İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 11

“Ömür çok kısadır. Her beğenilen şeyi öğrenmek mümkün değildir. En mühimini öğrenmek icap eder.”

Ömür bir günü andırır. Aynen sabah ve akşam gibi… Şimdi düşünün bu yaşlara geldiniz geçmiş günleriniz unutuldu, geçmiş yaşamlarınızı unutuldu. Gün geldi dedin ki: Allah Allah nasıl geçti 50 sene, nasıl geçti 60 sene, 70 sene… görüyorsun ki bir an gibi. İşte Hazreti Ali Efendimiz diyor: Her şeyi öğrenmeye çalışma, öğreneceksen kimliğini öğren. Eğer kimliğini bulursan sen artık benimle dirilirsin. Eğer kimliğini bulamadıysan hayatın boşa geçmiş olur.

Bu konuda sahabeye sordukları zaman en güzel cevabı Hazreti Ali Efendimiz vermiştir. İlk önce Ebubekir’e sordular: “Sen bu alemden göç ettikten sonra seninle anılacak bir sözün var mıdır? Onu yazalım.” “Var” dedi. “Nedir?” “Geldik bu aleme ağaca konmuş bir kuş gibi, meyveyi yiyoruz ama neticeyi bilmiyoruz” dedi. Aynı soruyu Ömer’e de sordular, o da şöyle bir cevap verdi: “Yaşa bu alemde ölmeyecek gibi.” Sıra Osman-ı Zinnuri’ye geldi, o da şöyle dedi: “Benim söyleyecek bir sözüm yok. Kur’an-ı Kerim’i elinize aldığınız zaman beni hatırlayın, Kur’an-ı Kerim’i kitap haline getiren benim.” Söz sırası Ali’ye geldi, “Ya Ali” dediler, “Sen anadan doğma Hazreti Muhammed’in terbiyesinde yetiştin. Senin seninle anılacak bir sözün var mı?” “Var” dedi. “Nedir?” “Haber vermediler bu aleme gelişine, haber vermezler gidişine, daim hazır ol.” İşte Hazreti Ali kesti yolları, hep hazırda dur, dedi. Çünkü nerede kapı çalınacak bilemezsin. Bilse insan zaten yaşamını sürdüremez, umudunu yitirir. Çünkü yaşam umutladır.

Hüdavendigar Mevlana bu dört sahabenin konuşmalarını takip etti, bakın o da şöyle buyurdu: “Ey insan! Bu beden bir mektuptur, postalanmış padişaha…” çünkü daha anadan doğar doğmaz çıktık yola gidiyoruz Allah’a, “Layık ise postala layık değil ise yırt, yenisini yaz, çünkü zaman az.” Bakın Hazreti Ali Efendimizin sözünden ne kadar güzel bir ilham almıştır.

Biz burada sizlere sayısız sefer insanın kimliğini söylüyoruz, nasıl söylüyoruz?.. Dünya üzerindeki bütün varlıklar insandan önce yaratıldı. İlk güneş yaratıldı, hiçbir varlık Yaratanı dile getiremedi. Ne güneş ne ay ne yıldızlar, ne dağlar ne taşlar, ne çiçekler ne çimenler, ne hayvanlar… hepsi kendi vergisinde yaşamlarını sürdürdüler. E ama Allah istiyor şimdi bilinsin, tanınsın. Ve Allah insanı yarattı. İşte insanda kendini yarattı. İnsan gözüyle bütün yarattıklarını seyretti, insan diliyle bütün yarattıklarını isimlendirdi. Ve kendi ismini de yine insandan aldı. Suretine bakıyorsun fakat hangi surettesin biliyor musun? İnsan suretindesin. Pekala, ne kadar güzel… Peki suretine layık hizmetlerin var mı? Kontrol ettiğin zaman bakıyorsun ki insani hizmetlerin çok az. Şimdi o zaman insanlığa ulaşabilmek için bir İnsan-ı Kamil’in huzuruna gideceksin, ona baş kesip benliğinden arınacaksın. Orayı kendinde varlık edeceksin ve böyle yola koyulacaksın.

Hüdavendigar Mevlana’ya bir gün diyorlar ki: “Bir alim, bütün bilgilere sahip olsa, maneviyatın tadına erebilir mi?” İşte koca Mevlana şu cevabı veriyor: “Bir insan bütün bilgilere sahip olsa bile, ancak meyvanın kabuğuna kadar gelir, tadına varamaz. Neden? Çünkü sahip olduğu ilimlerle benliğe bürünmüş. Bir Mürşid-i Kamile bağlanıp orada benliğini kırmamış, teslim olmamış. Onun için bu kişi ancak kabuğa varır ve dışarıda kalır.”

