MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (127)

Diyorlar ki, “Bir insanın nefsi ne kadar kuvvetliyse, o insandan o kadar kuvvetli bir Veli olabilir. Nefsi zayıf olandan ise hiçbir şey olmaz.” Egosu kuvvetli olan insanlardan, daha büyük daha teslimiyetli insanlar çıkabilir mi sizce?

Bir insan, eğer böyle bir haldeyken, kendine vakıf olursa, nerede ve neden kayıplarda olduğunun farkına varır da hemen egosunu bir kenara bırakıp tam bir teslimiyetle iman ederse, olabilir. Misal olarak Ebu Cehil, Ebu Sufyan, bunlar o zamanda Mekke’nin sahipleriydi, çok zenginlerdi. Bunlar o egolarıyla Hazreti Muhammed Efendimize baş kesmiş olsalardı, hemen bir Veli sıfatına ererlerdi. Ama baş kesmediler. Bakın ismi Ebu Cehil; bunun manası nedir? Baba Cahil. Ona bu isim verilmeden önce adı Ebu’l Hikmet’ti.

Size bir hikaye anlatayım: Bir gün Ebu Cehil, Hazreti Muhammed Efendimize Ömer-i Faruk’la bir haber gönderiyor ve diyor ki: “Ya Ömer, git Muhammed’e selam söyle; ben de onun sohbetlerine gelmek istiyorum. Yalnız, ben geldiğim zaman köleleri göndersin, ben onlarla birarada oturamam. Eğer isterse, benimle beraber hatırı sayılır beyleri de davet edebilir.” Ömer-i Faruk, tabi biraz saf; Ebu Cehil’in bu haberine sevinmiş. İçinden, Ebu Cehil de Peygamber’e gelecek, ona yüz tutacak, sohbetlerini dinleyecek; dinledikten sonra onu da kazanmış olacağız, diye geçirmiş. Bu niyetle Peygamber Efendimizi evine gitmiş. Fakat Ömer-i Faruk daha kapıdan içeri girer girmez, onun birşey söylemesine fırsat vermeden, Hazreti Peygamber Efendimiz dönüp Ömer-i Faruk’a şöyle seslenmiş: “Ya Ömer, şimdi Allah’tan bana bir nida geldi. Allah benden buyurdu ki: ‘Allah’ın sınıfı tektir, insan ayırımı yoktur. Zengini de fakiri de bende bir kılınır. Biraz olsun böyle bir ayırım yapmak gönlünden geçerse; fakirleri, köleleri bir kenara itip, zenginleri öne alıcak olursan, seni Peygamberlikten redederim.’ “ İşte Hazreti Muhammed, bunun cevabını daha Ömer-i Faruk’un sormasına lüzum kalmadan vermiştir.

Yani demek istediğim şudur ki, böyle biri gelirse, egosunu kırarsa, oraya baş keserse ve orayı kendinde var ederse, haliyle o teslimiyetli ve iyi bir insan olur; kimbilir belki Veli de olur.

Bakın biz şöyle de deriz: Bir hatib, intisab etse, hangi tarikata olursa olsun, o, bulunduğu yolda çift kanatlı bir kuş olur. Neden? Çünkü hem ilm-i zahiri var, hem de ilm-i batını var. Hatta eğer putlarını kırarsa çok daha güzel dil sarfedebilir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (126)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Anlattıklarımı aklınızla değil, kalbinizle dinleyin. Çünkü kalb topraktan yaratılmıştır. Ona ne ekersen bir gün mutlaka filizlenir. Ama akıl sudan yaratılmıştır. Suyun üstüne ne yazarsan anında silinir gider.” Mevlana’nın bu sözleri hakkında ne buyurursunuz Hasan Dede?

Cenab-ı Pirin bu söyledikleri de çok yerindedir. Akılda her şeyi tutamazsın, çünkü akıl baştadır, çok yerlere eser gider. Ama kalbe birşey koydun mu, kolay kolay gitmez.

Kalb, sevgilinin en çok istediği yerdir. Eğer kalbine iman ettiğin yeri koyduysan, artık sana ait birşey kalmaz, herşey ona aittir. Ama eğer kalbimiz çarşıya dönmüş ise, bir sürü şeylerle dolu ise, o zaman o dosttan söz edemeyiz ve onun o güzel yüzünü göremeyiz.

