MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (132)

Hasan Dede, bize gönülden bahseder misiniz?

Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. Cenab-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed Efendimizden göstermiştir. Onunla beraber Peygamberlik defteri örtülmüştür ve Velayet defteri açılmıştır. Ondan sonra gelen bütün Evliyaullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönüllerini vermişler, Onu kendilerine sevgili edinmişler ve topluma Onun yüzüyle çıkmışlardır.

Cenab-ı Mevlana, ‘Gönül’ hakkında şöyle bir dil sarfeder:

“Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kabe’sini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kabe’nin mânası gönüldür!

Cenab-ı Hakk, görünen ve bilinen suret Kabe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kabe’si elde edesin diye buyurmuştur!

Şunu iyi bil ki, sen, Allah’ın evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kabe’ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez!

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin!

Allah’ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk; ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!’ diye buyurur!

Çünkü, altın ve gümüş, bizim için hiç bir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir!

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsi’den de, Levh’den de, Kalem’den de!..

Harap gönül, Hakk’ın nazargahıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur!

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenab-ı Hakk’ın nazarında hacdan da, ümreden de değerlidir!

Hakk’ın defineleri, harap gönüldedir! Harabelerde, pek çok defineler gömülüdür! Mutlu olmak, manen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak!

Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar!

Dilinden sel gibi ab-ı hayat akar; nefesin, Hz. İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara deva olur!

İki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; ‘Sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım!’ hadisinin manasını düşün!

Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekanın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı?

Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz! “

Yine bir başka seslenişinde şöyle diyor Hazreti Mevlana: “Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey… Kimden kapıp, kurtarıyoruz Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!..”

Bunları dile getirmemin sebebi şudur: Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için sevgi ve gönül şarttır. Yoksa boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (131)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Eğer vuslat gününde o dildardan başka görürsen, o dildar başkadır, ben başkayım. O gördüğün dildar benim maşuğum değildir, yoksa ikimizi bir görecektin.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana’mız her ne söyler ise hep yerinde söylüyor. Bakın bir kere şu beyitlerinde nasıl birliyor herşeyi: “Aşık yoktur bu alemde, aşık ölmüştür. Aşık olan kişide varolan maşuktur.”

Burada ikilik kalkmıştır, artık sen ben yoktur. Şimdi, bu toplumda böyle bir aşk yaşanmadığı için bu güzelliklere varamıyorlar.

Dilerseniz Leyla ile Mecnun’dan bir örnek verelim: Mecnun’un bir gün dişi ağrımış, dişçiye gitmiş. O devirde diş hekimliğini berberler yaparmış. Berber hekim, Mecnun’un dişine bakmış ve dişini çekmesi gerektiğini söylemiş. Mecnun, tabi adı üstünde, mecnun bir halde olduğu için hiç cevap vermemiş, sessizce dinlemiş. Hekim de Mecnun’un bu halinden zannetmiş ki, Mecnun dişinin çekilmesini kabul etti, almış kerpeteni eline, tam çekecekken, Mecnun kendine gelmiş ve uzanmış hekimin elinden yakalamış, demiş ki: “Ne yapıyorsun?” Hekim demiş: “Dişini çekiyorum.” Mecnun, “Müsaade yok!” diye karşı çıkmış. Hekim, “Neden?” diye sormuş. Mecnun’un cevap vermiş: “Korkarım, Leyla’mın çenesi incinmesin!” Hekim bu cevabı duyunca şaşırarak, “Leyla nerede, sen nerede? Onunla senin aranızda dağlar kadar fark var, nasıl incinecek?” İşte Mecnun’un verdiği cevap: “Bende bana ait hiçbir şey yok, herşey ona ait.” Aşka bakın bir kere… Yine bir gün Leyla’ya bir mektup yazmak istemiş, şu satırları yazmış kağıda: “Kalbimde tevhid oldun, dilimde zikir oldun. Her zerremi muhabbetin sardı, ben bu mektubu kimden kime yazayım?” Yazamıyor bakın, mektup dahi yazamıyor…

Bunlar geçici aşk, peki ya manevi aşk? Manevi aşk herşeyin üstündedir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (130)

Hasan Dede, ‘İman’ kafadaki bütün soruların çıkarılmasıdır deniyor. Ne dersiniz?

İman, herşeyin üstündedir, herşeyin üstünde… Bizim iman bakımından rehberimiz Hazreti Ali’dir.

Hazreti Ali bizlere şöyle seslenir: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim.”

