibi göklere sefer ederler. Ey Hakk’ın velîlerini Hakk’tan ayrı sayan! Velîlere iyi zan beslesen ne olur? Bundan sonra bizden ayrılmasan, ne olur?”

Hazreti Mevlâna, Peygamberin evlâtlarının bütün âlemdekilere haklarının geçtiğini dile getirir ve Mektubat’ta Hazreti Muhammed ve Hazreti Ali arasında geçen şu konuşmayı nakleder:

“Peygamber, Hazreti Ali’ye, ‘Ciğerimi yeryüzünde emekliyor görsen ne yaparsın?’ diye sordu. 

Hazreti Ali, ‘Bu soruya cevap veremem, ancak göz çukurumu yurt olarak ona bağışların; onu yüreğimin içine sokarım. Bunları yapmakla beraber, kendimi yine de suçlu ve kusurlu sayarım.’

Bunun üzerine Peygamber buyurdu ki, ‘Fatıma bedenimin bir parçasıdır. Evlâtlarımız ciğerlerimizin parçalarıdır, yeryüzünde yürüyen ciğerpârelerimizdir.”

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 6

Sevgili canlar…

Bilir misiniz biz kimiz?

Ezelden ebede adımız dillerde,

İki cihan nuru,

Muhammed Mustafa’nın,

Makâmını bilenleriz.

Bilir misiniz biz kimiz?

Vîrân olan illerde,

O sonsuz güzelin cemâli âlemlerde,

Hakk’ı bulanlardanız.

Bilir misiniz biz kimiz?

Yaşlar dolu gözlerde,

Aşıkları her yerde,

Gönülde gezenleriz.

Aşık Hasan söyler biz kimiz?

Lütfû Muhammed’de,

Feyzi Mevlâna’da,

Ali’yi bilenleriz…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 1

Sultanıma gönülden sesleniş…

İçtim Kevser’i,

Gül şarabını elinden,

Tadını unutamam,

Gitmez asla dilimden,

Aşkını tattırdın Hakk için meyinden.

Gönlüm söyler,

Can söyler,

Canân söyler,

Şahım Ali’mden.

Ben anlamam,

Âlem nasıl anlar hâlimden,

Bu gönül dolunca,

Aşkın en güzelinden,

Duramam, yanar sinem,

Senin gözlerinden.

Gönlüm söyler,

Can söyler,

Canân söyler,

Şahım Ali’mden.

Yâr eli ettin,

Kuş gibi saldın elinden,

Yoruldum nasîb,

Durağım oldu gül dalından,

Bir âlem-i gerçek verildi kâmilinden.

Gönlüm söyler,

Can söyler,

Canân söyler,

Şahım Ali’mden.

Yarattığın cihana,

Nefsim doymuş ezelden,

Kaldım cihanda,

Bir cisim ile bir beden,

Sevdiğine sensin,

Hakkını ikrâm eden.

Gönlüm söyler,

Can söyler,

Canân söyler,

Şahım Ali’mden…

DERVİŞ SIRTINA BASILMAZ…

Her zaman söylerim: Bütün tasavvuf ehlinin Pîri, Hazreti Ali Efendimizdir, en büyük derviş odur. Onun sembolik olarak kimliğini görmek isterseniz, kapının eşiğine bakın; eşiktir Ali; hep secdede durur Hazreti Muhammed’e. Bu yüzden tasavvufta, eşiğe basmak hiç doğru kabul edilmez. Çünkü Ali’nin sırtına basmış gibi olursun.

Mahmut Hüdâyî Hazretleri hayattayken, o devirlerde Ali isminde bir genç delikanlı, sevdiği kızla beraber Sarayburnu’nda deniz gezisi yapıyorlar. Kızın adı da Kösem Sultan.

Bu ikisi gezerken sandalları lodosa tutuluyor, parçalanıyor. Lodos, kızı bir tarafa sahile atıyor, çocuğu da atıyor Üsküdar’a doğru. Çocuk yüzerek çıkıyor Üsküdar’a. Gönlünden geçiriyor, diyor, ‘Dalgalar sevdiğim kızı da götürmüştür; ben artık onsuz yaşayamam, dünya bana zindan, yaşamak bana haram’ ve gidiyor Mahmut Hüdâyî Hazretlerinin dergâhına, ona evlat oluyor ve artık dünyaya veda ediyor. Ama Kösem Sultanı da gönlünde yaşatmaya devam ediyor.