Hazreti Mevlana, kalbe ‘saray’ ismini vermiştir ve şöyle demiştir: “O saray, benim muhabbetimle mahmur olmadıkça, sen o sarayda beni göremezsin.”

Bakın şimdi sizlere Musa Kelamullah’dan bir misal vereyim. Musa Kelamullah, birgün Tur-i Sina’da Allah’a demiş ki: “Allah’ım seninle çok dertleşiyoruz, senden birçok mesajlar alıyorum ve ümmetime sunuyorum. Ne olur, bir akşam bana misafir gel.“ Allah da ona cevap vermiş, demiş ki: “Tamam Musa, yarın akşam senin misafirin olacağım.” Bu mesajı alan Musa sevincinden pervane gibi olmuş. Evini temizlemiş, süpürmüş; akşam olmuş evde volta atıyor, Allah onu ziyarete gelecek diye bekliyor. Tam akşam saatinde kapısı çalınmış. Musa Kelamullah kapıya koşmuş ve gelene seslenmiş: “Kim o?” Gelen kişi dışardan cevap vermiş: “Ya Musa, ben Tanrı misafiriyim. Buyur var mı?” Musa Kelamullah dönüp ona demiş ki: “Ben seni bu akşam buyur edemem, çok önemli bir misafirim gelecek. Ama mademki buraya kadar geldin, seni boş çevirmeyeyim.” Gitmiş bir testi almış gelmiş ve, “Al bunu bana su doldur da getir” demiş. Tanrı misafiri testiyi almış, bir zaman sonra su dolu testiyle yine gelmiş. Musa Kelamullah, testiyi almış ve karşılık olarak eline bir parça ekmek vermiş ve onu göndermiş. Sonra tekrar beklemeye koyulmuş. Sabaha kadar beklemiş, Tanrı ortada yok. Kalkmış Tur-i Sina’ya gitmiş. “Allah’ım sabaha kadar senin gelmeni bekledim. Vaad ettin ama gelmedin” demiş. Allah cevap vermiş: “Geldim ya Musa! Ama sen elime bir testi verdin, hadi git buna su doldur da getir, dedin. Sonra elime bir parça ekmek sundun ve beni gönderdin.” İşte Musa bunu duyunca çıldırmış. Meğerse Tanrı’yı başka bir sıfatta görmeyi bekliyormuş.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (125)

Hazreti Mevlana, kasidelerinin birinde, ‘Benim sakalımın her teli bir Şems’tir’ diyor, başka bir kasidesinde de, ‘Ben, Şems-i Tebrizi değilim’ diyor. Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, selam olsun üzerine, bütün bu söylediklerinin hepsinde vardır ve her sözü doğrudur.

Çünkü Hazreti Mevlana, bir yerde bizlere şöyle seslenir: “Adem, daha balçık halindeyken, ben Nebi’ydim.”

Hazreti Mevlana, baştan aşağı O idi. Yani Yaratıcı ile tamamen birleşmiş ve O olmuştu. Onu birinin aşikar etmesi gerekiyordu. Ne babası, Sultan’ül Ulema Hazretleri, ne de ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Efendi, onu aşikar edemedi. Mevlana, onların yanında devamlı gizli kaldı. Ne zaman Şems-i Tebrizi ile karşılaştılar, Şems onun kim olduğunu keşfetti ve Mevlana’ya Hakk olarak nazar etti ve Şems’in bu nazarıyla Mevlana bir volkan gibi patlama yaptı ve bütün dünyayı hakikatlerle donattı.

Ve Hazreti Şems, Hazreti Mevlana’nın bu halini görünce, şöyle bir seslenişte bulundu: “Ben, Mevlana’yı bir sefer irşad ettim, o beni sayısız sefer irşad etti.”

Şems ile Mevlana, üç ay halvete girdiklerinde, halvet boyunca sadece üç simit yemişlerdir, yani öyle ballar, baklavalar, börekler yok. Halvetten çıktıkları zaman ikisi de bir deri bir kemik halindeydiler. Allah’ın bütün güzellikleri ikisinin gözünde apaçık görünmekteydi.

