MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (108)

Hazreti Mevlana, “Bir insan, kendi varlığında Hakk’ı bulunduğunda, ebediyetin anahtarını bulmuştur” diyor, bunu açıklar mısınız?

Bizler bizlikte ne kadar kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz. Istıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Bizler kendimizi ne kadar teslimiyete bırakırsak, o kadar teslim olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin manevi kazançlar elde etmemizi sağlar. Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur içinde olur.

Yunus Emre, selam olsun üzerine, şöyle buyurur:

“İlim, ilim bilmektir; ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır. Var hoca, git bin hacca; hacca gitmek hüner değil, bir gönüle girmektir.”

İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan, bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar. Şöyle misal vereyim; yediğimiz gıdalar bedene kuvvet verir, güçlendirir. İnsan eğer maneviyattan uzaksa, bu güç, kuvvet insanı hayvaniyete sürükler.

Hazreti Mevlana şöyle der:

“İnsan kulaktan beslenir, hayvan ağızdan beslenir.”

Bizler burada sayısız hakikatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlana’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip ruhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar. Bu güzelliklerin kendilerinde zuhur etmesi için de yokluğa bürünmeleri gerekmektedir. Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrar verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zahiri bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pirimiz Mevlana’mızı bedenimizde ruh edersek, onların bilgileriyle kendimizi büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz. Halk arasında, ‘Kalp gözünün kapalı olması’ diye bir tabir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o kalpte konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin kalp gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve kalbinde en güzel yeri Ona verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık haline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir an dahi olsun ayrılmak istemez. Fakat genelde insanların bedenleri dünya muhabbetleriyle dolu, bu sebepten dolayı bağdaşamıyoruz. Boşaltalım dünya varlıklarını içimizden, varlık olarak Hazreti Muhammed Efendimizi kalbimize koyalım, bakın o zaman nasıl güzel haller zuhur eder bizlerden.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (107)

Bir insanın yetişmesi için, zihnindeki o güne kadar olan bütün hafızasını silmesi gereklidir, deniyor. Bu ne derece doğrudur, açıklar mısınız?

Cenab-ı Mevlana’mız der ki, selam olsun üzerine, “Ey oğul, bana evlad olarak gelmeye kalktığın zaman, temiz bir kağıt gibi gel. O kağıtta hiç bir yazı olmasın. O kağıda ben seni yazacağım.”

Bu sözlerinde Hazreti Mevlana şunu demek istiyor, mademki buraya gelmeden önce sıkıntıların üzüntülerin vardı, hiç bir türlü huzur ve neşe bulamadın, namaz kılıyorsun oruç tutuyorsun, ama bu sıkıntı ve hüzünler yine sende tecelli ediyor. Şimdi artık buraya geldiğinde sana şimdiye kadar sıkıntılar vermiş olan o aklını bırakacaksın. Aklını burayla büyütmeye çalışacaksın. Gönlünde mala, mülke, dünyevi herşeye karşı ne sevgi beslemişsen, onları da gönlünden sileceksin. Gönlünü, iç alemini, kalbini temizleyeceksin ve gönlünü tamamen buraya vereceksin. Kafandaki şimdiye kadar olan bütün boş bilgileri bırakıp, burada sana sunulan bilgilerle kendini yetiştirmeye başladın mı, sen yarınların çok güzel bir insanı olursun. Çünkü bize en büyük ayna Hazreti Şems ile Hazreti Mevlana’daki buluşmadır.

Hazreti Şems, Cenab-ı Mevlana’ya şöyle seslenmiştir:

“Bihamdülillah,
Aldı fikrimi Zikrullah.
Küll isen safi, eğer isen sufi,
Açılır sana bir kapı,
Ayan olur Cemalullah.
Bu tevhidden maksat,
Murada ermektir.
Görünen kendi Zat’ıdır,
Sanma gayrullah.
Şems-i Tebriz bunu bilir,
Ehad kalmaz fena bulur,
Bütün bu alem külli mahvolur,
Yine baki Allah kalır..”

Hazreti Şems, bunları ne zaman dile getirdi, Mevlana başını secdeye vurdu. Hanımından gönlünü çekti, evlatlarından gönlünü çekti, ilminden gönlünü çekti, bunların hepsini kendine engel gördü. Bakın ne diyor Hazreti Şems, “Küll isen safi”, ne demektir bu; misal olarak, mangalda ateş vardır ya, o mangalda bir kıvılcım dahi olmasını istemiyorum, o kıvılcım bile kül haline gelsin, o kıvılcım kadar bir yere bir muhabbetin olmasın senin, eğer olursa, o bir tek kıvılcım senin varmak istediğin yere ulaşmana engel olur. Artık yeniden doğuyorsun, bundan sonra annen de baban da O senin, peygamberin de O senin, Allah’ın da O senin, Sevgilin de O senin. Yolcu kendini bu şekilde yola koymalı ki varmak istediği o yere ulaşabilsin. Yolcu temizlendiğinde bakacak görecek ki, ne yüzlerle gelecek O.. Allah’tır süsleyen bu alemi, bir bakarsın, girmiş bir hırka içine, sakal da bırakmış gizlemiş kendini; bütün güzellikler, bütün güzel yüzler Onunla donatılmış, O bir açsa yüzünü yer gök yerinden oynar, Hazreti Şems-i Tebrizi’nin buyurduğu gibi; nizam bozulur, bütün alem mahvolur gider. İşte bu nedenle bu yol, insanlık yoludur. Saflık ister, temizlik ister, uyanıklık değil.. Biri çok uyanıktır ama, bil ki o gerçekte çok aptaldır. Bir Uyku Dede vardır, türbesi Sümbül Efendi’nin yanındadır. Gözleri hep kapalı tefekkürde dururmuş, halk onun için, bu zat her zaman uykuda, derlermiş. O öyle görünüyor ama, herkesin halini dakikada söylermiş. Uykuda görünüyor ama gönül gözü açık, cihanı almış eline herşeyi görüyor. İnsan olandan hiçbir şey gizlenmez.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (106)