Fakat meğerse, dalgalar atmış Kösem Sultanı da sahile. Harem ağaları bulmuşlar Kösem Sultanı, bakmışlar ki ayın ondördü bir kız. Banyo yaptırmışlar, üstünü başını temizlemişler, çıkarmışlar o devrin padişahı Sultan Ahmet’in karşısına. Padişah tabî kızı çok beğenmiş, hemen nikâh kıymış evlenmiş Kösem Sultan’la ve zamanla aralarında çok güzel de bir sevgi meydana gelmiş.

Şimdi bir gün, Sultan Ahmet alıyor Kösem Sultan’ı gidiyorlar Mahmut Hüdâyî Hazretlerine. Bakıyorlar ki, bahçede elma ağaçları güzel elmalar meydana getirmiş. Kösem Sultan’ın canı elma çekiyor, ama ne Sultan Ahmet dallara yetişebiliyor ne de kız.

İster misin… Ali, derviş olmuş artık; bir görüyor Kösem Sultan’ı, diyor, “Yâ Rabb, sana binlerce şükür, sevgilim hayattaymış.” Ama gizliyor kendini, sakalı da olduğu için tanınmıyor fazla.

Hemen gidiyor, yüz üstü yatıyor Kösem Sultan’ın ayakları altına, “Basın sırtıma koparın elmayı” diyor.

İşte Sultan Ahmet, “Hayır” diyor, “derviş sırtına basılmaz, elma yerinde kalsın, kalkın ayağa.”

Bunun üzerine, derviş Ali izin istiyor, kendisi tırmanıyor ağaca, koparıyor bir elma uzatıyor Kösem Sultan’a; elmayı uzatırken de gözlerinin içine bakıyor ve gözyaşları döküp oradan uzaklaşıyor.

Rubâi:

“Tenden ve candan dışarı olan derviştir. Yeryüzünden ve göklerden yüksek olan derviştir. 

Cenab-ı Hakk’ın bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu. Hakk’ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir.”

GELENİ HEP BERABER SAYALIM…

Bu dalgaları ne görüyorsunuz denizde, onların hepsi zikirdir. Deniz kıyıya geldiği zaman, ‘Allaaahhh’ diye zikreder. Koskoca deniz… hakikatte deniz ruhanîyettir. Coşmuş şimdi, tevhid yapıyor.

Bir gün dedenin biri oturmuş deniz kıyısında, denizin zikrini seyrediyor.

Bir çift de yeni evlenmişler, gidiyorlar gelinin babasına, geçiyorlar denizi kıyısından. Dedeyi görüyorlar, oturmuş denize bakıyor. Selâm vermişler, almış selâmlarını dede. Yollarına devam etmişler.

Bir iki saat kayınpederlerinde oturmuşlar. Dönüşte yine aynı yoldan yürüyorlar, dedeyi görmüşler.

Adam hanımına dönüp demiş, “Vaktimiz nasıl olsa biraz var, gidelim şu dedeye takılalım. Soralım kaç tane dalga saydın şimdiye kadar?”

Gelmişler dedenin yanına. Tekrar selâm vermişler, dede selâmlarını almış.

“Dede efendi bir şey sorabilir miyiz?”

“Buyrun evlatlarım sorun.”

“Biz iki üç saat önce buradan geçtik, sana selâm verdik. Sen hiç yerini değiştirmemişsin, aynı yerde duruyorsun. Acaba şimdiye kadar ne kadar dalga saydın?”

“Aah evlatlarım” demiş dede, “oturun yanıma, geçeni bırakalım da, geleni hep beraber sayalım.”

Dede düşer mi tuzağa… dalgaları saymamış, onların sesini dinlemiş; şimdi mademki sayı istiyorsunuz, oturun beraber sayalım.

Hiçbir yer yoktur zikirsiz. Sabah şafakta kalk, bahçede varsa ağaçlar, aç pencereyi bekle. İsrafil eser; rüzgâr. Estiği zaman yaprakların sesini dinle.

“Lâ ilâhe illallaaaahh…”

‘Lâ ilâhe illlallah’ Hazreti Muhammed’in zikridir. Bu zikre ism-i âzâm derler. Hazreti Muhammed ilk bu ismi zikretmiştir. Yâni, ’Cihan boş ancak sensin Allah.’