Hazreti Ali Efendimiz bu sözüyle ne demek istemiştir? Hazreti Muhammed Efendimizin her sözüne inandım, Allah’ın nurunu Onun cemalinde gördüm ve Ona iman ettim, demek istemiştir. Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, Resulallah’a sıdk-ı bütün bir imanla bağlandığı için savaşlarda hep kendini ön saflara atmıştır ve her zaman da başarılı olmuştur.

Hazreti Ali Efendimiz yine şöyle buyurur: “Efendiler! Ben, Hayber kalesini beden gücüyle yerinden sökmedim. Tam aksine, riyazatlı bir halde iman ettiğim yere teslim olduğum için, gücüm bağlandığım yerden geldi. Onun kudretiyle o kale kapısı nasıl söküldü benim bile aklım durdu.”

Bir insan, tam manasıyla teslimiyette durursa, artık o kişi ne ölümden korkar, ne de başka bir şeyden. Çünkü onun artık kendi kişiliğine ait hiçbir şey yoktur. Bizlerin bu güzelliklere varamamızın sebebi hep şüphe içinde yaşamamızdan ve devamlı acaba mı, veciba mı, öyle midir, yoksa böyle midir, doğru mudur, yanlış mıdır diye sormamızdan kaynaklanmaktadır. Bırakın şüphe etmeyi, soru sormayı artık, bakın, önümüzde birçok örnekler var, Peygamber Efendimiz var, İmam Ali Efendimiz var, bütün Evliyaullah var. Bakın bir hatib, hatipliğini yapar ama, Hakk’a yürüdüğü zaman onu da sıradan biri gibi defnederler. Ama bakın etrafımızda bir sürü Hakk dostlarının kabirleri de var, ama onlar korunmaya alınmışlardır ve sevenleriyle anılırlar. Ama diğerleri hiç anılmazlar. Neden? Çünkü insanlara hep kuru bilgi verdiler, Hazreti Muhammed Efendimizin güzelliklerine vakıf olmadılar. Aşka düşmediler, hep zahiri bilgide kaldılar. Ama Evliyalar öyle mi? Onlar Hazreti Muhammed Efendimizin nurunda yandılar, oraya teslim olarak yürüdüler, etraflarındaki insanlara da hep güler yüz, tatlı dil sarfettiler ve dünya durdukça ölümsüzlüğe yol almaktadırlar. Tasavvuf yolu tamamen teslimiyet ister ve bu yolda şüphelere hiç yer yoktur. Şüpheyle, akılla yola koyulundu mu hiç yol alınamaz.

Bakın, Hazreti İsa, selam olsun üzerine, bir gün cemmatine Allah’tan tebliğler veriyormuş. Cemaati ona demiş: “Ya İsa, neden öyle değil de böyle söylemiyorsun? Neden Allah öyle söylememiş?” İsa Ruhullah cevap olarak, “Efendiler, bu sözler bana ait değil, Allah’a ait. Size bu söylediklerim Allah’ın tebliğleri” diye anlatmaya çalışmışsa da, cemaati yine ona, “Yok öyle olmaz, böyle olsun” diye karşı çıkmış. Yani cemaati Hazreti İsa’ya akıl veriyor ve istiyorlar ki, Allah onlara göre konuşsun. İsa da bakıyor ki başa çıkılacak gibi değil, terkediyor cemaatini ve onlardan kaçmış. Kaçarken de topukları ensesine vuruyormuş. Bir oduncu da İsa’nın koşarak kaçtığı dağdan inmek üzereymiş, İsa’yı o halde kaçarken görmüş ama bakmış ki İsa’nın arkasında onu kovalayan kimse yok. Sormuş demiş: “Ya İsa, sen böyle kimden kaçıyorsun?” İsa cevap vermiş: “Ahmaklardan kaçıyorum!”

İşte, herşeyin başı imandır, teslimiyettir. Bir kişinin teslimiyeti tam değilse, imanı da zayıf olur. Böyle bir kişinin aşkı da sahi değildir. Ne güzel söylemişler: “Aşksız derviş imansız softaya benzer.” Aşksız derviş olmaz, imansız sofi olmaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (129)

Hazreti Resulallah Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Mutu kable ente mutu – Ölmeden evvel ölünüz.” Hazreti Mevlana da diyor ki: “İnsan düşünceden ibarettir.” Bizim, ‘Ölmeden evvel ölünüz’ hadisinden anlamamız gereken, ölmeden evvel düşüncelerimizi mi öldürmek zorunda olduğumuzdur, yoksa bunda başka bir sır mı vardır? İnsanın benliğinden kendi düşüncesiyle, yani kendi kendini telkin ederek kurtulması mümkün müdür?