İnsanın büyük bir alem olduğunu ve insanın Hakk olduğunu söylüyorsunuz, yani Hakk’ın aynı, aynası. Ama insan bunu farkedemiyor. Bu konuda ne buyurursunuz?

Hazreti Mevlana, insan bedenini bir sandığa benzetir. Daha bu sandık açılmadığı ve kişi iç aleminde kaldığı için devamlı ıstırabdadır. İnsan, sevgisini, muhabbetini, aşkını yüce bir yere sunarsa, o kişide artık kendi kişiliği kalmaz ve sevgisini, muhabbetini ve aşkını sunduğu yer artık onda varlığını gösterir. Yaşadığımız bu alem, insan yanında çok cüzi bir varlıktır. Ama bunu dille ne kadar anlatmaya kalksak da, yine kişinin aklının aldığı nisbette bilgi sunabiliriz. Şöyle anlatmaya çalışalım; dünya ilk yaratıldığında kaba bir haldeydi. Eğer bu kaba haliyle kalmış olsaydı, insanlar ilkel bir şekilde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalacaklardı. Fakat Allah, dünyayı yarattı ve sonra bütün varlıkları yarattı, en son insanı yarattı, insanda kendini yarattı. Ve baktığınızda misal olarak, insanın bir düşüncesinden bir gökdelen çıkabiliyor. 50 kat, belki 100 kat bir gökdelen, yani nerdeyse bir gökdelene bir kasaba sığıyor. Fakat sonuçta insandan çıktı bu mimari. Belki 5 ay belki de 6 ay sonra bitirip orada dolaştığında gökdelenin içinde ufacık bir zerre gibi kaldı. Sureten o gökdelenin kapısını bile içine alamaz insan, ama aslında onun düşüncesinin, aklının ürünüdür o gökdelen. Demek oluyor ki, insan tamamen düşünceden ibarettir. Bir insan huzurlu olmak isterse en başta şunu düşünmesi lazımdır; en büyük akıl sahibi Hazreti Muhammed’dir, Onu bulmak için de bir Mürşid-i Kamille yola koyulması ve orayla aklını büyütmesi gereklidir. Yolcuya ondan sonra çok şeyler sunulur, fakat yolcu bunları ancak Mürşidiyle paylaşır. Neden? Çünkü bunlar herkese anlatılacak şeyler değildir, anlatmaya kalkışılırsa insanların akılları almaz. Bu yüzden Hazreti Mevlana, “Ben insanı anlatmaya kalksam kıyamete kadar anlatamam” buyuruyor. Ancak anlayan biri çıkarsa o zaman konuşulur, muhabbet olur. Hazreti Mevlana ve Hazreti Şems gibi, onlar birer manevi denizdiler. Hazreti Resulallah ve Hazreti Ali gibi, Resulallah binbir sırrın anahtarını Hazreti Ali’ye vermiştir ve Onu bütün Velilerin başı kılmıştır. Hepsinin Şah’ı Hazreti Ali Efendimizdir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (105)

Hasan Çıkar Dede

Hasan Dede bu alemde en çok ne yapmak istedi, insan toplumuna neyi vermek istedi?