Ömürler malesef çok kısadır. Önemli olan manevi bir büyüğe bende olmaktır. Örneğin Hazreti Muhammed’e, Hazreti Ali’ye, Hazreti Mevlana’ya bende oldun mu, onlar anıldıkça sen de anılırsın. Eğer bir manevi büyüğü bende etmezsen kendine yaşadığın kadar yaşarsın, yaşadığın kadar anılırsın, öldükten sonra da unutulur gidersin.

 

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 10

“Dünya nimeti kimseye baki değildir; şiddeti de nimeti de devamsızdır.”

Unutmayın ki, bu dünyada hiçbir şey bizim değildir, bize ait değildir. Bizde olan ve bize verilen her şey geçici birer emanettirler.

Dünyadaki yaşamımız boyunca her an bizlerden kısmen veya tamamen alınabilirler ve her şey aslında tekamül yolunda ilerlememiz içindir.

Bizlere verilmiş olan emanetlere ne kadar çok bağlanır ve onları elde etmek için ne kadar uğraşırsak o nispette kendimizi mahkum etmiş oluruz ve bağlandığımız şeylerin kölesi haline geliriz.

Dünyaya yakınlaşmış, Allah’tan uzaklaşmış oluruz.

Kendini bilen insan ne dünyaya ne de dünya nimetlerine bağlanır. Onların geçici olduklarını bilir. Ancak yaşamını sürdürmek için çalışır ve çalışmasının karşılığını alır, fakat onlara bağlanmaz. Dünya nimetleri kendini bilen insan için ancak araçtır, amaç değil. Onların kendisine ancak emanet olarak verildiğini bilir ve huzurlu yaşar.

Önemli olan, bir kenara çekilip hiçbir şeyle meşgul olmamak değil, tam aksine her şeyin içinde olup hiçbir şeye bağlanmamaktır. Dünya ve dünya nimetlerine karşı beslediğimiz istek ve arzularımızı dizginlemek ve böylece benlikten ve nefsten arınmaktır.

Bizim diye zannettiğimiz her şey, bedenimiz, canımız da dahil olmak üzere, Allah’ındır. Elimizdeki her şey, Allah’ın bizlere vermiş olduğu geçici emanetlerdir. Emanetlere hiyanet etmeyelim, bağlanmayalım ve sahiplenmeyelim. Zira Cenab-ı Allah gün geldiğinde hepsini bizden geri alacak. Canımız da Allah’a ait olduğuna göre, o halde Allah’ın bahşetmiş olduğu bu lütfu hor kullanmayıp zayi etmeyelim ve onu Allah’ın hakikatinin doğrultusunda kullanalım.

Hüdavendigar Mevlana, Divan-ı Kebir’inde, bu konuda bizlere şöyle bir nasihatte bulunuyor ve diyor ki: “Aşıkların arasından başka yerde ömür sürme, meyhaneden başka bir yerde oturma! Etrafına dikkatle bak da gör ki, dünya bir tuzaktır; dünyaya ait arzularımız, isteklerimiz ise o tuzakta bulunan birer yemdir! Dünya tuzağına koşma, yem hevasına düşme! Dünya tuzağından kurtulunca, gökyüzüne ayak bas; gökten başka bir eşiğe ayak basma! Güneşe, mehtaba iltifat etme, yüz verme! Çünkü sen, bu dünyaya ait değilsin! Sen, ötelerden geldin; o eşsiz güzelden başkasını dileme! Kase nasıl suyun üstünde durmaz çalkalanırsa, sen de o olmayınca bir yerde karar kılma, sen de çırpın dur! Eline kaseyi alıp her mutfağa koşma! Hava, zaman olur aydınlanır, zaman olur kararır; bazan sıcak olur, bazan soğuk olur! Sen, zamanların kaynağına git ve o kaynağın başından ayrılma!..” (Cilt 4, 2076)

 

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 9

“Hayra niyet ettiğiniz zaman acele edin, ta ki havai nefsiniz sizi yenmesin.”

Allah’a giden yol çetin ve zor bir yoldur. İnsanın önüne bu yolda bir çok engeller çıkar, ki bunlar, insanın çabasının, isteğinin ve imanının ne kadar güçlü veya ne kadar güçsüz olduğunu meydana çıkaran imtihanlardır. Ancak bütün bu imtihanlara göğüs gererek pes etmeyen kişi Allah’ın hakikatine ulaşır, kurtuluşa erer.

Bütün Peygamberler, bütün Veliler, Erenler ve Azizler, hepsi Allah’tandır ve Allah’ta fani olmuşlardır ve Allah ile yaşamlarını sürdürürler.

Din, ibadet ve iyilik, kişinin kendi istek ve arzusuna bağlıdır. Kişi ne kadar saf ve temiz bir niyetle ve hiçbir karşılık beklemeden ibadet ve iyilik yaparsa, o kadar Allah’a yakınlaşır ve Allah da o kadar ona yaklaşır.

Din, gerçek anlamda nefsine egemen olmaktır ve dinde en önemli olan, kişinin nefsiyle mücadeleye girip, nefsine tamamen sahip olması ve kendini bilip, bulmasıdır. Kendini bilen Rabbini bileceği gibi, kainattaki her türlü sır ve manayı kavrayıp, öğrenir ve anlar.