Zikirsiz bir yer yoktur… Buğdaylar, tane yapmak için, onlar da sevişirler. Sevgisiz, muhabbetsiz hiçbir şey yoktur bu âlemde. Eser İsrafil, başlarlar buğdaylar dalgalanmaya, “Allaaah, Allaaah, Allaaah…” Hemen arkadan başaklar tanelerini yaratırlar.

Her yerde bütün varlıkların sevgiye ihtiyacı var. Dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi var, aşk var.

DİKKATLİ OL YAKMAYASIN…

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri, selam olsun üzerine, hayattayken fırıncılık yapardı.

Bir gün fırının başında otururken, geçiyor kendinden. 

Evliyâlar öyle pek uyumazlar, otururken diz üstü, hafifçe geçerler kendilerinden.

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri de geçince kendinden, bir mânâ tecellî ediyor. Fatma annemiz geliyor fırına.

“Selamün aleyküm ya Seyyid” diyor.

Hemen kalkıyor Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri, “Ve aleyküm selam ya ciğerpâre Fatma” diyor.

Fatma annemiz elindeki ekmeği göstererek, “Bu ekmeği Hasan’la Hüseyin’e yaptım, fırında pişirmen için getirdim, ama dikkatli ol yakmayasın” diyor.

“Saddak” diyor, “ya Fatma.” Alıyor ekmeği, mânâda, koyuyor fırına.

Rüya içinde rüya… Mânâda da geçiyor kendinden Seyyid Ahmed Rıfaî, ekmek kül oluyor fırının içinde.

Fatma annemiz geliyor, bakıyor ki ekmekler yanmış, Seyyid’e çıkışıyor.

“Sen böyle mi Hazreti Peygambere, ceddine saygıda bulunuyorsun? Bilmiyor musun Hasan’la Hüseyin o ekmekle karınlarını doyuracaklar. Bak onları ekmeksiz bıraktın.”

“Ya Fatma” diyor Seyyid Ahmed Rıfaî, “ben Resûlallah’la tefekkürdeydim, onunla muhabbet ediyordum. O esnada ekmekler yanmış. Eğer sözlerim hakikat değil ise, beni bu ateş yaksın.” 

Ve hemen açıyor fırının kapısını, “Allaahh!..” diye bağırıyor ve atıyor kendini fırına.

İyi ama, o kendini ateşe atar atmaz, fırındaki ateş gül bahçesi hâlini alıyor.

Şimdi, Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri der, selam olsun üzerine, “Zor duruma düşmeden burhan yapmayın. Üç gün aç kalmışsınız, çıkaramamışsınız rızkınızı; üç günün sonunda bir burhan yapın, ya rızık gelir, ya sizi huzuruna alır Allah.”

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri de böyle saygıdeğer bir kişiliğe sahiptir.

BENİM USTAM HAZRETİ RESÛLALLAH…

Mevlânamız buyurur der ki: “Nebîlerde, velîlerde gören göz, Ali’dir.”

Şimdi Mevlâna, Ali’yi neden bu kadar yüce bir yere koyuyor?..

Çünkü Hazreti Peygamber Efendimiz, Hazreti Ali’ye Ali ismini verirken, annesi babası dediler, ismini Esed koyalım. Esed’in mânâsı, arslan.

Hazreti Peygamber Efendimiz, “Hayır” dedi, “bu çocuğun ismi Ali olacak. Ali’nin mânâsı, yücelik. Öyle bir yüceliklere sahip olacak ki, gün gelecek yaşayanlar işitecek ve görecek.”

Şimdi, Hazreti Hamza, selam olsun üzerine, Kureyş kabîlesinin pehlivanıydı, onun yerini alacak bir adam yoktu. Çok güzel dövüşürdü, çok güzel kılıç kullanırdı.

Kureyş kabîlesinden Abdud isminde biri daha vardı. O da çok iri-yarı bir adam.

Hazreti Hamza bir gün panayıra gidiyor. Burada Abdud, bir kadına göz koyuyor, kavga çıkartıyor ve o kadının iki kardeşini öldürüyor. Hazreti Hamza dayanamıyor atıyor kendini o kavgaya, eğer atmasa Abdud daha büyük zararlar verecek. Kavgayı durduruyor. Abdud’u da oradan uzaklaştırıyor. İyi ama, ikisinin arası açılıyor.

