MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (172)

Tasavvufta Hakk’a ulaşmanın manası nedir Hasan Dede?

Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Yağmur yağarken gökten düşen damlaları eğer denize düşerlerse onları denizden ayırabilir misiniz? Hayır, ayıramazsınız. Peki damlalar toprağa düşerse ayırabilir misiniz? Hayır, onları da ayırmazsınız. Deniz düşen damlalar deniz olur, toprağa düşen damlalar çamur olur.” Bizler de burada birer damlayız, attık kendimzi denize ki, Hakk ile Hakk olalım. Eğer toprağa atsaydık kendimizi, ayak altı olur giderdik.

“Allah, insanı bir damla sudan yarattı. Böyle iken bakarsın ki o, Rabbine açık bir hasım kesilmiştir.” (Nahl, 4)

“Ey Muhammed! Onlara dünya hayatının örneğini ver: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirne karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgarın savurduğu kuru bir çerçöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.” (Kehf, 45)

Hazreti Mevlana, dervişlerine dünyanın hakikatte ne olduğunu göstermek için onları şöyle bir imtihana tutmuştur: Yağmurlu bir günü seçti ve aynı gün de Konya’nın pazarı olmasına dikkat etti. Dervişleriyle beraber pazara geldi. Daha önceden sarrafta bozdurduğu altınları da yanına aldı. Bütün pazarcılar Mevlana’yı görünce çok şaşırdılar, acaba ne alışveriş yapacak diye meraka düştüler. Mevlana o sırada elini cebine attı ve bir avuç altını etrafındakilere göstererek sordu: “Ey ahali, bu elimde tuttuğum nedir?” “Altındır” dediler. Mevlana, “Tamam o zaman, haydi yağma edin” dedi ve elindeki altınların hepsini çamura attı. Bütün pazarcılar bıraktılar tezgahlarını, altınları toplamak üzere hepsi birden çamura daldılar. Üstleri başları çamur içinde kaldı. Kimisi altınları buldu, kimisi bulamadı. Sonra Mevlana topladı bütün dervişlerini ve hep beraber tekkeye döndüler. Tekkeye vardıklarında onlara sordu: “Evlatlarım, bugünkü imtihandan hiç bir ders aldınız mı?” Hepsi sustular, bir şey diyemediler. Aralarından biri, “Eğer siz anlatırsanız daha iyi olur, bizler yanlış bir şey konuşmayalım” dedi. İşte Mevlana onlara şu açıklamayı yaptı: “Pazarcıları gördünüz, hepsinin üzerlerinde belki 1 ya da 2 liralık elbiseler vardı. Bir parça altını almak için kendilerini çamura attılar. Sahip oldukları o 1-2 liralık elbiselerini de berbat ettiler. Eğer o anda Padişah, yani Allah, onları sarayına çağırmış olsaydı, üstlerindeki o çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna çıkabilirler miydi? Hayır , tabii ki gidemezlerdi. Bir insan çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna nasıl çıkabilir? Çıkamaz. İşte sizlerin de gönlünüzde dünya varsa, ya da bir dünya ehli, Allah sizi huzuruna kabul etmez, tekrara gerisin geri gönderir.”

“Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 86)

“Şüphesiz inkar edip kafir olarak ölenler var ya, dünya dolusu altını fidye verseler bile bu, hiçbirisinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Al-i İmran, 91)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (165)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Yiğit kişi, şehvetine ve öfkesine hakim olandır.” Mevlana, burada insan bedenini ata, ruhunu da o atın üzerindeki süvariye benzetiyor ve şöyle devam ediyor: “Eğer süvari ata hakim olursa, at onu ahirine götürür; ama eğer at süvariye hakim olursa, at onu ahıra götürür.” Mevlana, bu deyişinde, “Bedenini kendi haline bırakırsan seni yanlış yere götürür” derken sizce bu durum herkes için mi geçerlidir, yoksa bunun insanın yaradılışıyla mı ilgisi vardır?