Çünkü nefsini yenen ve benlikten kurtulan insanın zihni durgunlaşır ve berraklaşır; rüzgarsız havada yanan bir mumun alevi gibi sabit olur.

Bakın, Hüdavendigar Mevlana, Mesnevi-i Şerif’inde şöyle buyuruyor: “Mum, ay gibi maksadını gösterir… bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der! Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin! Fakat mumun yoksa buna imkan yoktur.” (Cilt 4, 1698-1700)

“Mustafa, ‘Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu’ dedi. Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir. İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan… hiç fark yok. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.” (Cilt 1, 1946-1950)

Cihan Sultanım, kainat nurum,                                                                                           Şahlar Şahım, ya Ali!                                                                                                    Sevenlerine kıblesin, muma ışık, alevsin,                                                                              Bir bitmez hikayesin, söyle de söyle…                                                                                  Sen ab-ı hayatsın, sen şekere tatsın,                                                                                    Sen Allah’ın sırlarını bilensin,                                                                                                    Sen her zaman gülen, söyle de söyle…                                                                           Şahlar Şahı Ali’m!                                                                                                                          Gam sana gerek değil, öfkeli yürek değil,                                                                               Al eline rebabı, bırak dövüşü kavgayı,                                                                         İmanına hamdolsun, gönlümüz neşe dolsun,                                                                 Söyle de söyle, ya Şahım Ali…

 

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 8

Yousef Abdinejad

“Kudret bulup da düşmanına üstün olunca, şükrane olarak onu affetmeli ve ona karşı iyi muamelede bulunmalı.”

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, çok mertti. Öyle ki bu dünya üzerinde insanların merti Hazreti Ali’dir, hayvanların merti aslandır, kuşların merti de şahindir.

Hazreti Ali Efendimiz hiçbir zaman nefsi için savaşmamıştır, ancak nefs sahiplerine karşı savaşmıştır.

Hazreti Ali Efendimiz bu sözünde demek istiyor ki, madem sen o güce sahipsin, o kudrete sahipsin, madem düşmana galip geldin, şimdi düşman senden aman diliyor, aman diledikten sonra o halde ona kötü muamele etme, onu cezalandırma. Onu bağışlarsan bu çok büyük bir lütuftur.

Şimdi bakın, evlatlığı Mülçem’i çölde buldular, getirdiler Hazreti Peygambere. Peygamber Efendimiz, Mülçem’e bir baktı ve onun kim olduğunu anladı. Dönüp sahabesine, “Efendiler”, dedi, “sizin haliniz vaktiniz yerindedir, hanginiz bu çocuğu evlatlık olarak alır?” diye sordu. Hiçbiri sahip çıkmadı. Bir tek Hazreti Ali Efendimiz kaldırdı elini. Hazreti Resulallah, Ali’ye dönüp, “Sen dur” dedi. Yine sordu sahabeye, yine hiçbiri sahiplenmedi. Yine Ali sahiplenmek istedi. Üç defa sordu, üçünde de Ali kaldırdı elini. Bunun üzerine Hazreti Resulullah, Mülçem’i Ali’ye verdi. Fakat verirken de, eğilerek Ali’nin kulağına, “Ya Ali” dedi, “bu senin katilindir, bu seni şehadete erdirecek. Onun için bunu sana vermek istemiyorum.” İşte Hazreti Ali’nin verdiği cevap: “Söz veriyorum sana ya Resulallah, ona Hasan’dan Hüseyin’den daha iyi bakacağım ki bileği güçlü olsun, o gün geldiğinde zahmet vermeden beni şehadete erdirsin.”

Kim yapar bunu bakalım?.. Evlatlık aldı Mülçem’i, kendi lokmasından bir fazlasını ona verdi, Hasan’dan Hüseyin’den daha fazla onu besledi.

Mülçem kemalata erdiğinde, fark etti ki Hazreti Ali onu oğulları Hasan’dan Hüseyin’den daha fazla besliyor, sordu Hazreti Ali’ye, “Neden beni abilerimden daha fazla besliyorsun? Neden bana onlardan daha fazla ikramda bulunuyorsun?” Hazreti Ali Efendimiz, “Mülçem” dedi, “ye nimetini sorma hikmetini.” Mülçem dayanamadı yine sordu, “Muhammed aşkına söyle” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ali şu cevabı verdi: “Mülçem oğlum, ben seni besliyorum ki, zamanı geldiğinde, bana kılıç çektiğinde, bileğin güçlü olsun ki bana zahmet vermeden benim canımı alasın, beni şehadete erdiresin.” Mülçem bunu duyunca başladı ağlamaya, feryat figan etmeye, “Hâşâ ne olur baba beni katledin, ben bunu yapamam bana engel olun” diyerek attı kendini yerlere. Hazreti Ali, “Mülçem” dedi, “sen bunu zaten isteyerek yapmayacaksın, sen aşka tutulacaksın, aşk senin gözlerini kör edecek, o zaman bana kılıç çekeceksin.”