Bütün insanlık alemini bir görmek, hepsini birbirine karşı sevgide saygıda görmek istedi. Onun bütün yaşamı bunu için geçti. Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana ne istediyse biz de aynısını istedik. Hazreti Muhammed’e tam bir imanla yüz tutanlar rahat ettiler. Hazreti İsa’ya, Hazreti Musa’ya yüz tutanlar rahat ettiler. Kim Peygamberlerin sözünün dışına çıkıp egosunda kaldıysa perişan oldu. Çünkü Peygamberler, Evliyalar menfaatsiz dostturlar. Onlar bu dünyaya insanları irşad etmek, gel benim gibi ol, demek için geldiler. Sevdiler, hep sevgiden söz ettiler, hiç usanmadan cemaatlerinin yanlarında bulundular. Onların sözleri ferahlık verip, huzura kavuşturdu. En sonunda gözler açıldı, gönüller büyüdü, ruh ferahlığa kavuştu ve oraya imanla baktılar. Onların gövdeleri kalktıktan sonra kim oraya tam vekalet ettiyse aynını söyler. Hasan Dede ikilik tohumu atmadı, küfrü de iman bildi. Temize dokunamazsın ama öbürleri ile uğraşırsın, küfürde olanları yavaş yavaş bıkmadan yola getirmeye çalıştı.
Hazreti Muhammed’e gayrimüslim bir bedevi misafir gelmişti. Hazreti Muhammed’in bir keçisi vardı. Diyelim iki, üç bakraç süt veriyordu. Bu bedeviyi nasıl doyuracağım diye düşünürken, keçi birkaç misli süt verdi. Bedevi tıka basa karnını doyurdu. Bir vakitten sonra gece sıkıştı fakat kalkamadı, yatağı berbat etti. Sabah kalkınca da Hazreti Muhammed’in serdiği o temiz çarşaflarla, üstünü başını temizleyip, heyecandan haçını unutarak, haber vermeden gitti.
Peygamber Efendimiz, sabahleyin hal hatır sormak, kahvaltı ikram etmek için misafirini kaldırmaya gittiğinde, odada berbat bir koku ile karşılaştı.
Bu pisliği madem ki benim midem kaldırmıyor, bu çarşafları temizlemesi için kimseye veremem diye düşünerek, kuyudan su çekip, tekneyi doldurdu ve o çarşafları kendi elleriyle temizlemeye başladı. Mübarek kimseye yük vermiyor…
Bedevi putunu unuttu ya, bütün inancı ondan, onsuz duramadığından tekrar Hazreti Muhammed’in evine gelip, kapı aralığından baktı. Hazreti Muhammed’i onun pisliklerini temizlerken gördü, utanç içinde içeri girip, selam verdi.
Hazreti Muhammed, “Rahat uyudun mu? Olmuş, insanlık hali, sıkılma. Niçin geldin?” diye sordu.
“Putum için.”
“Al putunu.”
“Hayır istemiyorum. Senin gibi büyük insan zor bulunur, senin yoluna girmek istiyorum” diyerek Peygamber Efendimizin elini öptü. Daha sonra da, “Benim halim ne olacak? Ben doyamıyorum” der.
“Bundan sonra çok az şeyle doyacaksın.”
“Nasıl?”
Hazreti Muhammed, ona güzel bir nasihatte bulundu.
“Yemeğe başlarken, Besmele çekeceksin. Hakk’ı düşün, Allah sana yardımcı olacaktır.”
O doymayan adam Besmele çektikten sonra, Hakk’ı düşününce iştahı kesildi, çok azla misal çeyrek ekmekle doydu ve çok güzel bir insan oldu. Kim onu insanlığa sürükledi? Hazreti Muhammed’in büyüklüğü. Öf, uğraşamam demedi. Ya sabır diyerek, hizmete girdi.
Hazreti Mevlana, bir gün ılıcaya gitmişti, o sırada havuzda cüzzamlılar yıkanıyordu. Hazreti Mevlana gelince cüzzamlıları çıkarıp, suyu temizleyip, elma yaprakları atmak istediler. Hazreti Mevlana, “Hiç kimseye dokunmayın” diye seslendi. Cüzzamlılarla beraber yıkanarak, onlara su atıp onlarla hasbıhal oldu. Hazreti Mevlana’nın onlara su atmasıyla yaraları şifa buldu.
İnsan olmak çok zor. O derdi veren de, dermanı veren de Allah. Madem elçisin, her şeye katlanacaksın. O, seni imtihana tutuyor, ben yapamam, edemem demek yok.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (104)

Alevi sema’ı nasıl meydana gelmiştir?