Kardeşleri öldürülen kadın da, Hamza’nın gösterdiği bu cesarete, adaletine hayranlık duyuyor ve Hamza’ya sevgi besliyor.

Aradan bir sene kadar bir zaman geçiyor, kadın Hamza’yı tekrar panayıra davet ediyor, eğer yine bir kavga çıkarsa, orada bulunsun ve kavgayı önlesin.

Şimdi Hazreti Hamza düşünüyor, Abdud iri-yarı ve kendini ölüme atan bir kişi, cemaati de kalabalık; yalnız oraya gidilmez diyor, geliyor Hazreti Peygamberin huzuruna, “Ya Resûlallah şöyle bir durum var” diyor, anlatıyor durumu.

“Şimdi tekrar davetliyim” diyor, “cemaatinden bana yardımcı olarak kimi verirsin, benim yanımda bulunsun?”

Peygamber Efendimiz diyor, “Sana Ali’yi vereceğim.”

Hazreti Hamza şaşırıyor. “Ali” diyor, “daha çocuk, 16 yaşında, ben onu görmedim hiç kılıç kuşansın, görmedim bir yerde ok atsın, görmedim bir yerde dövüşsün, onu bana niçin veriyorsun? Bu çocuk orda harcanır.”

“Şefkatli amcam, benden birini istedin ben de sana Ali’yi verdim. Sen ise Ali hakkında bir sürü uygunsuz sözler konuşuyorsun. Şimdi beni dinle. Al Ali’yi yanına, çıkın meydana, orada bir tahtadan nişan dikin ve o nişanı oklayın. Bakalım hanginiz daha güzel ok atacaksınız, öğrenin birbirinizi. Sana lafım yok amca, sen Kureyş’in en üstün pehlivanısın. Okta da, kılıçta da, her şeyde. Şimdi Ali’yi çocuk görüyorsun ama, hem ok atışında dene Ali’yi, hem de kılıç kullanmasında.”

Hamza’nın aklı duruyor, ama iyi bakalım diyor, var bunda bir şey…

Alıyor Ali’yi, geliyorlar meydana. Bir nişan kuruyorlar. Hamza dönüyor Ali’ye, “Hadi yeğenim Ali, koy okunu yaya, ger, at bakalım.”

Hazreti Ali Efendimiz dönüp diyor ki, “Amca, sen ustasın, önce sen at, sonra ben atacağım.”

Hazreti Hamza, koyuyor yaya oku, atıyor. Bugünkü tâbirle, onikiyi vuruyor.

Hazreti Ali Efendimiz bakıyor ki, onikiyi vurmuş, tamam. O da koyuyor oku yaya, geriyor, bırakıyor oku; ok, Hazreti Hamza’nın okunu vuruyor, ikiye ayırıyor.

Hamza bunu görünce şaşırıyor, “Allah Allaaah… ne kadar güzel attı, ne kadar güzel nişancı.”

Arkadan kılıç oyununa girişiyorlar. Kılıç oyununda da, Hamza görüyor ki Ali çok üstün kılıç kullanıyor.

Hadi, at üstünde de kılıç oyunu yapıyorlar, Hamza’nın elinden kılıcı uçuruyor Ali.

Hamza duruyor, soruyor Ali’ye, “Bu marifetleri sen kimden öğrendin? Benim üstüme usta yoktur, ama sen beni de geçtin.”

İşte Ali’nin verdiği cevap, “Şefkatli amcam benim ustam Hazreti Resûlallah, her şeyi o bana öğretti.”

Susuyor Hamza, bir şey diyemiyor. “Hadi” diyor, “Ali çıkalım yola.”

Beraber çıkıyorlar yola, geliyorlar panayır yerine. Abdud’un bulunduğu handa konaklıyorlar.

Sabah olunca, Abdud çıkıyor hanın bahçesine, meydan okuyor. 

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, hemen Hamza’dan önce davranıyor, giyiniyor, iniyor meydana.

Abdud’a diyor, “Ne bağırıp çağırıyorsun? Ne istiyorsun?”

Abdud, “Hadi” diyor, “sen burdan uzaklaş, baban benim dostumdur. Sen benim yanımda daha çocuksun, amcan gelsin karşıma.”

“Bırak amcamı, karşında ben varım” diyor Ali, “Nasıl istersen seninle dövüşürüm.”

Abdud diyelim bir fil, Ali onun yanında bir ceylan gibi duruyor, ya da bir küçük arslan.