Bu sorunuza Hazreti Mevlana’mızdan bir örnek vererek cevap verelim: Bir gün Cenab-ı Mevlana, selam olsun üzerine, yine Meram’a çıkmış. Oraya çıktıklarında hep Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünden, Onun güzelliklerinden konuşup, muhabbet ederlermiş. Tam muhabbet esnasında bir grup papaz gelmiş. İçlerinden bir papaz Hazreti Mevlana’nın huzuruna çıkmış ve demiş ki: “Ya Hazreti Mevlana, var mısın bir imtihana girişelim?” Mevlana sormuş: “Nasıl bir imtihandan bahsediyorsunuz?” Papaz demiş: “Bir ateş yakalım ve hem siz hem biz hırkalarımızı ateşe atalım. Hangi tarafın hırkaları ateşte yanarsa, onların Allah’a olan bağlılıkları tam değildir, zayıftır. Hangi tarafın hırkaları da ateşte yanmazsa, onlar Allah’a daha yakındır.” Bunu duyan Hazreti Mevlana papazlara şu cevabı vermiş: “Mademki böyle bir imtihana girişmeyi teklif ettiniz, kabul ediyorum. Ben, bütün dervişlerime kefilim, onların hırkalarını çıkarttırmayacağım.” Hazreti Mevlana, kendi hırkasını çıkarmış ve ateşi yakmak için hazırladıkları çalıların üzerine koymuş. Sonra Kardinala dönüp, “Sen de papazlarına kefil ol, çıkar hırkanı, koy benim hırkamın üzerine, sonra yakın ateşi, bakalım kimin hırkası yanacak?” diye buyurmuş. Kardinal, “Ben kendime o kadar güvenmiyorum, papazların hırkalarını da ateşe koyalım” demiş. En üstte Kardinalin ve papazların hırkaları, en altta Hazreti Mevlana’nın hırkası, yakmışlar ateşi. Bir vakitten sonra ateş kül haline gelmiş. Hazreti Mevlana buyurmuş: “İmtihanı teklif eden sizdiniz, şimdi gidip hırkalarınızı alın bakalım.” Kardinal demiş: “Önce sen hırkanı koydun, sen al.” Mevlana, “Peki” demiş, külün başına gitmiş ve “Destur ya Hakk!” diyerek elini külün içine daldırmış. Hırkanın yakasından tutup çıkarmış ve üzerindeki külleri silkelemiş. Sonra dönüp, “Bu hırka size mi ait?” diye sormuş. Papazlar, “Hırka sana ait ya Mevlana!” deyince, Mevlana öpmüş hırkasını ve giymiş, gitmiş. Papazlar hırkalarını aramış aramış, ama bulamamışlar.

Bir insan, kendinde yaşarsa hiçbir şey yapamaz. Onu ateşte yakar, çivi de deler ve bir sürü acı da duyar. Ama eğer düşüncede kendinden geçerse, ona ne ateş tesir eder ne acı duyar, ona hiçbir şey tesir etmez.

Hazreti Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, savaşta iki omuz arasına bir ok saplanıyor. Arkadaşları ona, “Ya Ali, müsaade et, omuzundaki bu oku çıkaralım” diyorlar. Hazreti Ali dönüp onlara diyor ki: “Oka dokunmayın! Ben huzura durduğum zaman tutun oku çıkarın.” Sonra Hazreti Ali Efendimiz huzura duruyor, oku çıkarıyorlar. Hazreti Ali’den bir ses dahi çıkmıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını eda ettikten sonra, arkadaşları ona, “Ya Ali, biz senin dediğin gibi sen huzura durduğunda oku çıkardık, ama senden hiçbir ses çıkmadı” dediklerinde, Hazreti Ali Efendimiz onlara şu cevabı veriyor: “Ben o anda kendimde değildim, kendimden geçmiştim, çünkü Hazreti Muhammed ile rabıtadaydım.”

İşte insan, bir mana eriyle rabıtaya girdiği zaman ona ateş ne yapabilir ki, çünkü ateş de bir kuldur. Ateş bizim hizmetimizdedir, istersek büyük ateş yakarız, istersek küçük ateş yakarız.

İnsana verilmiş olan en büyük nimet akıldır ama, insana en büyük perde de yine akıldır. Akılla olmaz; akıl baştan gitmedikten sonra insan o güzelliklere kavuşamaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (128)

Bizler, tam bir nefs savaşına giremiyoruz. Kendimizi devamlı kandırıyoruz. Nefsimizi yenmek istiyoruz ama bir türlü başarılı olamıyoruz. Bizler nasıl bir çözüm bulalım da bu nefsten kurtulalım Hasan Dede?