Önce Mevlevi sema’ını anlatayım. Sonra da Alevi sema’ı nereden gelmiş, onu anlatırım. Her iki sema da zikirdir.
Mevlevi sema’ına gelelim.
Hazreti Muhammed, müşrikler yüzünden Medine’ye hicret etti. Müşrikler savaş hazırlığı yapıyorlardı. O sırada amcasının oğlu Cafer-i Tayyar (Hz. Ali Efendimizim ağabeyi) Hindistan’dan Medine’ye gelip, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı. Peygamber Efendimiz, “Ya Cafer-i Tayyar, seni buraya getiren nedir?” diye sordu.
“İşittim ki seni ortadan kaldırmak için, müşrikler savaş hazırlığına başlamışlar. Senin uğruna can vermeye geldim” dedi.
Hazreti Muhammed, “Cafer gönlüm seni o kadar çok seviyor ki, dille tarif edemem” der demez, Cafer-i Tayyar, “Ya Resulallah, senden hep bunu duymayı isterdim” deyip cezbeye girdi ve “Allah!” diyerek sema etmeye başladı. Sonra evlatlığı Zeyd’e dönerek, “Ya Zeyd, öz evladım olsaydın seni bu kadar çok sevemezdim, bil ki seni öz evladımdan üstün tutuyorum” dedi.
Zeyd de, “Allah!” deyip, sema’a kalktı.
Hazreti Ali’ye dönüp, “Ya Ali, sen bendensin” deyince, o da, “Allah!” diyerek sema’a geçti. Arkadan da Hazreti Muhammed, dördü birden sema ettiler.
Yıllar sonra, Hazreti Mevlana ile Hazreti Şems gezintiye çıkarlar ve bir nehir kenarına gelirler. Orada bir su çarkı vardır ve çark dönerken nehirden suyu alarak yukarı çıkarmakta, sonra tekrar boşalmakta ve yine nehirden su alarak suyu yukarı taşımaktadır. Hazreti Şems bunu tefekkür ederken, Cafer-i Tayyar’ın nasıl cezbeye gelerek sema ettiği gözünün önüne gelir ve o da cezbeye gelerek, bir “Allah!” bağırır ve sema etmeye başlar. Hazreti Mevlana da Şems’e katılır ve birlikte uzunca bir zaman o çarkın başında sema ederler.
Mevlevi sema’ı buradan gelir. Mevleviler sema ederken, sağ ayak yere vurdukça kalple “Allah Allah Allah” diye zikrederler.
Alevi sema’ına gelelim.
Hazreti Ali Efendimiz kendine kırk kişilik bir grup toplar. O grupla her akşam devamlı toplanır, Hakk muhabbeti yapıp, sabah namazını Resulallah ile eda ederler.
Bir gün, Hazreti Resulallah’a Allah’tan bir nida gelir.
“Git, kırkların kapısını çal!”
Hazreti Resulallah, Hazreti Ali’yi yanına çağırır ve ona der ki: “Ben kırkların kapısına geldiğim zaman kapıyı çalacağım, sen içerden bana kim olduğumu soracaksın, ben, ‘Allah’ın elçisiyim’ diye cevap verdiğim zaman sen, ‘Git Allah’ın elçiliğini Allah’ın kullarına söyle buyur yok’ diyeceksin,” deyince, Hazreti Ali Efendimizin gözleri faltaşı gibi açılır ve “Ya Resulallah, ben sana nasıl buyur yok derim” diye yakınır. Hazreti Resulallah, “Öyle söyleyeceksin ki böylece ben kırkları imtihana tutacağım. Sonra yine geleceğim, kapıyı vuracağım, sen yine benim kim olduğumu soracaksın, ben, “Allah’ın Habibi Muhammed’im,” diyeceğim, sen yine buyur etmeyeceksin, ta ki ben tekrar gelip, sana, ‘El fakru fahri alem’ deyince beni içeri buyur edeceksin.”
“Saddak ya Resulallah!”
Böylece ertesi akşam Hazreti Muhammed Efendimiz gidip kırkların kapısını çalar, içerden Ali sorar, “Kim o?”
“Ben, Allah’ın elçisi Muhammed.”
“Git, elçiliğini Allah’ın kullarına söyle, buyur yok.”
Hazreti Muhammed ertesi gün yine gider.
“Kim o?”
“Ben, Allah’ın Habibi Muhammed.”
“Buyur yok.”
Ertesi akşam yine gelir kapıyı çalar.
“Kim o?”
“El fakru fahri alem – Dünyada ne kadar varlık varsa ben hepsinden aşağıyım, hepsi benden üstündür.”
“Buyrun ya Resulallah! İçeri girin.”
Kapıyı açarlar. Hazreti Ali ve dostları hepsi içeridedir.
Hazreti Muhammed onları imtihana tutar.
“Sizler kimlersiniz? Burada ne yapıyorsunuz?”
“Biz kırklarız ya Resulallah. Kırkımız birimiz, birimiz kırkımızdır.”
Hazreti Resulallah, elinde tuttuğu bir üzüm tanesini Ali’ye uzatarak, “Bu üzüm tanesini kırkınızın da yemesini istiyorum” der.
Hazreti Ali hemen “Saddak ya Resulallah!” diyerek üzümü alır ve bir fincanın içinde ezer. Hepsi dudaklarını değdirip, üzümün tadını alırlar. Birliği ortaya çıkarırlar.
Yine Hazreti Resulallah der ki: “Biriniz parmağını kanatsın bakalım kırkınızdan da kan akacak mı?”
Hazreti Ali, serçe parmağını kanatır, hepsinin aynı parmağından kan akar. O esnada erzak almak için dışarı çıkmış olan Selman-ı Farisi, içeri girer. Onun da serçe parmağından kan akmaktadır. Hazreti Resulallah, onların bu birliğini görünce cezbeye gelir ve kollarını bir turna gibi açarak sema etmeye başlar. Alevi sema’ı da buradan çıkmıştır.
İki semada da Resulallah vardır. Her iki sema da ibadettir. Burası birlik yuvasıdır. Burada ikiliğe hiç yer yoktur. Alevi şöyledir, Sünni böyledir diye kimsenin dil uzatmaya hakkı yoktur. Burada hepimiz Muhammed Ali’ciyiz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (103)

Sünnilerde Hazreti Muhammed, Alevilerde Hazreti Ali önde, neden?