Hazreti Mevlana, kendisini anlayacak, onu tanıyacak, onun gönlünü okuyacak birisini bulmak için sayısız defalar devran yapmıştır bu alemde. Şems-i Tebrizi Hazretleri de, Mevlana gibi bir Hakk dostunu ararken Allah’a münacatta bulunmuştur ve demiştir ki: “Allah’ım, bu dünyada senin sayısız gizli Velilerin vardır, bana onlardan birisini göster de gideyim ona gönlümü açayım.” Cenab-ı Hakk’tan Şems’e şöyle nida gelir: “Sana bir mürşid göstereceğim, karşılığında bana ne vereceksin?” Şems-i Tebriz, “Başımı vereceğim!” diye cevap verince, Hakk: “O zaman Rum diyarına gideceksin, orada Mevlana Celaleddin Rumi’yi bulacaksın. O senin mürşdindir” diye seslenmiştir.

Eğer onlar buluşmasalardı, Mevlana’nın güzellikleri ortaya çıkmayacaktı. Şimdi bakacak olsanız; Mevlana, Şems ile anılır; Şems de Mevlana ile anılır.

Ve dikkat edin! Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, son deminde ruhunu, ne babasına ne de bir başkasına teslim etmiştir; Şems’e teslim etmiştir. O günlerinde Şeyh Sadrettin Efendi Mevlana’ya şifa dilemek için ziyaretine geliyor; Mevlana ona dönüp: “Sakın bana şifa dileme” diyor ve devam ediyor: “Nurun nura kavuşmasına bir soğan zaresi kadar mesafe kalmıştır. Neyler üflensin, kudümler vurulsun. Bu akşam benim düğün gecem; Yar ile buluşma gecem.”

Bugün, Hazreti Mevlana’nın bu manevi düğünü seyretmek için, Şeb-i Arus’da, bütün dünyadan yüzbinlerce insan geliyor. Hazreti Mevlana, bu konuda bizlere de büyük bir ders veriyor. Bizler de imanımızı güçlendirelim, kimliğimize ulaşalım, iyi bir insan olalım ve onlara layık birer kul olalım, çünkü ömür su gibi gidiyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (124)

Hazreti Mevlana, “Canlarda perde kalksaydı, canların her sözü mesihane olurdu. Ruh, su gibi temiz ve saftı, cisme gelince toprağa bulandı” diye buyuruyor. Ruh ve beden arasında nasıl bir bağ vardır Hasan Dede?

Hazreti Mevlana bu beyitlerinde şunu söylemek istiyor: Ruh, bedene intikal etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, ruh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur. Ruhun özüne ulaşması için Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, her zaman oruçlu gezerdi, bedeninin isteklerine düşkün değildi. Ona yüz tutan Evliyaullah da riyazatlı yaşarlardı. Riyazatlı yaşadıkları için de ruhlarının özüne inerlerdi. Özlerine indikleri zaman, artık kendilerine ait hiçbir şey kalmaz, tamamen Hakk ile Hakk olurlardı.

Bizler malesef kendi özümüzü bilmiyoruz, onun inceliklerini öğrenmiyoruz, araştırmıyoruz. Gün geliyor ömür bitiyor, arkamızdan bir-iki rahmet okunuyor ve aylar yıllar geçiyor, unutulup gidiyoruz.

İnsan gelmemiştir bu aleme ölmek için; insan bu aleme, dünya durdukça yaşamak ve yaşatmak için gelmiştir. Dünya durdukça yaşamak ne demektir? Sevenlerinin gönlünde anılmaktır.

Bugün Musa Aleyhisselam kendi cemmatiyle anılmaktadır. İsa Aleyhisselam kendi cemmatiyle anılmaktadır. Hazreti Muhammed Efendimiz, kendi cemaatiyle anılmaktadır, hatta bütün dünya üzerinde her saniye ezanlarla anılmaktadır. Bütün Evliyaullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönül vermişler ve O’nunla anılmaktadırlar. Cenab-ı Mevlana da, Musevisi olsun, İsevisi olsun, her dinden, mezhepten sevenleriyle anılmaktadır.

Bizlerin tek yapmamız gereken, ölümsüzleri kendimize dost edinmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin hayatını okuyup, O’nun huylarıyla huylanmak, O’nunla yaşamak ve O’nu yaşatmaktır. Vade geldi mi, bizim şefaatçimiz O’dur; Ondan başka hiçbir yerden şefaat bulamayız.