Hazreti Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, “Biz küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz” diye buyurdu. Sahabe sordu, “Nasıl küçük savaş olabilir? Uhud’daki savaş kıyameti andırdı.” Resulallah Efendimiz onlara şu cevabı verdi: “Oradaki savaşta karşımızdaki düşmanı görüyorduk. Gaflete düşersek düşmana yeniliriz, ama gözümüzü dört açarsak düşmanı yeneriz. Büyük savaş ise görünmeyen düşmana karşı, o düşman da nefsimizdir.”

Nefsimizi kolay kolay yenemeyiz. Nefsimizi ancak onun isteklerini durdurmakla yenebiliriz. Çünkü nefsimizin istekleri hiç bitmez, doyum nedir bilmez. Kim derse ki, ben nefsimi yenerim, o kişi daha baştan kaybeder.

Bakın, Seyyid Burhaneddin Efendi şöyle buyuruyor: “Kim nefsiyle barışık ise bu alemde, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.”

Bir insan Allah ile savaşa girişirse, hiçbir zaman galib olamaz, hep mağlub olur.

Yine Seyyid Burhaneddin Efendi, selam olsun üzerine, şöyle diyor: “Denizdeki canavardan korkma, onu gözün görüyor. Ondan kendini kurtarabilirsin. İçindeki nefsin o kadar büyük bir canavar haline gelmiş, ama onu görmüyorsun, almış seni götürüyor.”

Şems-i Tebrizi Hazretleri de nefs için şöyle hitab eder: “Sıdk-ı bütün bir gönülle bağlandığın yere, Allah’ı zikre girdiğin zaman, o nefsin kalesini yıkar.”

Bu bir, ikincisi de riyazattır. Sonuç olarak bağladığın yere temiz bir gönlün ve büyük bir aşkın olacak. Şöyle bir misal verelim: İnanç insanı caydırır, ama iman caydırmaz. İman ne demektir? Bağlandığın yere, sen benim Rabbimsin, sen benim herşeyimsin, diyebilmektir. İnsan, imanla yola koyuldu mu, nefs geri adım atar. Fakat inançla yola koyuldu mu, nefs galib gelir. Eğer kişi, ben çok bilirim, ben şöyleyim, ben böyleyim, diye konuşmalara girdiği an, o kişi nefsinden konuşuyor demektir. Nefsinin kollarına düşmüştür ama farkında değildir.

Bize en büyük örnek Hazreti Muhammed Efendimizdir. Nasıl en büyük örnektir? O, her zaman, “Allah benden şöyle konuştu, Allah benden şöyle söyledi” diye, devamlı Allah’a dayanarak konuşmuştur. Bizler de burada nasıl konuşuyoruz? Hiçbir zaman kendimizi öne atmıyoruz, her zaman, Hazreti Muhammed şöyle buyurdu, Hazreti Mevlana şöyle söyledi, diye hitab ediyoruz. Bakın dikkat edin, büyüklerimizi zikrediyoruz. Onlara biz inandık ve iman ettik. Biz, Allah’ın bütün güzelliklerini, Hazreti Muhammed’de ve Evliyaullah’da görüyoruz. Çünkü bütün Evliyaullah, hepsinin selam olsun üzerlerine, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Onlar, Resulallah Efendimizi görmeden aşık oldular ve sonra Resulallah yüzünü onlara manalarında gösterdi. Eğer bizler de temiz bir imanla ve temiz bir aşkla yolumuza devam edersek, nefs çırpınır durur ama birşey yapamaz. Ama eğer dersek ki, dur ben bir namaz kılayım, bir dua edeyim, zikir yapayım sonra uyarım Allah’a, o zaman olmaz; bizde öyle yaz boz tahtası yok. Nerde tuzağa düşersin göremezsin. Bu nedenle insanın imanına sımsıkı sarılması lazım. Koskoca Peygamber bile, her akşam dinlenmeye çekilmeden önce yetmişbeş sefer “Estağfurullah” diyor. O, bunu yapıyor da biz acaba neden yapmıyoruz? Bir kere bile estağfurullah demeden yatağa giriyoruz. Peygamber Efendimizden hiç örnek almıyoruz, ki O, Hakk ile Hakk olmuştur. Onun her zerresinde Hakk’ın nuru vardır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (127)

Diyorlar ki, “Bir insanın nefsi ne kadar kuvvetliyse, o insandan o kadar kuvvetli bir Veli olabilir. Nefsi zayıf olandan ise hiçbir şey olmaz.” Egosu kuvvetli olan insanlardan, daha büyük daha teslimiyetli insanlar çıkabilir mi sizce?