Aradan bir-iki sene kadar zaman geçti, Kutame adında çok güzel bir kadın vardı. Hazreti Ali, Kutame’nin iki kardeşini savaşta katletmişti. Muaviye, Kutame’yi kandırdı, ona, “Ne yap et, Mülçem’i kendine aşık et, Ali’yi ortadan kaldırsın” dedi. Kutame, Mülçem’i kendine aşık etti. Mülçem aşık oldu, aklını kaybetti. Kutame’ye evlenme teklif etti. Kutame, “Evleniriz ama benim bir şartım var” dedi. Mülçem, “Nedir şartın?” diye sordu. Kutame, “Ali’yi ortadan kaldırırsan seninle evlenirim” dedi. Mülçem, “Hâşâ” dedi, “ben onu yapamam.” Kutame, “Yapamazsan ben de seninle evlenmem” dedi. Mülçem, “Ali’yi öldürürsem, beni yaşatmazlar, o zaman nasıl evleneceğiz?” deyince, Kutame, “O zaman biz de ahirette buluşuruz” dedi. Böylece Mülçem’in aklını çeldi.

Hazreti Ali Efendimiz artık anladı ki o gün yaklaştı, arkadaşlarına, “Sabah namazına giderken beni almaya gelmeyin” dedi, “ben camiye kendim geleceğim.” Üçüncü gün sabah namazını eda etmek üzere evden çıktı, geldi camiye, doğruldu sabah namazına, ikinci rekatta iken Mülçem kılıcı Hazreti Ali’nin boynuna vurdu. Kılıç boynuna isabet etmedi kafa kemiğine geldi. Bunun verdiği acıyla Hazreti Ali bir nara attı. Mülçem, Hazreti Ali’nin narasından ürküp, kılıcı elinden attı. Hazreti Ali, o haldeyken, acılar içinde kıvranıyorken bile, çevirdi başını Mülçem’e, “Hemen saklan, şimdi abilerin gelirse seni öldürürler” dedi. Bakın o haldeyken bile nasıl koruyor onu… İmam Hasan ve İmam Hüseyin hemen yetiştiler, yakaladılar Mülçem’i, Ali’nin huzuruna getirdiler. Hazreti Ali, “Mülçem” dedi “rahat ol, ben sensiz cennete girmeyecegim. Ben hayattayken sen de hayatta kalacaksın. Ben Hakk’a yürürsem, abilerin de sana zahmet vermeden bir vuruşta canını alacaklar.” Ve imam Hasan Efendimiz babası Hakk’a yürüyünce, bir vuruşta almıştır Mülçem’in canını.

Hazreti Ali gibi mert biri daha gelmemiştir dünyaya, ki katilini bile besliyor koruyor. Bu nedenle Hazreti Ali Efendimiz, düşmanı boyun büktü mü, medet diledi mi onu katletmemiştir, bağışlamıştır.

 

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 7

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

“İhsan ve ikramı, layık olmayan kimseye yapmak aynı zulümdür.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Eğer bir kişi münafık ise ve daima etrafa ikilik tohumları saçıyorsa, insanları birbirine kırdırıyorsa, hep zulüm verecek fikirler üretiyorsa, böyle bir kişiyle karşılaştığın zaman ihsan ve ikramlarda bulunmaya kalkışmayacaksın. Eğer kalkışırsan, sen de zulüm işlemiş olursun. Böyle kimselere ihsanda, ikramda bulunmayacaksın, sessizliğe bürüneceksin, hatta selam vermek bile doğru sayılmaz.

Hazreti Ali Efendimizin menkıbeleri ile Hazreti Muhammed Efendimizin menkıbeleri arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bir nurun bir ruhun varisleridirler.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka Velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz” (Hud, 113) buyrulmaktadır.

Hüdavendigar Mevlanamız da Mesnevi-i Şerif’inde şöyle buyurur: “İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı… ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zalimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı… vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Peygamber ‘Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı’ demiştir. İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki… Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir! Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyanı kaldı… sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!..” (Cilt IV, 1201-1205)

“Zulüm nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona layık olan yerden başka bir yere koyup zayi etme.” (Cilt VI, 1558)

 

 

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 6

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

“En büyük mücadele nefsinizle yaptığınız mücadeledir.”