Allah, herşeyi insanla bilir; Allah herşeyi insanla söyler, bütün güzelliklerini insanla bildirir. Kim orayı dinler, oradan hisse alırsa, kendini kurtarmış olur. Kim bunlara kulağını tıkarsa, sonrasında başına gelenlerden Allah’ı mesul tutamaz. Allah, baştan aşağı şefkattir, baştan aşağı rahmettir. Allah kimseye ceza vermez, bela vermez. Allah’ın en güzel yüzü Hazreti Muhammed Efendimizden tecellisini göstermiştir. Hazreti Muhammed Efendimiz baştan aşağı rahmettir, baştan aşağı güzelliktir. Kendisine ne kadar hakaretler yapılmış ise O yine onlar için Allah’tan hidayet dilemiştir ve rıza kılmıştır.

Fakat insanlar bu güzelliklerin peşinde koşmak yerine nefsi arzularının peşine düşüyorlar. Ondan sonra başlarına kötülükler geldi mi, hem kendileri üzülüyor, hem ailesi üzülüyor. Allah da üzülüyor. O sana Peygamberler gönderiyor, Veliler gönderiyor, öğretmenler gönderiyor; ama sen onları dinlemiyorsun, o zaman Allah daha ne yapsın?

Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu alemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (123)

‘Mürşid’in manası da öğretmen demektir. Burada aslında ‘Mürşid’in önemini anlamak gerekli. Bir simyacı nasıl bir madeni alıp altın haline getiriyorsa, mürşid-i kamil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onun iyi bir insan haline getirir. Diğer bir deyişle değersiz bir madeni alıp, mesela bakır gibi, kimyasını değiştirerek, altın haline getirir. Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Bu sorunuza kendimden bir örnek vermek istiyorum: Şeyhimle ilk karşılaştığım zamanlarda aklım henüz olgunlaşmamıştı, onun derinliğini keşfedememiştim, onu sıradan biri gibi görmüştüm. Şeyhime gelene kadarki öğrendiklerimle, yani beş vakit namaz kılmakla, oruç tutmakla, zekat vermekle, hacca gitmekle iyi insan olup cennete gideceğimizin hayaliyle tatmin olurdum. Ama şöyle bir düşündüğünüzde, beş vakit namazı toplasanız tamamı günde bir saatten fazla zaman almaz. Peki geriye kalan yirmiüç saat zamanımız nerede geçiyor bizim? Nefsimizin peşinde, benliklerde, senliklerde geçiyor. Beş vakit namazımızı kıldık ya, bizden bahtiyarı yok diye düşünüyoruz; tamam diyoruz artık bütün farzları yerine getirdik, ölünce cennete gideceğiz. Hele bir de biraz bilgisi de varsa bu kişilerin alıyorlar birkaç cahili karşılarına vaaz vermeye de kalkıyorlar, cahiller de bunların konuşmalarından etkilenip o kişileri yüceltiyorlar, onlar da daha fazla benliklere kapılıyorlar.

Ben ne zaman ki şeyhime intisab ettim, ona baş verdim, ona ikrar verdim, ona ‘Allah’ diye zikrettim, ki Mevlevilikte şeyhine ‘Allah’ diye hitab etmen, onu herşeyin üstünde görmen istenir. Şeyhim benden ona ‘Allah’ diye hitab etmemi istediğinde, benim yine aklım durmuştu, bunu haftalarca muhakemesini yapmıştım. Gün geldi, temiz bir aşkla, temiz bir gönülle kendimi kaptırdım, o zaman perdeler açılmaya başladı. Ne zaman gözüm gördü, yani mürşidimle Pirime vardım, Peygamber Efendimize vardım, onların hakiki yüzlerini gördüm, artık benden bahtiyarı yoktu. Hakikatte onların yüzleri Ay’ın ondördü gibidir, onların yüzlerinden daha güzel bir yüz yoktur. Onların yüzleri bir kişiye göründü mü, o kişinin aşkı artar, şevki artar, artık ondan benlik gider. Bunlara da kişiyi ulaştıracak vasıta gönüldür. Daha önce de demiştik ya, “Aşkın şarabı gönüldür.” Onlar bir tek gönül isterler, temiz bir gönül. Onlar gönüle bakarlar, yoksa kaç vakit namaz kılmışsın, kaç gün oruç tutmuşsun, hacca gitmiş misin, gitmemiş misin, bunlara bakmazlar.

Hazreti Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri şöyle der: “Bir mürid, mürşidiyle beraber oturur, Hakk muhabbeti yaparsa ve derse ki, ‘Ben Allah ile oturdum, Allah ile muhabbetteydim’ onun bu sözü sahidir.”

Neden? Çünkü mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinliyor, öğreniyor. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor.