Bir insan, eğer böyle bir haldeyken, kendine vakıf olursa, nerede ve neden kayıplarda olduğunun farkına varır da hemen egosunu bir kenara bırakıp tam bir teslimiyetle iman ederse, olabilir. Misal olarak Ebu Cehil, Ebu Sufyan, bunlar o zamanda Mekke’nin sahipleriydi, çok zenginlerdi. Bunlar o egolarıyla Hazreti Muhammed Efendimize baş kesmiş olsalardı, hemen bir Veli sıfatına ererlerdi. Ama baş kesmediler. Bakın ismi Ebu Cehil; bunun manası nedir? Baba Cahil. Ona bu isim verilmeden önce adı Ebu’l Hikmet’ti.

Size bir hikaye anlatayım: Bir gün Ebu Cehil, Hazreti Muhammed Efendimize Ömer-i Faruk’la bir haber gönderiyor ve diyor ki: “Ya Ömer, git Muhammed’e selam söyle; ben de onun sohbetlerine gelmek istiyorum. Yalnız, ben geldiğim zaman köleleri göndersin, ben onlarla birarada oturamam. Eğer isterse, benimle beraber hatırı sayılır beyleri de davet edebilir.” Ömer-i Faruk, tabi biraz saf; Ebu Cehil’in bu haberine sevinmiş. İçinden, Ebu Cehil de Peygamber’e gelecek, ona yüz tutacak, sohbetlerini dinleyecek; dinledikten sonra onu da kazanmış olacağız, diye geçirmiş. Bu niyetle Peygamber Efendimizi evine gitmiş. Fakat Ömer-i Faruk daha kapıdan içeri girer girmez, onun birşey söylemesine fırsat vermeden, Hazreti Peygamber Efendimiz dönüp Ömer-i Faruk’a şöyle seslenmiş: “Ya Ömer, şimdi Allah’tan bana bir nida geldi. Allah benden buyurdu ki: ‘Allah’ın sınıfı tektir, insan ayırımı yoktur. Zengini de fakiri de bende bir kılınır. Biraz olsun böyle bir ayırım yapmak gönlünden geçerse; fakirleri, köleleri bir kenara itip, zenginleri öne alıcak olursan, seni Peygamberlikten redederim.’ “ İşte Hazreti Muhammed, bunun cevabını daha Ömer-i Faruk’un sormasına lüzum kalmadan vermiştir.

Yani demek istediğim şudur ki, böyle biri gelirse, egosunu kırarsa, oraya baş keserse ve orayı kendinde var ederse, haliyle o teslimiyetli ve iyi bir insan olur; kimbilir belki Veli de olur.

Bakın biz şöyle de deriz: Bir hatib, intisab etse, hangi tarikata olursa olsun, o, bulunduğu yolda çift kanatlı bir kuş olur. Neden? Çünkü hem ilm-i zahiri var, hem de ilm-i batını var. Hatta eğer putlarını kırarsa çok daha güzel dil sarfedebilir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (126)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Anlattıklarımı aklınızla değil, kalbinizle dinleyin. Çünkü kalb topraktan yaratılmıştır. Ona ne ekersen bir gün mutlaka filizlenir. Ama akıl sudan yaratılmıştır. Suyun üstüne ne yazarsan anında silinir gider.” Mevlana’nın bu sözleri hakkında ne buyurursunuz Hasan Dede?

Cenab-ı Pirin bu söyledikleri de çok yerindedir. Akılda her şeyi tutamazsın, çünkü akıl baştadır, çok yerlere eser gider. Ama kalbe birşey koydun mu, kolay kolay gitmez.

Kalb, sevgilinin en çok istediği yerdir. Eğer kalbine iman ettiğin yeri koyduysan, artık sana ait birşey kalmaz, herşey ona aittir. Ama eğer kalbimiz çarşıya dönmüş ise, bir sürü şeylerle dolu ise, o zaman o dosttan söz edemeyiz ve onun o güzel yüzünü göremeyiz.

Hazreti Mevlana, kalbe ‘saray’ ismini vermiştir ve şöyle demiştir: “O saray, benim muhabbetimle mahmur olmadıkça, sen o sarayda beni göremezsin.”