Bir gün Hazreti Ali Efendimiz savaşta dövüşürken karşısındaki cengaveri almış altına tam Zülfikarını çekmiş boynuna vuracak iken, cengaver ansızın Hazreti Ali’nin yüzüne tükürmüş. O esnada Hazreti Ali Efendimizin safrası kabarmış ve hemen Zülfikarı elinden atmış. Cengaver, Hazreti Ali’nin bu hareketine çok şaşırmış ve demiş, “Ya Ali niye kılıcını vurmadın boynuma? Ben sana hakarette bulundum.” Hazreti Ali ona şu cevabı vermiş: “Sen benim yüzüme tükürdün benim safram kabardı. Ben Zülfikarı o haldeyken senin boynuna vurmuş olsaydım, hizmetim nefsim için olacaktı Allah için olmayacaktı. Ben burada nefsim için dövüşmüyorum, Allah için dövüşüyorum. Kılıcı bunun için bıraktım.” Cengaver, Hazreti Ali’nin bu sözünü işitince, “Sizin ne kadar büyük bir inancınız büyük bir imanınız varmış, ne olur bana talkın et, ben de sizin safınıza geçmek istiyorum.” Hazreti Ali, “Gel” demiş, “seni Hazreti Muhammed’e götüreyim, o sana talkın etsin.” Cengaveri Hazreti Muhammed’e götürdü, Hazreti Muhammed ona talkın etti, Müslüman oldu. Büyük bir iman sahibi oldu ve çok güzel hizmetlerde bulundu, Hazreti Ali Efendimizin yanında yer aldı. Cengaver aynı zamanda kalabalık bir kabilenin evladı idi, kabilesini de Hazreti Resulallah’a getirdi, Müslüman ettirdi.

Yani, şifai davranmak nefse uymamak insanı hep kazanca götürür. Ama nefsine uyudun mu her zaman kayba, zarara, ziyana gidersin. Uhud Savaşı çok büyük bir savaştı. Savaştan sonra Hazreti Peygamber aldı sahabesini karşısına, sahabe ona dedi ki: “Ya Resulallah bu savaş kıyameti andırdı.” Hazreti Peygamber, “Bu savaş küçük bir savaştı, asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak” dedi. “Nasıl olur ya Resulallah?” dediler, “bu çok büyük bir savaştı.” Hazreti Peygamber dedi ki: “Biz bu savaşta görünen düşmanla savaştık, biraz gaflete dalsak düşman bizi yenerdi; ama bir de görünmeyen düşmanımız var, her an bize tuzak kuruyor.” “O kimdir ya Resulallah?” dediler. “Nefsimiz” dedi. “Şimdi nefsimizle savaş edeceğiz. Nefsimizin isteklerine karşı gelirsek, biz mümin sıfatına ereriz. Fakat nefsimize ikramda bulunursak mümin sıfatından çıkmış oluruz.”

Hüdavendigar Mevlana’nın ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Hazretleri de şöyle buyuruyor: “Nefsi ile barışık olan kişi, bilsin ki Allah ile savaştadır.” Madem ki Allah ile savaştadır, o hiçbir zaman galip olamaz. Bir kişi nefsine hükmederse, bu kişi Allah ile barışıktır.

İşte Hazreti Ali Efendimiz, insanın nefsiyle savaşında bizlere en büyük örnektir. Bir kişi Hakk’a kulak vermez, nefsi ağır basar, nefsine uyarsa bu yüzden kayba gider. Eğer çalışır nefsini yenerse yolu rahmaniyete çıkar.

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (250)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Tasavvufta en önemli şey, insanın nefsiyle savaşmasıdır. Peygamber Efendimiz, bir savaştan galib geldikten sonra buyurmuş ki: “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz.” Dinleyenler şaşırmış ve sormuşlar: “Büyük savaş nedir ya Resulallah?” Peygamber Efendimiz, “Nefsimizle olan savaş!” diye buyurmuş. Peki, biz bunları hep okuyoruz veya dinliyoruz Dede, ama tam bir nefs savaşına giremiyoruz. Kendimizi devamlı kandırıyoruz. Nefsimizi yenmek istiyoruz ama bir türlü başarılı olamıyoruz. Bizler nasıl bir çözüm bulalım da bu nefsten kurtulalım Hasan Dede?

Şimdi, Hazreti Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi, selam olsun üzerine, biz küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz. Sahabe sordu, “Nasıl küçük savaş olabilir? Uhud’daki savaş kıyameti andırdı.” Resulallah Efendimiz onlara şu cevabı verdi: “Oradaki savaşta karşımızdaki düşmanı görüyorduk. Gaflete düşersek düşmana yeniliriz, ama gözümüzü dört açarsak düşmanı yeneriz. Büyük savaş ise görünmeyen düşmana karşı, o düşman da nefsimizdir.”

Nefsimizi kolay kolay yenemeyiz. Nefsimizi ancak onun isteklerini durdurmakla yenebiliriz. Çünkü nefsimizin istekleri hiç bitmez, doyum nedir bilmez. Kim derse ki, ben nefsimi yenerim, o kişi daha baştan kaybeder.

Bakın, Seyyid Burhaneddin Efendi şöyle buyuruyor: “Kim nefsiyle barışık ise bu alemde, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.”

Bir insan Allah ile savaşa girişirse, hiçbir zaman galib olamaz, hep mağlub olur.