Şems-i Tebriz Hazretleri, selam olsun üzerine, Mevlana’yla Şam’da karşılaştıkları zaman, onun elini öpmüştür ve demiştir ki: “Ey cihanın sarrafı, ara beni bul!” Çünkü o mürşid aramaya çıkmıştı. Onu hiçbir mürşid tatmin edememişti, ama Mevlana’da aradığını buldu. Onlar birbirlerinde kimliklerini bulmuşturlar.

Cenab-ı Mevlana, hep Şems Hazretlerinin gönlünü okumuş ve söylediği beyitlerde onun gönül alemini dile getirmiştir. Hz. Muhammed’in nurunu onda görmüş, seyretmiştir.

Hazreti Mevlana bir beyitinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı masivadan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefa oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fena buldu, Hüda sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; ab-ı hayat geldi, İlahi saka geldi…”

Mevlana’nın sakası, yani gönül sakisi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o İlahi sakadan, Mevlana’dan. Bizlerden işleyen hep O’dur.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (122)

Eflatun diyor ki: “Bir insanın dünyaya gelişi denizin kıyıya vuran dalgaları gibidir. Dalga kıyıya gelir ve tekrar denize döner. İşte o geliş ve gidiş, insanın yaşadığı hayattır. Göründüğü gibi, O böyle bir geçici varlık istemez. Kalıcı bir varlık olup vahdet deryasına ulaşmak ister. Bu ise kendini tanıyarak ve daha doğarken ölümünü anlamakla, yani Hazreti Muhammed Efendimizin, “Ölmeden evvel ölünüz” hadisini kendisine zevk edinip kemalatına erişmekle mümkündür.” Siz ne dersiniz?

Eflatun da, Peygamber Efendimizin buyurmuş olduğu gibi, bir Peygamberdi. Hazreti İsa’dan beşyüz sene önce yaşamıştı. O da kendine gelen ilhamlarla doğru söylüyor. Bir insan kendini bilerek yaşarsa hiç hatalara düşmez. Ama bir insan kendini bilmeyerek yaşarsa ve bir de kimliğini öğrenmek için arayışa düşmezse, demek ki ona verilen o akıl boşa verilmiş, o aklı doğru yolda kullanmıyor ve ömrünü boşa zayi ediyor demektir. Bizim burada vazifemiz yolcuya kendinin kim olduğunu bildirmek, kimliğinden haber vermektir. Eğer yolcu burada anlatılanlara kulak verir de kimliğini öğrenmeye ve kendini bulmaya gayret ederse, kısa zamanda kurtuluşa erer. Ama kulak vermez de nefsinin tuzağında yola koyulursa hiçbir yere varamaz. Ruhlar üç kısımdır. Birinci ruh, ne zaman suret giydi, ona soruldu, “Sen kimsin?” Hemen cevap verdi Yaratan’a, “Sen sensin, ben de benim“ dedi ve daha surete bürünür bürünmez Allah’ı inkar etti. İkinci ruh, surete bürününce, ona da aynı soruyu sordular. O da şöyle cevap verdi, “Ben senin tarafından yaratıldım Allah’ım, varlıklarına yönlendim, sana arka çevirdim, ama anladım ki varlıklar beni sonsuz güzelliğe ulaştırmıyor, nadim oldum, sana döndüm Allah’ım.” Bu ruhlar da bizleriz, yani gün geliyor, 30-40 yaşından sonra arayışa düşerek, bir Mürşid-i Kamil’in huzurunda yeniden doğarak kurtuluşa ulaşıyoruz. Üçüncü ruhlar ise suret bulunca, onlara soruldu, “Sen kimsin?” Üçüncü ruh başını secdeye vurdu ve “Ben yokum Allah’ım, sen varsın. Ben ancak senin emrinle ayağa kalkarım, senin emrinle konuşurum, senin emrinle yaşarım. Senden emir almadan benim saçımın bir teli dahi oynamaz.” Bunlar da Nebiler ve doğuştan Veliler, yani Piran’dır. Piran Efendilerimizin hepsi bende-i Resul’dür. Eğer öyle olmasalardı, o tebessümlü yüzler, o güzel sözler onlardan dile gelemezdi, bu kadar sevgi dolu ve birleyici olamazlardı. Onlar hiç mezheplerde gezmemişlerdir. Onların dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ’Bir’den konuştular.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (121)

Mahşer ve ahiret hakkında ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana şöyle buyurur der ki: “Mahşeri görmek istersen gündüze bak, ahireti görmek istersen geceye bak.”