Hazreti Muhammed’in kurduğu Cumhuriyet, Hazreti Ali’nin vefatına kadar sürdü. Hazreti Ali, Mülçem tarafından şehit edildikten sonra, iktidarı ele geçiren Emeviler kendi saltanatlarını kurup, Resulallah’ın hakikat düzenin ortadan kaldırdılar.
Hazreti Mevlana’nın, Hacı Bektaş Veli’nin, bütün Evliyaullah’ın, bütün tasavvuf ehlinin temelinde Hazreti Ali vardır. Ali’siz yol yok. Çünkü Hazreti Muhammed’in de gönlünde Hazreti Ali vardı.
Hazreti Muhammed kırk yaşında, Peygamberliğini ilan ettiği zaman Hazreti Ali yirmi yaşlarındaydı. Hazreti Muhammed’in Allah’ın güzelliklerini yad edişi, çok hoşuna gittiği için der ki: “Ne güzel tebligat yapıyorsun. Neden şimdiye kadar halkı, Hakk’a davet etmedin?”
Hazreti Muhammed, ona şu cevabı verdi: “Ben doğuştan hem Nebiyim hem Veliyim ya Ali! Dini beraber yayalım diye seni bekledim.”
Bir rivayet anlatayım.
Bir gün Hazreti Ali, savaşta elde edilen ganimeti Peygamber Efendimize teslim etmek için onun evine gitti. Peygamber Efendimiz sahabesi ile mescitte olduğu için ganimeti, Ayşe yengemize bıraktı. Ayşe yengemiz ganimeti kurcaladı, içinden bir kolye beğenerek, “Bunu çok beğendim, kendime alayım” dedi.
Hazreti Ali, “Onu sana veremem, Resulallah’a iğnesine kadar ganimeti teslim edeyim, o isterse sana hepsini versin” dedi.
Ayşe yengemiz biraz direndi, Hazreti Ali de elinden tutarak kolyeyi alıp ganimeti torbasının içine attıktan sonra çıkıp gitti. Hazreti Muhammed gelince, baktı ki, Ayşe yengemizin yüzü biraz asık.
“Ya Ayşe rahatsız mısın?”
“Yok.”
“Neden yüzün asık?”
Durumu anlatarak, “Ali elimden tutarak beğendiğim bir kolyeyi aldı” dedi.
Hazreti Resulallah da, “Ali’nin eli benim elimdir” deyince, Ayşe yengemiz, izin isteyip o akşam baba evine misafir gitti. Babasına durumu anlattı. Babası da, “Bir şey diyemem, yarın bunu mescitte Resulallah’a soracağım” dedi.
Sabah namazını eda ettikten sonra, Ebu Bekir Sıddık durumu anlattı. Hazreti Muhammed hakikati ortaya çıkarmak için sahabenin ortasında, “Ya Ali, ayağa kalkar mısın?” dedi.
“Saddak ya Resulallah!”
“Gel beni bir kucakla.”
Gelip kucakladığı zaman Resulallah görünmedi, sadece Ali göründü.
“Aç kollarını.”
Kollarını açtıktan sonra, Hazreti Muhammed, Hazreti Ali’yi bir kucakladı ki, Hazreti Ali görünmedi, tek Resulallah var.
İkisini ayırmak hakikatleri bilmemekten, öğrenmemekten ileri gelir.

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (102)

Alevi Sünni ayrımı nereden kaynaklanıyor?

Bizde hiç ayrım yoktur, Sünni nasıl sevilirse, Alevi de öyle sevilir. Hazreti Muhammed’i seven, Hazreti Ali’yi sevmiştir. Hazreti Ali’yi seven, Hazreti Muhammed’i sevmiştir. Hazreti Muhammed’le Hazreti Ali surette iki, manada birdir. Onlar, bir nurun bir ruhun varisleridirler. Derinine inmeyen kişiler ayrımcılık yaparlar.
Hazreti Ali, Kabe’nin içinde dünyaya geldi.O, Hazreti Muhammed’in eğitiminde yetişti ve on yaşlarına geldiği zaman, Müslümanlığı kabul etti. Kızlardan Fatıma anamız, hanımlardan Hatice anamız Müslümanlığı ilk kabul edenlerdendir.
Alevi, Sünni ayrımına gelince, Hazreti Muhammed’den şefaat bekleyen bilsin ki Hazreti Ali’den şefaat bekliyor. Bir Alevi canı Hazreti Ali’den bir şefaat beklerse, bilsin ki Hazreti Muhammed’den bekliyor. Hazreti Muhammed ile Hazreti Ali beden olarak ikiydi, ruh olarak, nur olarak birdiler, hiç ayrı gayrı değil. Bunları ayıran ehli insan olamaz. Bunlar cehaletten kaynaklanıyor. Hepimizin kitabı Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed’i kim güzel tanırsa bu kişi de hiç ayrımcılık bulunmaz. Şimdi düşünün, Hazreti Muhammed’i en iyi tanıyan, en iyi bilen Hazreti Ali’dir. Nasıl Hazreti Ali’yi ayrı görmeye kalkarız? Sünni, Alevi ikiliğine hiç yer yoktur.

 

Kızılbaşlık nedir, bunu açıklar mısınız?