Yine Seyyid Burhaneddin Efendi, selam olsun üzerine, şöyle diyor: “Denizdeki canavardan korkma, onu gözün görüyor. Ondan kendini kurtarabilirsin. İçindeki nefsin o kadar büyük bir canavar haline gelmiş, ama onu görmüyorsun, almış seni götürüyor.”

Şems-i Tebrizi Hazretleri de nefs için şöyle hitab eder: “Sıdk-ı bütün bir gönülle bağlandığın yere, Allah’ı zikre girdiğin zaman, o nefsin kalesini yıkar.”

Bu bir, ikincisi de riyazattır. Sonuç olarak bağladığın yere temiz bir gönlün ve büyük bir aşkın olacak. Şöyle bir misal verelim: İnanç insanı caydırır, ama iman caydırmaz. İman ne demektir? Bağlandığın yere, sen benim Rabbimsin, sen benim herşeyimsin, diyebilmektir. İnsan, imanla yola koyuldu mu, nefs geri adım atar. Fakat inançla yola koyuldu mu, nefs galib gelir. Eğer kişi, ben çok bilirim, ben şöyleyim, ben böyleyim, diye konuşmalara girdiği an, o kişi nefsinden konuşuyor demektir. Nefsinin kollarına düşmüştür ama farkında değildir.

Bize en büyük örnek Hazreti Muhammed Efendimizdir. Nasıl en büyük örnektir? O, her zaman, “Allah benden şöyle konuştu, Allah benden şöyle söyledi” diye, devamlı Allah’a dayanarak konuşmuştur. Bizler de burada nasıl konuşuyoruz? Hiçbir zaman kendimizi öne atmıyoruz, her zaman, Hazreti Muhammed şöyle buyurdu, Hazreti Mevlana şöyle söyledi, diye hitab ediyoruz. Bakın dikkat edin, büyüklerimizi zikrediyoruz. Onlara biz inandık ve iman ettik. Biz, Allah’ın bütün güzelliklerini, Hazreti Muhammed’de ve Evliyaullah’da görüyoruz. Çünkü bütün Evliyaullah, hepsinin selam olsun üzerlerine, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Onlar, Resulallah Efendimizi görmeden aşık oldular ve sonra Resulallah yüzünü onlara manalarında gösterdi. Eğer bizler de temiz bir imanla ve temiz bir aşkla yolumuza devam edersek, nefs çırpınır durur ama birşey yapamaz. Ama eğer dersek ki, dur ben bir namaz kılayım, bir dua edeyim, zikir yapayım sonra uyarım Allah’a, o zaman olmaz; bizde öyle yaz boz tahtası yok. Nerde tuzağa düşersin göremezsin. Bu nedenle insanın imanına sımsıkı sarılması lazım. Koskoca Peygamber bile, her akşam dinlenmeye çekilmeden önce yetmişüç sefer “Estağfurullah” diyor. O, bunu yapıyor da biz acaba neden yapmıyoruz? Bir kere bile estağfurullah demeden yatağa giriyoruz. Peygamber Efendimizden hiç örnek almıyoruz, ki O, Hakk ile Hakk olmuştur. Onun her zerresinde Hakk’ın nuru vardır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (177)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Mesnevi’yi okuyan benimle sohbet etmiş gibidir. Yani Mesnevi ona mürşidlik eder.” Fakat başka bir yerde de Hazreti Mevlana diyor ki: “Temiz olmayanlar bu Mesnevi’den bir şey anlamazlar.” Yine bir başka sözü daha var, o da şu: “Bizi öldürmek isteyenler bizde dirildiler.” Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Benim eserim Mesnevi’yi elinize alıp okumaya başladığınızda benimle konuşmaya başlarsınız. Fakat okurken kulaklarınızın işiteceği kadar sesinizi yükseltin ki, o zaman sizin dilinizden sanki ben konuşmuş gibi olurum ve siz de dinlemiş olursunuz. Eğer sessiz okursanız, o sırada aklınız başka yerlere kayabilir ve siz birçok şeyi kaçırmış olursunuz.”

“Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta… Kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte. Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Alemin bağları, bostanları onun fer’inden ibaret. Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi, hemen ‘O, bahçelerin inişlerinde nehirler akar’ ayetini oku artık.” (Mesnevi, II/2452)

Fakat Mesnevi okuyanların bir kısmı da vardır ki, okurlar ama birşey anlamazlar. Neden anlamazlar? Çünkü kitab sahibini tanımamaktadırlar. Tanımadıkları için de Mesnevi’yi sanki bir masal kitabıymış gibi okurlar. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim de birçok kimse tarafından masal gibi, bir kuru bilgi gibi okunmaktadır. Neden? Çünkü Peygamber Efendimizle duygusal bir bağ kurmuyorlar. Eğer O’nunla aşk ile muhabbete girilmiş olsaydı, o zaman Kur’an, o kişilerin dilinde bambaşka bir hale bürünürdü.

“Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. Yanmadıkça o bilgi, Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal. Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.” (Mesnevi, II/860)

Aşk ehli birini çok sevdi mi, sevgilisinin o yüce sözlerini sayısız manalara yönlendirir. Ama sevgisi, aşkı yoksa ve Peygamberimizi bir elçi olarak görürse, o takdirde yapılan tefsirler kuru bir mana taşırlar ve okuyan kimselere de pek bir fayda sağlamaz.

“Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı. Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın. Bu kapının afeti, heva ve şehvettir. Yoksa burada daima şerbetler içilir durur. Bu ağzı kapa da o âlemi gör. O aleme gözbağı, boğaz ve ağızdır.” (Mesnevi, II/8)

Bakın Hazreti Mevlana şöyle bir hikaye anlatır: “Aşığın biri, bir gün sevgilisiyle buluşuyor ve onun için o güne kadar ne hizmetler yapmış ise hepsini birbir anlatmaya koyuluyor. Hatta onun için namusundan da olduğunu söylüyor. Sevgilisi de sessizce dinliyor ve aşığı sözünü bitirince ona dönüp: “Eğer söyliyeceklerin bittiyse şimdi ben de sana şunu söylemek istiyorum: Evet, benim için bunların hepsini yaptın, ama tek bir şey yapmadın…” Aşığı soruyor: “Nedir o yapmadığım?” Sevgilisi ona şu cevabı veriyor: “Benim için ölmedin! Bana karşı hala tam bir teslimiyetin yok ki, böyle konuşuyorsun.”

Bu yol, yani insanlık yolu, çok ince bir yoldur. Şimdi sorduğunuz sorudaki, Hazreti Mevlana’nın, “Beni öldüren bende dirildi…” diye buyurmuş olduğu sözüne gelelim: En başta nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır. Evet, düşmanımızdır ama, eğer biz ona uymazsak, o bize uymak zorunda kalır ve en sonunda tamamen güzel bir hale gelerek dirilişe ulaşır.

“Ölümünden uzun bir ömür isteyip dur! Nefsinin ‘Bu kötü’ dediğine kulak asma. Çünkü onun işi hep zıddınadır. Onun dediğinin zıddını yap. Alemde Peygamberlerin de vasiyetleri böyledir. Sonun da az pişman olasın diye yapacağın işlerde müşaverede bulunmak vaciptir.” (Mesnevi, II/2265)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (176)

Türbe-i Saadet

Hazreti Mevlana’nın felsefesinin tamamen insan ve ilahi aşk üzerine olduğunu biliyoruz. Bizi bu konuda aydınlatır mısınız Hasan Dede?

Günümüze kadar insanlık bir çok keşfe sahip olmuş, bilim ve teknolojide büyük atılımlar yapmıştır. Fakat insan sorunu düşünce açısından açıklığa kavuşmamıştır. Hazreti Mevlana yedi yüz yıl önce bu düşüncesini dile getirmiş, adeta insanın nasıl yüce bir varlık olduğunu bize anlatmıştır. İnsan öteki varlıklardan farklı olduğunu şöyle dile getirmiştir: “Kimim ben? Niçin bir sürü vesveseler içindeyim? Neden oradan oraya sürüklenip duruyorum? Fezalardaki birisi miyim ki burçtan burca geçer, ağlar, gülerim. Bazen yanan ateş, bazen coşan sel olurum. Ne asıldanım, ne fasıldanım, hangi pazarlarda satılırım. Bazen içi daralmış hüzünlüyüm. Bazen bu halden de uzağım ve en yüksekten de yükseğim.”

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 4)

Hazreti Mevlana’ya göre her insanın ayrı bir özelliği vardır. Herkesin mizacı, yapısı ve tutkuları değişiktir. Ancak insandaki aşk Tanrısal bir yetenektir. O herkeste ortaktır. Aşkla varlığın hikmeti düşünülür, bedenin tutkuları dizginlenir. Tanrı sevilir. Barış, sevgi ve dostluk duyguları egemendir. İnsan hayatına aşkın buyrukları egemen olursa, davranışlar erdemli olur. İnsanı yücelten aşktır.

“Rabbin balarısına şöyle ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları kovanlardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarına gir. Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibret vardır.” (Nahl, 68-69)

Hazreti Mevlana bir rubaisinde şöyle sesleniyor: “İnsanlar sayılıdır, çoktur amma iman birdir. Cisimleri çoktur ama canları birdir. İnsanda, eşeğin anlayışından başka bir akıl, başka bir can vardır. O dem’e erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişilere insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur. Sen bu birliği dışarda arama. Bu hayvani can ekmek yese, insani ruhun karnı doymaz. Bu yük çekse o kırıntı çekmez. Hatta onun ölümüyle bu hayvani can sevinir, neşelenir. İnsani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de kıskançlığından ölür. Kurtların köpeklerin canı hep ayrı ayrıdır. Bir olan ise Tanrı aslanlarının canlarıdır.”