Sakın geceyi mahşerle karıştırmayın. Gündüz işine gücüne koyuldun, daldın dünyalık peşine, şimdi gece oldu mu da dön Yaratanına, onunla bir pazar kur, mahşerin sıkıntısını geceye taşıma. İnsanı en çok korkak yapan, vücutta titreme, ürperti yapan, sıkıntı veren ne varsa hepsinin sebebi nefstir. Hiçbiri iman edilen yerin ürünü değillerdir. Bu yol kolay bir yol değildir, ama karınca misali olsa da yine yol alınır. Bir hikaye var; bir karınca niyet etmiş Hacca gidecek, ona demişler, sen bu halinle nasıl varırsın Hacca? Karınca da demiş, bir kervan Hacca gidiyor ya, ben de o kervanda birinin heybesine takılırım, onlarla belki Hacca varırım. Bizler de ne kadar kendimizi doğru yola sevketmeye çalışırsak, bakarsın belki bir gün bir yerlere varırız.

Bir gün Hazreti Mevlana’ya sormuşlar, “Bir insan bu güzelliklere nasıl erer?” Mevlana şöyle cevap vermiş: “Mıknatısın vazifesi iğneleri kendine çekmektir, sen de belki bu hayatta bıçak gibisin, herşeyi kesip biçiyorsun; senin de bir gün mıknatıs gibi olman için, kendini o mıknatısa sürtersen, bakarsın sana da bulaşır mıknatıslık, sen de başlarsın iğneleri çekmeye.”

İşte bizlerde de ne kadar benlikler, senlikler varsa, eğer Hazreti Mevlana’nın, selam olsun üzerine, güzel huylarıyla huylanmaya kalkarsak, bize de o güzellikler bulaşır, o zaman bizler de güzel birer insan olmaya yola koyuluruz. Ama eğer Mevlana sadece dilde, gönülde yok ise, Muhammed dilde, gönülde yok ise, Mürşid dilde, gönülde yok ise, bizler ne zaman büyüyüp olgun bir insan olacağız? Günler hızla geçip gidiyor. Günler olmuş saat, haftalar olmuş gün, yıl olmuş ay, ömür elden gidiyor, gün gelecek kapı çalınacak, o zaman hangi yüzle çıkacağız karşısına?

İşte Hazreti Muhammed Efendimiz, selam olsun üzerine, bir akşam vitr-i vacib namazının 13. rekatını eda ederken, perde kalktı gözünden ve bütün bu alemin, hatta yanında bulunanların dahi hakikatte kim olduklarını gördü ve o zaman, “Ya Rabb, sana sığınırım” buyurdu.

Yine Hazreti Mevlana’mızın güzel bir seslenişi var, şöyle der: “Akıllı geçinen bir kişi, bir Allah muhabbetinin peşine koşmaz da, bir küfürbaz koşarsa, küfürbaz benim için o akıllı kişiden daha hayırlıdır.”

Akıllı geçinen kalmış akılda, küfürbaz olan küfrünün farkına varmış nadim olmaya çalışıyor, bu durumda küfürbaz elbette ki daha hayırlıdır. Allah’ın akıla ihtiyacı yok, O zaten Küll-i Akıl’dır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (120)

Şu dünyada ne varsa hepsi insanın içinde vardır ve insanların huyu yüzüne yansır, deniliyor. Bu konuda ne buyurursunuz Hasan Dede?

Yüce Mevlana’mız, selam olsun üzerine, şöyle buyurur: “İnsan demek kainat demektir.”