Birçok kişi bunu yanlış biliyor. Kızılbaşlık nereden gelmedir, buradan Hazreti Mevlana’nın dilinden duyun…
Hayber Kalesi, Musevi’lerin elindeydi. Musevi’ler çok güçlüydüler ve başka dinden olanlara zarar veriyorlardı.
Hazreti Muhammed, Ebu Bekir’i huzuruna çağırarak, “Senden Hayber’i fethetmeni istiyorum” der ve askerleri Ebu Bekir’in emrine verir. Ebu Bekir, kan dökülmeden teslim olun diye Musevi’lere tebligatta bulunur. Musevi’ler bunu kabul etmez ve savaşa girerler. Ebu Bekir, zayiat vererek Hayber’i almadan geri döner. O sırada Hazreti Ali’nin gözleri rahatsız olduğundan Hazreti Muhammed ona birkaç gün istirahat vermişti. Hayber’in alınmasını Ömer-i Faruk’dan ister ama o da zayiat vererek döner. Osman-ı Zinnuri’yi görevlendirir, o da Hayber’i alamaz. En sonunda Hazreti Ali’yi çağırarak, “Ya Ali! Senden Hayber’in fethedilmesini istiyorum” der. Hazreti Ali, “Saddak ya Resulallah!” diye cevap verir ve çarşıya çıkıp, top top kırmızı kumaşlar alarak, bütün askerin başına kırmızı bağlar. Kendi başına da bağlar. Sabah namazını eda ederler. Hazreti Muhammed, iki rekat da gaza namazı eda ettirdikten sonra elini öpmek için yanına gelen Hazreti Ali’ye sorar:
“Ya Ali! Neden başını kırmızı bağladın?”
O da, “Sadece ben değil, bütün askerin başını kırmızı bağladım. Ya bu baş gider, ya bu Hayber feth olur” diye cevap verir.
O gün bütün ordu kızıla boyandı. Kızılbaşlık, Muhammed uğruna baş vermek anlamına gelir.
Hazreti Ali de tebligatını yapar, Musevi’ler yine kabul etmezler. Hazreti Ali savaşta atını geri alıp, hendeğin karşı tarafına atı ile atlar. Hayber Kalesi’nin kapısını kırk kişi kaldıramazken, o kapıyı tek başına sökerek, köprü vazifesi görmesi için hendeğin üzerine koyar. Bütün ordu içeri girer, Musevi’ler yenilir ve Hayber fethedilir. Kızılbaşlık buradan gelmedir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (101)

Kur’an-ı Kerim’i Türkçe okuduğumuz zaman da hatim indirmiş olur muyuz?

Elbette. Sakın aklınızı şüphelere sokmayın. Okuduğunuz zaman duasını yapar, hatim sahibi olursunuz. Arapça bilmiyorsan Türkçe oku, her şey niyete bağlıdır. Türkçesini okursan, ne söylediğini anlarsın, daha güzel.
Zamanın birinde Beyazıt’ta güzel sesli bir hafız Aşr-ı Şerif okurken, cemaatten biri çok duygulanıp ağlamaya başlamış. Cemaatin içinde bir Arap varmış. Aşr-ı Şerif bitince Arap, adamın yanına giderek, “Niye ağlıyorsun. Aşr-ı Şerif’te Hazreti Muhammed ne söylüyor, anlıyor musun?” diye sormuş.
“Yok. Çok duygulandım, ağladım.”
“O miras ayetidir. Bir evin büyüğü, Hakk’a yürüdüğü zaman, mirasın nasıl taksim edileceğini anlatıyor.”
Adam bunu duyunca o duygu gitmiş. Tabii makam güzel anlamadan ağladı ama anladıktan sonra ağlama bitti. Duygulanacak ayetler de var, yaşamı düzenleyen ayetler de. Onun için siz anlamına girerseniz, daha güzel olur, öyle gelişi güzel okumayın, öğrenin anlayın.
Rahmetli Mustafa Kemal, “Ben milletimin daha dindar olmasını isterim” dedi. Dindar olmakla, okuyup anlamına varmayı kastetti. Anlamsız bir şey okursan, ne okuduğunu bilmiyorsan ne kıymeti var.

 

Her şey niyete bağlıdır, dediniz, bunu açıklar mısınız?