Abdud diyor, “O zaman, beni belimden tutup tek elinle havaya kaldırırsan seninle hiçbir iddiada bulunmayacağım, teslim olacağım sana.”

Hazreti Ali geliyor Abdud’un karşısına, geçiriyor elini Abdud’un kuşağına, bir “Ya Hayy” diyor, koskoca Abdud havada. İndiriyor tekrar yere. 

Abdud’un aklı duruyor.

“Hadi şimdi sen gel beni kaldır” diyor Ali.

Abdud, Ali’yi çocuk görüyor ya, geçiriyor kolunu Ali’nin kuşağına. O da bir nârâ atıyor, ama yerinden oynatamıyor Ali’yi. Hazreti Ali ayaklarını sanki yedi kat yer dibine sokmuş, hiçbir türlü kıpırdatamıyor.

Kılıç oyununa girişiyorlar, kılıç oyununda da kılıcını alıyor Ali. En sonunda Abdud’u bir güzel hırpalıyor. 

Abdud’a ceza veriyorlar, çölde bir ağaca bağlıyorlar, orda çok feci bir şekilde canını veriyor.

Yani Hazreti Hamza’nın aklını durduran ve Müslümanlığa sürükleyen Hazreti Ali olmuştur.

MUHAMMED’İN ARSLANI…

Yüzyirmidörtbin peygamber geldi bu aleme, peygamberliklerini yaparlarken kendi cemaatlarından sıkıntılara düştüler, el açıp yalvardılar Allah’a, cemaatlarına ceza versin, yardım istediler. İster misin gönderdi yardım; ateş yağdırdı, depremler yarattı, fırtınalar çıkardı peygamberlerini kurtarmak için.

Hazreti Ali hakkında hiçbir velînin söylemediği sözü Mevlâna söyledi. Ne dedi Mevlâna? Ali’ye nasıl bir büyüklük verdi?

“Peygamberler sıkıntılara uğradıkları zaman, onlara yardım eden o Allah, Ali’ydi. Ceddim Hazreti Muhammed’e aşikâr geldi.”

Beşer sıfatında geldi. Bakın Mevlâna nasıl bir sır çıkarıyor ortaya…

Hazreti Muhammed ile Hazreti Ali, bir nurun bir ruhun suretleridirler. Onları iki gören, şaşı sayılır.

Peygamber Efendimiz, miraçta Allah ile görüştüğü zaman, görüştüğü o Allah, Ali idi. Ali’den başka kimse yoktu miraçta. Ama bunu pek bilmezler, başka türlü anlatırlar.

Camide hocaların anlattığına göre; Hazreti Muhammed miraca çıktığı zaman, Allah’ın huzuruna gelmeden önce, miraç kapısının önünde bir arslan vardı. Çok heybetli duruyordu.

Hazreti Muhammed, o arslanın heybetinden kapıdan giremiyordu Allah ile görüşsün.

Allah’tan emir geldi, “Habibim” dedi, “parmağındaki yüzüğü çıkar, arslanın ağzına at. Heybetini örtsün, öyle gel huzuruma.”

Hazreti Muhammed attı yüzüğü arslanın ağzına, arslan ağzını kapattı. Heybeti örtüldü, Resulallah girdi içeri.

Şimdi Hazreti Muhammed, miracı anlatırken sahabeye, yüzüğü de anlattı. Hazreti Ali Efendimiz o esnada sahabenin arasında oturuyordu. Hemen elini attı kuşağına, çıkardı yüzüğü, “Ya Resulallah” dedi, “bu yüzük müydü?”

“Evet.”

Resulallah Efendimiz yüzüğü aldı Ali’den. Ali’ye ‘Allah’ın arslanı’ sıfatı buradan verilmiştir.

Şimdi bize göre; hakikatte Ali, Hazreti Muhammed’in arslanıdır. Hazreti Muhammed uğruna cihanı yerinden oynatır Ali. Orada ikisinden başka kimse yoktu, katiyen.

Şiir:

Sırrımda cananım benim Ali’dir Ali, 

Gönlümde sultanım ah dostlar Ali’dir Ali, 

Can ile cananım bellidir belli, 

Hakk yolunda bana velîdir velî, 

Koy desinler bana delidir deli, 

Kazandım ben alem kaybetti. 

Buldum Hakk yolunda dünya güzelini, 

İsmi latif ile HU diyelim…