Evet, dünyamızda ne varsa herşey insanın vücudunda vardır. Bir insan, bir Mürşid-i Kamil’e intisab etmezse, onunla beraber Hazreti Muhammed Efendimizin huylarıyla huylanmaya yola koyulmazsa, bu insanın vücudunda hangi hayvanın huyu ağır basıyorsa, yani misal olarak, hırsa sahibi biriyse o kişi, mahluklardan hırs sahibi olan köpektir, o kişi de bu huyundan temizlenmezse, öldükten sonra insan suretinden çıkartılır ve köpek olarak yeniden dünyaya getirilir. Bir gün Mevlana Hazretleri toplumdan sıkılmış, dergaha da gitmek istememiş, yanına Şeyh Sadrettin Efendi ve Hüsamettin Çelebi Hazretlerini alarak gezintiye çıkmış, yolda giderlerken bir ağacın gölgesinin altında beş altı köpeği birbirlerine sarılmış uyurlarken görmüşler. Şeyh Sadrettin Efendi çok saf, Hüsamettin Çelebi Hazretleri ona keza, Mevlana’ya dönüp demişler ki, “Efendi Hazretleri şu köpeklere bakın, ne kadar dostça uyuyorlar, birbirlerini kucaklamışlar.” Hazreti Mevlana, bu sözün üzerine, hırkasının cebinden bir kaç kuruş çıkarmış ve Hüsamettin Çelebi’ye uzatarak, “Ey ruhumun mertebesi, al şu parayı git kasaptan bir parça kemik al gel.” Hüsamettin Çelebi, hemen kasaba gitmiş ve Efendisinin söylediği gibi bir parça kemik almış gelmiş. “Buyrun” demiş, “Efendi Hazretleri..” Mevlana, ondan bu bir parça kemiği köpeklerin önüne atmasını istemiş. Bir de görmüşler ki, bir dakika önce dostça birbirlerine sarılan köpekler, kemiği görünce birbirlerine girip kavga etmeye başlamışlar, kemiği kapmak için birbirlerini parçalamışlar.

Ve Hazreti Mevlana şöyle buyurmuş: “Yüzleri örtülü kişilerden kaçtım. Sormasaydınız gerçek yüzlerini ortaya çıkarmazdım..”

Bunun gibi örneğin hep kendini düşünen bir kişi, surette insan görünür, ama hakikatte kurttur; kavgayı çok seven bir kişi, surette insandır ama hakikatte horozdur; sürekli kin tutan bir kişi, surette insandır ama hakikatte devedir; boş yere inat eden bir kişi, surette insandır ama hakikatte keçidir ya da eşektir; gururlanarak dolaşan bir kişi, surette insandır ama hakikatte kazdır; çok uyanık görünen bir kişi, surette insandır ama hakikatte tilkidir; acı dil sarfederek toplumun huzurunu kaçıran bir kişi, surette insan görünür ama hakikatte akreptir, yahut da yılandır.

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: “Bizler hep bunlarla oturuyoruz, onlara doğruları söylüyoruz, bu kişileri aydınlatmaya, gerçek kimliklerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Bu kişiler, anlatılanlardan hisse alıp kötü huylarından temizlenmek için gayret sarfederlerse, işte o zaman insan olma yolunda ilerliyorlar demektir. Yok eğer almazlarsa, o zaman sıkıntılarından, üzüntülerinden, hayvaniyetlerinden kolay kolay kurtulamazlar.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (119)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hazreti Mevlana diyor ki: “Hakikati Muhammediye güneşi beşeriyet örtüsüyle yüzünü gizlemiştir. Bu sırrı anlamaya çalış, bunun doğrusu budur. Bunu en iyi bilen Cenab-ı Hakk’tır.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana’nın her sözü yerindedir. Tamamen Hakk’a yüz tutan, herşeyiyle kendini Hakk’a vermiş olan bir kişi artık Hakk olmuştur ve bedeni de Hakk’ın örtüsü olmuştur. Bu alemde insan suretinde görünen sayısız varlık vardır; bunlar insan görünürler ama gönülleri, muhabbetleri, inançları, sevgileri tamamen Allah’ın vehimlerine, yani varlıklarına sunulmuş olduğu için, bunlar Allah ile diridirler fakat Allah onlarda diri değildir. Bir insan, bir Allah’ın sevgilisine elini uzatır, oraya baş keser, orayı kendine baş eder, orayla kendini beslerse ve Hazreti Muhammed Efendimiz’e muhabbetini, sevgisini, gönlünü verirse; Hazreti Muhammed Efendimiz, selam olsun üzerine, bu gönül sahibine gecenin bir vaktinde o güzel yüzünü gösterir. O güzel yüzü gören kişi artık Hakk ile Hakk olmuştur, onun vücudu sadece bir örtüdür ve o örtünün altında Allah’tan başka bir şey yoktur.

Hazreti Ali Efendimiz şöyle buyurur: “Kişi dili altında gizlidir.”