Size Mesnevi-i Şerif’den şöyle bir hikaye anlatayım:
“Musa Aleyhisselam, bir gün bir başına dağları dolanırken, uzaktan yoksul ve yanlız bir çoban gördü. Çoban dizüstü çökmüş, ellerini semaya açıp dua etmekteydi. Bu durum Musa’nın çok hoşuna gitti, ama yaklaşıp da çobanın duasını duyunca şaşırdı. Çoban Rabbine şöyle yalvarıyordu: Kurban olduğum Allah’ım. Seni ne kadar severim, bir bilsen. ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste. Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir. Allah’ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadına yenmez olur… Musa duaya kulak kabartarak çobana yaklaştı. Çoban duasına devam ediyordu: Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni. Sana çok hayranım… Duydukları karşısında Musa öfkeden küplere bindi, bağıra çağıra kesti çobanın duasını: Sus, seni cahil adam! Ne yaptığını sanırsın? Allah pilav yer mi? Allah’ın ayakları mı var yıkayasın? Böyle dua olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhal tövbe et!.. Çoban, Musa’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızardı, utancından yerin dibine girdi. Bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmeyeceğine gözyaşları içinde yeminler etti. O gün akşama kadar Musa çobanın yanında durup ona temel duaları ezberletti. Sonra ‘Allah benden razı olur, iyi iş yaptım’ diye düşünerek yoluna devam etti. Musa o gece bir ses işitti, seslenen Rab idi: Ey Musa! sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldin birleştirmeye mi? Şu garip çobanı azarladın. Onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bilmese de, o çoban inancında samimi idi. Kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız, niyete bakarız! Kelamlara bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan razıydık. Başkasına medih olan söz sana zemdir. Ona bal olan sana zehirdir. Sen işittiklerini inkar ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile, ne tatlı kabahattır onun ki… Musa hatasını anladı ertesi gün çobanın yanına gitti çoban duaya durmuştu yine, ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yoktu. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösterdiğinden, aman bir yanlış laf etmeyeyim diye takılıyor, kekeliyor, terliyordu. Musa, çobana ettiğinden pişman olup sırtını okşadı ve dedi ki: Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet. Bildiğin gibi dua et. Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.”
Allah gönüle bakar; eğer senin gönlünde varsa Hazreti Muhammed, Ehli Beyt, Mevlana, temiz bir niyetle gönlünü bağlamışsan ikrar verdiğin yere ve bir an dahi ikrar verdiğin yerin dışına çıkmıyorsan, işte o zaman sen her an ibadette sayılırsın. Temiz bir niyetle yapılan dualar, Allah katında mutlaka suret bulur ve güzellikler zuhura gelir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (100)

Kur’an-ı Natık, tam olarak ne manaya gelir?

Bir insan, ehli iman, Resulüne ve kitabına bağlı ise Kur’an onunla dile geldiği için o insan canlı Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim rafta durursa sen onun ehli değilsen, ona da Kur’an-ı Sabir derler. O, insanla dile geldiği için, güzel bir insan ele alırsa orada ortalığa can verir, güzellikler meydana gelir, Kur’an orada canlanır. O güzellik Hazreti Ali’ye verilmiştir, selam olsun üzerine.
Şam Valisi, Hazreti Ali’yi hiçbir türlü yenemeyince, ne kadar Kur’an-ı Kerim varsa toplattı, sonra sayfalarını mızraklara koydurup, askerlerine Hazreti Ali’ye karşı yürümelerini emretti. Hazreti Ali taraftarları, mızraklarda Kur’an’ı görünce kılıçlarını kınlarından çıkarmadılar. “Biz Kur’an’a karşı savaşamayız” dediler. Hazreti Ali o zaman, “Çekin kılıçları, yürüyün üzerlerine, mızraklardaki Kur’an sayfaları Kur’an-ı Sabit’tir, insansız dile gelmez. Ben Kur’an-ı Natık’ım, canlı Kur’an’ım” dedi. Yanındaki bir sürü mollalar, Hazreti Ali’ye ayetler okudular, fetvalar verdiler. Hazreti Ali, “Siz Kur’an’ı benden daha iyi bilemezsiniz, ben onun özüyüm” dediyse de, anlamadılar, ayetlerden bahsettiler. Baktı ki, bunlar askerden daha cahil, asker de bunlara inanıyor, savaşı bıraktı.
Bir gün, Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, sahabesi ile otururken der ki: “Aranızda kısa bir süre içinde hatim indirecek biri var mı?”
Sahabenin hepsi sustu. Çünkü Kur’an-ı Kerim normal bir şekilde okunursa sekiz saat zaman alır. En hızlı şekilde okunsa bile altı-yedi saatten daha az bir sürede okunmaz.
Hazreti Ali elini kaldırdı ve üç İhlas ve bir Fatiha okudu. Bu bütün Kur’an’a geçerlidir, daha fazla ders almak isteyen, girer içine okur. Hazreti Ali zaten Kur’an-ı Natık. Hazreti Muhammed Efendimiz de Hazreti Ali’yi tasdiklemiştir.
İhlas-ı Şerif’in manası şudur: “Kulhuvallahu ehad, (Ey kul yemin ederim, O Allah için, o ehad sensin). Allahüssamed, (Dünyada senden merti yok). Lem yelid velem yuled, (Ne doğarsın ne de doğurur bir ana senin gibi). Velem yekullehu küfüven ehad, (Sana bir zarar gelmemesi için, bütün bu alemi mahfederim).” Bakın ne kadar büyük bir mana taşımaktadır.
Kur’an-ı Kerim, en büyük zikirdir. Bütün bu kainatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de insanlık alemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mana ehli, Kur’an-ı Kerim’i ne kadar tefsir etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu alemde hepsini yazması gerekir.
Fatiha suresine gelince… Misal olarak, İsmail Hakkı Ankarevi, kendisi çok büyük bir alimdi, Fatiha suresine mana vermeye kalkmış ve üçyüz küsur sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fatiha’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lazım gelir ki, tüm kainatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fatiha suresinin sadece bir ayetinde bile ne kadar derin manalar vardır.
Hazreti Mevlana’mız da, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmış ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben manayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi…”
Mesnevi-i Şerif’inde, Kur’an hakkında yine şöyle buyurur: “Bil ki Kur’an’ın bir zahiri var… zahirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var. O batının bir batını, onun da bir üçüncü batını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü batınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir. Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Adem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi! Kur’an’ın zahiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!..” (Mesnevi, III/4244)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (99)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Ameli salih insanlar için öldükten sonra en büyük mükafat sevdiklerine, bizim için mürşidimize ve onun vasıtasıyla Hazreti Pir’e, Hazreti Peygamber’e kavuşmaktır. Ancak Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda birçok surede mükafat olarak yiyeceklerden, içeceklerden, nimetlerden bahsediliyor. Niçin?