Bakın şimdi sizlere Musa Kelamullah’dan bir misal vereyim. Musa Kelamullah, birgün Tur-i Sina’da Allah’a demiş ki: “Allah’ım seninle çok dertleşiyoruz, senden birçok mesajlar alıyorum ve ümmetime sunuyorum. Ne olur, bir akşam bana misafir gel.“ Allah da ona cevap vermiş, demiş ki: “Tamam Musa, yarın akşam senin misafirin olacağım.” Bu mesajı alan Musa sevincinden pervane gibi olmuş. Evini temizlemiş, süpürmüş; akşam olmuş evde volta atıyor, Allah onu ziyarete gelecek diye bekliyor. Tam akşam saatinde kapısı çalınmış. Musa Kelamullah kapıya koşmuş ve gelene seslenmiş: “Kim o?” Gelen kişi dışardan cevap vermiş: “Ya Musa, ben Tanrı misafiriyim. Buyur var mı?” Musa Kelamullah dönüp ona demiş ki: “Ben seni bu akşam buyur edemem, çok önemli bir misafirim gelecek. Ama mademki buraya kadar geldin, seni boş çevirmeyeyim.” Gitmiş bir testi almış gelmiş ve, “Al bunu bana su doldur da getir” demiş. Tanrı misafiri testiyi almış, bir zaman sonra su dolu testiyle yine gelmiş. Musa Kelamullah, testiyi almış ve karşılık olarak eline bir parça ekmek vermiş ve onu göndermiş. Sonra tekrar beklemeye koyulmuş. Sabaha kadar beklemiş, Tanrı ortada yok. Kalkmış Tur-i Sina’ya gitmiş. “Allah’ım sabaha kadar senin gelmeni bekledim. Vaad ettin ama gelmedin” demiş. Allah cevap vermiş: “Geldim ya Musa! Ama sen elime bir testi verdin, hadi git buna su doldur da getir, dedin. Sonra elime bir parça ekmek sundun ve beni gönderdin.” İşte Musa bunu duyunca çıldırmış. Meğerse Tanrı’yı başka bir sıfatta görmeyi bekliyormuş.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (125)

Hazreti Mevlana, kasidelerinin birinde, ‘Benim sakalımın her teli bir Şems’tir’ diyor, başka bir kasidesinde de, ‘Ben, Şems-i Tebrizi değilim’ diyor. Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, selam olsun üzerine, bütün bu söylediklerinin hepsinde vardır ve her sözü doğrudur.

Çünkü Hazreti Mevlana, bir yerde bizlere şöyle seslenir: “Adem, daha balçık halindeyken, ben Nebi’ydim.”

Hazreti Mevlana, baştan aşağı O idi. Yani Yaratıcı ile tamamen birleşmiş ve O olmuştu. Onu birinin aşikar etmesi gerekiyordu. Ne babası, Sultan’ül Ulema Hazretleri, ne de ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Efendi, onu aşikar edemedi. Mevlana, onların yanında devamlı gizli kaldı. Ne zaman Şems-i Tebrizi ile karşılaştılar, Şems onun kim olduğunu keşfetti ve Mevlana’ya Hakk olarak nazar etti ve Şems’in bu nazarıyla Mevlana bir volkan gibi patlama yaptı ve bütün dünyayı hakikatlerle donattı.

Ve Hazreti Şems, Hazreti Mevlana’nın bu halini görünce, şöyle bir seslenişte bulundu: “Ben, Mevlana’yı bir sefer irşad ettim, o beni sayısız sefer irşad etti.”

Şems ile Mevlana, üç ay halvete girdiklerinde, halvet boyunca sadece üç simit yemişlerdir, yani öyle ballar, baklavalar, börekler yok. Halvetten çıktıkları zaman ikisi de bir deri bir kemik halindeydiler. Allah’ın bütün güzellikleri ikisinin gözünde apaçık görünmekteydi.

Hazreti Mevlana, kendisini anlayacak, onu tanıyacak, onun gönlünü okuyacak birisini bulmak için sayısız defalar devran yapmıştır bu alemde. Şems-i Tebrizi Hazretleri de, Mevlana gibi bir Hakk dostunu ararken Allah’a münacatta bulunmuştur ve demiştir ki: “Allah’ım, bu dünyada senin sayısız gizli Velilerin vardır, bana onlardan birisini göster de gideyim ona gönlümü açayım.” Cenab-ı Hakk’tan Şems’e şöyle nida gelir: “Sana bir mürşid göstereceğim, karşılığında bana ne vereceksin?” Şems-i Tebriz, “Başımı vereceğim!” diye cevap verince, Hakk: “O zaman Rum diyarına gideceksin, orada Mevlana Celaleddin Rumi’yi bulacaksın. O senin mürşdindir” diye seslenmiştir.