Bir gün Hazreti Mevlana’nın huzuruna iki kişi geliyor. Cenab-ı Mevlana ikisiyle de muhabbet ediyor, fakat biri susuyor hiçbir şey söylemiyor, diğeri de sorularına cevap veriyor. Bu iki kişi Mevlana’nın huzurundan ayrıldıklarında, aynı muhabbet ortamında bulunanlar Mevlana’ya sormuşlar: “Bunlar nasıl kişilerdi ya Mevlana?” Mevlana şöyle cevap vermiş: “Konuşan kişi şu derecededir, diğeri hakkında bir şey diyemiyorum, çünkü konuşmadı.” Yani kimliği ortaya çıkmadı. Bizler, mademki sarraf dükkanında çalışıyoruz, toplum ne ayardadır, konuşmalarından anlarız. Fakat bizlerin önemli bir vazifesi de, onların örtülerini kaldırmadan onlara insandan söz etmek. Böylece belki o insandan örnek alır da, bir gün gelir o da güzel bir insan olur, Hakk olur. Kısaca, insanın bedeni libadır, örtüdür. Bir Hakk dostu, Hakk ile Hakk’tır, ama bu sırrı aşikar edemez, ben Allah’ım diyemez. Eğer, ben Allah’ım, derse benliğe tutulmuş olur ve Firavun sıfatına ermiş olur. Ne kadar yoklukta durursa, o kadar Hakk’ın yüzü ondan tecellisini gösterir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (118)

Deniliyor ki: Tam bir özgürlük içinde aramazsan bulamazsın. Kimsin sen? Neden yaşıyorsun? Yaşamanın amacı nedir? Evren nedir? Niye varoldum? Hayatımı nasıl yaşamalıyım? Neredeyim? Nereye gidiyorum? Bu sorular bir insanda zuhur eder de cevaplarını bulmaya çaba sarfederse insan gelişir, değişir ve özgürleşir. Bu güne kadar etrafımızın geliştirdiği baskılardan kurtulmak ve içimizdeki saklı olan hakikatleri bulmamız gereklidir. Bu konuda siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Toplumun fikirleri öyle yerlere saplanmış ki, hüzünlerden, gamlardan, sıkıntılardan hiçbir türlü kurtulamıyorlar. Ne kadar Allah’ı da zikretseler, ibadet de yapsalar, özgürlüğe ve temiz bir ruhaniyete kendilerini veremiyorlar. Peki bunun sebebi nedir? Bunun sebebi iman zayıflığıdır. Neden iman zayıflığıdır? Bir insanın bağlandığı yere imanı gerçek ise, o insan gama sıkıntıya düşmez, çünkü kendinde yaşamaz. Gönlünü vermiştir Pirine ve Piriyle Hazreti Muhammed’e, ona inanmış ve ona iman etmiştir, onunla içini güzelliklerle donatmıştır, oranın güzelliklerine kendini kaptırmıştır. Ve işte bu kişi özgürlüğüne kavuşmuş sayılmaktadır.

İşte Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, şöyle buyuruyor: “Komşunun her sabah tasında bal, zeytin, peynir bulunur. Benim ise önümde tuz ve bir tas da ayranım vardır. Benim ayran tasım, soframdaki tuzum bana herşeyin üstünde bir tat vermektedir, sayısız cihanlar bağışlansa da hürriyetimden bir zerre satmam.”

Herkes kendi fikrince inandığını savunur, kendi imanını güçlü bilir. Ama belki de kendimizi avutuyoruz, çünkü sıkıntılar bir türlü gitmiyor. Ehli iman sahibinde katiyyen gam gasabet yoktur.

İşte Galib Dede Hazretleri, selam olsun üzerine, şöyle der: “Gam ve keder halk-ı cihanındır, aşıkta gam keder neyler?”

İnsan iman ettiği yerin güzelliklerini gördükten sonra artık gönül oraya verilmiştir, o kişide artık kimlik yoktur. Ama bunlar yok ise, ne kadar bilgiye sahip olursan ol, sen ancak meyvanın kabuğuna erersin, tadına varamazsın. Bilgiye sahip bir insan gurura kapılırsa, başkalarını hor hakir görürse, o benlikle mahvolup gitmeye mahkumdur. Ama tevazuya inip, yoklukta durursa, ona ait hiçbir şeyin olmadığını, bütün sahip olduklarının Yaratıcı’dan olduğunu bilir ve her an şükrederek niyazlarda bulunarak yaşarsa, o kişi hiçbir zaman mahkum olmaz, özgür olur ve hür yaşar.