Tefsir eden kişiler zahiri tefsir yaptıkları, batıni tefsir yapmadıkları için insanlar neyi en çok istiyorlarsa onlardan bahsetmişler.
İnsanın ameli, yeryüzünde yaptığı işlerdir. İnsanlara sevgiyle, saygıyla davrandı mı? Allah’ın vermiş olduğu rızıktan, zor durumda olanlara yardımda bulundu mu? Dilini tatlı tuttu mu? Ömrünü güzel işler yaparak geçiren kişinin ameli salihtir. Güzel hizmetlerde bulunan kişi bu alemden göç ederken Cenab-ı Hakk, başta kendi yüzünü gösterir. Ameli salih olan kişi yüzü suyu hürmetine sevdikleri de berat alır.
Hazreti Mevlana’nın Emin isminde bir müridi varmış, otuz sene Hazreti Mevlana’ya hizmette bulunmuş. Onun sohbetini dinlediği zaman dermiş ki: “Bugün o kadar güzel bir sohbet açtın, dil tarif edemez.”
Hazreti Mevlana da, “Beni dinle Emin” dermiş.
Sonra camide hatipleri dinler, Hazreti Mevlana’ya gelip, “Filan camide filan hatip çok güzel konuştu, şöyle böyle dedi” diye anlatırmış.
Hazreti Mevlana da, “Onu dinle Emin” dermiş.
“Beni dinle, onu dinle” diyerek aradan otuz sene geçmiş. Bir gün Hazreti Mevlana’nın sadık dervişlerinden biri Hakk’a yürümüş, onu kabristana getirmişler. Toprağa sırlayınca, Hazreti Mevlana’ya, “Ne olur bir duada bulun, bu senin yakınındı” demişler.
Cenab-ı Mevlana tefekkür ettikten sonra bir münacatta bulunmuş. Münacatı yapar yapmaz, Emin’e bütün kabristandan ellerin çıktığı görünmüş. Kabirlerinden hepsi Hazreti Mevlana’nın münacatına ruhen amin demişler.
Münacattan sonra Hazreti Mevlana yürümeye başlamış, Emin hayretten yerinden kalkamamış. “Hadi Emin kalk” demişler. Emin koşup Mevlana’nın eteklerine sarılarak, “Ne olur beni bırakma ya Hüdavendigar” diyerek yalvarmış.
Hazreti Mevlana, “Ben seni hiç bırakmam, arada sırada başka taraflara gidip sen beni bırakıyorsun. Ama şimdi neden bana böyle sarılıyorsun?”
“Artık senden ayrılmam, başka hiçbir yere gitmem. Senin münacatın üzerine bütün kabirlerden eller çıktı. Hepsi, dost yüzü suyu hürmetine berat aldılar.”
“Orada güzel bahçeler, saraylar, huriler var, bu geçici dünyayı ne yapayım, burada yaşlanırım, hastalanırım ama orada öyle bir şey yok” diye düşünenler, namazları menfaat için kılanlar var. Bu neye benzer; susamışsın, suya yanıyorsun. Bir çeşme başına geliyorsun, Sana, “Hayır içme” deniyor. Çeşme önünde, kaynak önünde ama sen o hararet esnasında onlardan su içmeyip serap görmeye başlıyorsun.
Susamış kişi Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da mürşid-i kamildir. Mürşid-i kamil, susamış kişiye Ab-ı Hayat’tır. Çünkü bir mürşid-i kamil, Kur’an-ı Natık’tır, Hazreti Muhammed’in bütün nurlarına ve hakikatlerine sahiptir. Onun sohbetleri vasıtasıyla tüm bu hakikatleri öğrenirsin, aydınlanırsın.
Her zaman söylüyoruz: İnsan insanın cennetidir, insan insanın cehennemidir. Güzel insanlara karışır, güzel sözler işitirsen, huzur içinde olursun. Orada rahatça gönlünü açıp, ruhunu okşayıcı muhabbetler yaptığın zaman sen cennettesin. Bir de neuzübillah, küfürbazların yanında olursan, onların her sözü bir dikendir, insanı üzüntülere sürükler.
Hazreti Mevlana, “Cenneti görmek isterseniz, aşıkların sohbetine karışın. Aşıkların sohbeti, ilkbaharla yaza benzer. Çünkü hep Allah’tan, sevgiden konuşurlar. Cehennemi görmek isterseniz, küfürbazların yanında oturun, onların sohbetleri de sonbaharla kışa benzer” der. Her şeyi burada göstermiştir. İbadetlerinde güzel şeyler düşüne düşüne senin iç alemine hep güzellikler dolar, kuş gibi hafiflersin. Hep huzur içinde yaşarsın.