“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf, 13)

Mevlana’ya göre insan sorumluluk taşıyan bir varlıktır, yaratılmışların en şereflisidir. Yüce Mevlana yine şöyle seslenir: “Burada gizlenmiş birisi var. Eteğimi tutuyor. Kendisini gizlemiş, beni öne sürüyor. Şeker kamışında şekerin gizlendiği gibi gizlenmiş. Gönlü hastalanan ben, hiç kimseden bir derman bulmadım. Şimdi anladım ki meğerse o dert benim dermanımmış.” Mevlana’ya göre insanın asıl varlığı Tanrı katında ve zatında idi. Sonra bu aleme gelerek bir çok derecelerden geçti. İnsan düşünen ve her şeye anlam veren bir varlıktır. Hepsinden de önemlisi, insan, kendi nefsini dizginleyerek Tanrı’ya ulaşmak için O’nda yok olma şerefine ulaşabilen varlıktır.

“Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyseniz düşünün ki, hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra da az bir sudan, sonra bie “alaka”dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir “mudga”dan yarattık ki, size kudretimizi apaçık anlatalım. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra da akıl, temyiz ve kuvvette tam gücünüze ulaşmanız için sizi kemale erdiriyoruz. İçinizden ölenler olur. Yine içinizden bir kısmı da ömrün en düşkün çağına ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hale gelsin. Yeryüzünü de ölü, kupkuru görürsün. Biz onun üzerine yağmur indirdiğimiz zaman kıpırdar, kabarır ve her türden iç açıcı çift çift bitkiler bitirir.” (Hac, 5)

“Allah, ölen insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Zümer, 42)

“O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye layık olandır.” (Şura, 28)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (175)

Hazreti Mevlana’ya göre irşad nedir? Kutub kimdir?

Hazreti Mevlana’ya göre irşad, kamil yani olgun insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili Mesnevi’nin birinci cildindeki sözleri önemlidir: “Her devirde peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete dek sürüp gider. Diri ve faal imam o velidir. İster Ömer soyundan, ister Ali soyundan her şey onun hükmündedir. Hem gizlidir, hem göz önünde. O, nura benzer. Akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağıda olan veli ise onun kandili gibidir. Bundan daha aşağı olan Veli ise kandilin konulduğu yerdir. İleridekiler geridekileri görürler, fakat geridekilerin görüşü ileridekileri göremez…” der.

“Benim velim, Kitab’ı indiren Allah’tır. O, bütün salihlere velilik eder.” (A’raf, 196)

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: O, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerine nurdur o. Allah, dilediğini kendi nuruna iletir. Allah, insanlara misaller verir. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.” (Nur, 35)

Ve Kutb’un; insanların gözbebeği olduğunu, onu aramak gerektiğini anlatır. Yine Mesnevi’de Kutup için “O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığı ile geçinir. O akla benzer, halksa onun uzuvlarıdır. Kutup kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde. Hatta o, işte O’ dur! Güneş, yüzünü insan sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver!.. İnsanı gerçeğe, yani hakikatine götürecek bir kılavuz gerektir. Musa bile Hızır’ın hükmüne girdi de hakikate erdi. Zaten bütün dünya, o tek kişiden ibarettir.”

“Güneş’e ve onun aydınlığına andolsun.” (Şems, 1)

“Onların içinde nasıl Ay’ı bir ışık, Güneş’i de bir kandil yapmıştır.” (Nuh, 16)

“Güneş’in doğduğu yere ulaşınca onu, kendileriyle Güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.” (Kehf, 90)

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz Güneş’i gölgeye delil kıldık.” (Furkan, 45)

Hazreti Mevlana’nın yolu aşk ve edeb yoludur. Hakk yolunda olduğunu söyleyip, bu yolun gerektirdiği edebi yerine getirmeyen, benliklerinde kalan kişilere, söylediği şu sözler ile Hakk yolunun tamamen edepten ibaret olduğunu belirtir: “Efendi! Bilmiş ol ki edeb, insanın bedenindeki ruhtur. Efendi! Edeb, hak erinin göz ve gönlünün nurudur. Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç ve gör, şeytanın katili edeptir. İnsan oğlunda edeb bulunmazsa o insan değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark edebdir. İman nedir diye akıldan sordum. Akıl, kalbimin kulağına seslenerek, iman edeptir dedi.”

“Müminler içinde edeb dışı sözler bulmasını arzu edenler için muhakkak dünya ve ahirette elim bir azab vardır ve siz bilmediğiniz halde, Allah bilir.” (Nur, 19)

“Fakat iman edip salih ameller işleyenler ve Mevlâlarına edeb ile gönülden itaat edenler işte onlar cennet ehlidirler ve hep orada kalacaklardır.” (Hud, 23)

“Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Bakara, 208)