Eğer onlar buluşmasalardı, Mevlana’nın güzellikleri ortaya çıkmayacaktı. Şimdi bakacak olsanız; Mevlana, Şems ile anılır; Şems de Mevlana ile anılır.

Ve dikkat edin! Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, son deminde ruhunu, ne babasına ne de bir başkasına teslim etmiştir; Şems’e teslim etmiştir. O günlerinde Şeyh Sadrettin Efendi Mevlana’ya şifa dilemek için ziyaretine geliyor; Mevlana ona dönüp: “Sakın bana şifa dileme” diyor ve devam ediyor: “Nurun nura kavuşmasına bir soğan zaresi kadar mesafe kalmıştır. Neyler üflensin, kudümler vurulsun. Bu akşam benim düğün gecem; Yar ile buluşma gecem.”

Bugün, Hazreti Mevlana’nın bu manevi düğünü seyretmek için, Şeb-i Arus’da, bütün dünyadan yüzbinlerce insan geliyor. Hazreti Mevlana, bu konuda bizlere de büyük bir ders veriyor. Bizler de imanımızı güçlendirelim, kimliğimize ulaşalım, iyi bir insan olalım ve onlara layık birer kul olalım, çünkü ömür su gibi gidiyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (124)

Hazreti Mevlana, “Canlarda perde kalksaydı, canların her sözü mesihane olurdu. Ruh, su gibi temiz ve saftı, cisme gelince toprağa bulandı” diye buyuruyor. Ruh ve beden arasında nasıl bir bağ vardır Hasan Dede?

Hazreti Mevlana bu beyitlerinde şunu söylemek istiyor: Ruh, bedene intikal etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, ruh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur. Ruhun özüne ulaşması için Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, her zaman oruçlu gezerdi, bedeninin isteklerine düşkün değildi. Ona yüz tutan Evliyaullah da riyazatlı yaşarlardı. Riyazatlı yaşadıkları için de ruhlarının özüne inerlerdi. Özlerine indikleri zaman, artık kendilerine ait hiçbir şey kalmaz, tamamen Hakk ile Hakk olurlardı.

Bizler malesef kendi özümüzü bilmiyoruz, onun inceliklerini öğrenmiyoruz, araştırmıyoruz. Gün geliyor ömür bitiyor, arkamızdan bir-iki rahmet okunuyor ve aylar yıllar geçiyor, unutulup gidiyoruz.

İnsan gelmemiştir bu aleme ölmek için; insan bu aleme, dünya durdukça yaşamak ve yaşatmak için gelmiştir. Dünya durdukça yaşamak ne demektir? Sevenlerinin gönlünde anılmaktır.

Bugün Musa Aleyhisselam kendi cemmatiyle anılmaktadır. İsa Aleyhisselam kendi cemmatiyle anılmaktadır. Hazreti Muhammed Efendimiz, kendi cemaatiyle anılmaktadır, hatta bütün dünya üzerinde her saniye ezanlarla anılmaktadır. Bütün Evliyaullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönül vermişler ve O’nunla anılmaktadırlar. Cenab-ı Mevlana da, Musevisi olsun, İsevisi olsun, her dinden, mezhepten sevenleriyle anılmaktadır.

Bizlerin tek yapmamız gereken, ölümsüzleri kendimize dost edinmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin hayatını okuyup, O’nun huylarıyla huylanmak, O’nunla yaşamak ve O’nu yaşatmaktır. Vade geldi mi, bizim şefaatçimiz O’dur; Ondan başka hiçbir yerden şefaat bulamayız.

Allah, herşeyi insanla bilir; Allah herşeyi insanla söyler, bütün güzelliklerini insanla bildirir. Kim orayı dinler, oradan hisse alırsa, kendini kurtarmış olur. Kim bunlara kulağını tıkarsa, sonrasında başına gelenlerden Allah’ı mesul tutamaz. Allah, baştan aşağı şefkattir, baştan aşağı rahmettir. Allah kimseye ceza vermez, bela vermez. Allah’ın en güzel yüzü Hazreti Muhammed Efendimizden tecellisini göstermiştir. Hazreti Muhammed Efendimiz baştan aşağı rahmettir, baştan aşağı güzelliktir. Kendisine ne kadar hakaretler yapılmış ise O yine onlar için Allah’tan hidayet dilemiştir ve rıza kılmıştır.

Fakat insanlar bu güzelliklerin peşinde koşmak yerine nefsi arzularının peşine düşüyorlar. Ondan sonra başlarına kötülükler geldi mi, hem kendileri üzülüyor, hem ailesi üzülüyor. Allah da üzülüyor. O sana Peygamberler gönderiyor, Veliler gönderiyor, öğretmenler gönderiyor; ama sen onları dinlemiyorsun, o zaman Allah daha ne yapsın?

Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu alemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (123)

‘Mürşid’in manası da öğretmen demektir. Burada aslında ‘Mürşid’in önemini anlamak gerekli. Bir simyacı nasıl bir madeni alıp altın haline getiriyorsa, mürşid-i kamil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onun iyi bir insan haline getirir. Diğer bir deyişle değersiz bir madeni alıp, mesela bakır gibi, kimyasını değiştirerek, altın haline getirir. Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Bu sorunuza kendimden bir örnek vermek istiyorum: Şeyhimle ilk karşılaştığım zamanlarda aklım henüz olgunlaşmamıştı, onun derinliğini keşfedememiştim, onu sıradan biri gibi görmüştüm. Şeyhime gelene kadarki öğrendiklerimle, yani beş vakit namaz kılmakla, oruç tutmakla, zekat vermekle, hacca gitmekle iyi insan olup cennete gideceğimizin hayaliyle tatmin olurdum. Ama şöyle bir düşündüğünüzde, beş vakit namazı toplasanız tamamı günde bir saatten fazla zaman almaz. Peki geriye kalan yirmiüç saat zamanımız nerede geçiyor bizim? Nefsimizin peşinde, benliklerde, senliklerde geçiyor. Beş vakit namazımızı kıldık ya, bizden bahtiyarı yok diye düşünüyoruz; tamam diyoruz artık bütün farzları yerine getirdik, ölünce cennete gideceğiz. Hele bir de biraz bilgisi de varsa bu kişilerin alıyorlar birkaç cahili karşılarına vaaz vermeye de kalkıyorlar, cahiller de bunların konuşmalarından etkilenip o kişileri yüceltiyorlar, onlar da daha fazla benliklere kapılıyorlar.

Ben ne zaman ki şeyhime intisab ettim, ona baş verdim, ona ikrar verdim, ona ‘Allah’ diye zikrettim, ki Mevlevilikte şeyhine ‘Allah’ diye hitab etmen, onu herşeyin üstünde görmen istenir. Şeyhim benden ona ‘Allah’ diye hitab etmemi istediğinde, benim yine aklım durmuştu, bunu haftalarca muhakemesini yapmıştım. Gün geldi, temiz bir aşkla, temiz bir gönülle kendimi kaptırdım, o zaman perdeler açılmaya başladı. Ne zaman gözüm gördü, yani mürşidimle Pirime vardım, Peygamber Efendimize vardım, onların hakiki yüzlerini gördüm, artık benden bahtiyarı yoktu. Hakikatte onların yüzleri Ay’ın ondördü gibidir, onların yüzlerinden daha güzel bir yüz yoktur. Onların yüzleri bir kişiye göründü mü, o kişinin aşkı artar, şevki artar, artık ondan benlik gider. Bunlara da kişiyi ulaştıracak vasıta gönüldür. Daha önce de demiştik ya, “Aşkın şarabı gönüldür.” Onlar bir tek gönül isterler, temiz bir gönül. Onlar gönüle bakarlar, yoksa kaç vakit namaz kılmışsın, kaç gün oruç tutmuşsun, hacca gitmiş misin, gitmemiş misin, bunlara bakmazlar.

Hazreti Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri şöyle der: “Bir mürid, mürşidiyle beraber oturur, Hakk muhabbeti yaparsa ve derse ki, ‘Ben Allah ile oturdum, Allah ile muhabbetteydim’ onun bu sözü sahidir.”

Neden? Çünkü mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinliyor, öğreniyor. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor.

Şems-i Tebriz Hazretleri, selam olsun üzerine, Mevlana’yla Şam’da karşılaştıkları zaman, onun elini öpmüştür ve demiştir ki: “Ey cihanın sarrafı, ara beni bul!” Çünkü o mürşid aramaya çıkmıştı. Onu hiçbir mürşid tatmin edememişti, ama Mevlana’da aradığını buldu. Onlar birbirlerinde kimliklerini bulmuşturlar.

Cenab-ı Mevlana, hep Şems Hazretlerinin gönlünü okumuş ve söylediği beyitlerde onun gönül alemini dile getirmiştir. Hz. Muhammed’in nurunu onda görmüş, seyretmiştir.

Hazreti Mevlana bir beyitinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı masivadan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefa oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fena buldu, Hüda sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; ab-ı hayat geldi, İlahi saka geldi…”

Mevlana’nın sakası, yani gönül sakisi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o İlahi sakadan, Mevlana’dan. Bizlerden işleyen hep O’dur.