Tasavvufta şu tabir vardır: Eline, beline, diline sahip ol… Bunu yapabilen bir kişi, misal olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir. Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahi, kesinlikle batmaz. Fakat bu üçünden herhangi birisine uymadığı takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahi artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsani duygulardan uzak durmasıdır.

“Biz Nuh’u ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçekten kör bir kavimdi.” (A’raf, 64)

“O, öyle bir mabuttur ki, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırır. Gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte güzel, temiz bir rüzgarla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada birden şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar her taraftan onlara hücum eder. İşte o zaman çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, tertemiz bir inançla Allah’a dua ederler ve bizi bundan kurtarırsan şükredenlerden olacağız, derler.” (Yunus, 22)

Seyyid Burhaneddin Hazretleri şöyle der: “Kim nefsiyle barışık ise, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” Ve yine şöyle buyurur: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yani nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahabesine şöyle seslenmiştir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.” “Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı vermiştir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.” İnsana, nefsi her an tuzaklar kurmaktadır ve bu tuzaklardan kurtulmanın yolu ise aşk ve riyazattır.

“Kendi arzu ve heveslerini ilah edinen ve Allah’ın da, bildiği için kulağını ve kalbini mühürleyip üzerine perde çekerek hidayetten mahrum bıraktığı kimseyi, Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Casiye, 23)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (162)

Hasan Dede, deniliyor ki, bu evrenin, yani bütün varlıkların toplamı aynı bir insan gibidir. Yani bu alem insanın en büyük şeklidir. İnsan-ı kamil de bunun kalbi, özetidir. Bu konuda ne dersiniz?

İnsan, kainat demektir; kainat da insan demektir. Hazreti Mevlana da, “Bu kainatta ne görüyorsanız, hepsi Allah’ın ailesidir” der. Mademki bu kainattaki her varlık Allah’ın ailesi, o zaman eğer onlardan bir tanesini incitirsek Allah’ı incitmiş oluruz. Demek ki, Yaradan’dan ötürü hepsini sevmemiz ve hepsine sevgiden söz etmemiz lazım. İnsan aynı zamanda Allah’ın temsilcisidir. O zaman mademki insan olarak yaratıldık, bizler bütün varlıklardan sorumluyuz. Yani aslında kainatın merkeziyiz.

“Biz, gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları ancak hakka ve hikmete uygun olarak yarattık. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. O halde, sen şimdi onlara güzellik ve hoşgörü ile muamele et.” (Hicr, 85)

“Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra tekrar diriltilmeniz ancak tek bir insanı yaratmak ve diriltmek gibidir.” (Lokman, 28)

Hazreti Mevlana yine şöyle buyurur: “Ey insan! Ne görüyorsan bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste kendinde iste, çünkü sen herşeysin.”

Bizlerin isteği Yaratıcı oldu, O’nu istedik. İnsan bir kez O’nu buldu mu bu dünyada, artık en zengin kişi odur.

“De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış? De ki: Bunlar, dünya hayatında iman eden müminler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıkça anlatıyoruz.” (A’raf, 32)

İnsan bu aleme ölmek için gelmemiştir, ebedi yaşamaya gelmiştir. Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik. Onlarla yaşıyoruz, onları yaşatıyoruz ve onlarla dünya durdukça yaşayacağız.

Yine şöyle buyuruyor koca Mevlana: “Evlad, biliyorum ki beni çok seviyorsun, ama dile getiremiyorsun. Korkma! Mademki ben senin gönlündeyim, son nefesinde mürşidin vasıtasıyla bana geldiğinde, ben anıldıkça sen de anılacaksın, ben yaşadıkça sen de yaşayacaksın.”

“Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte çağıracağımız günü hatırla. O gün her kime kitabı sağından verilirse işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (İsra, 71)

Bakın Allah’ın yarattığı pervaneden misal verelim: Pervane, belki o kadar hoş görünümlü bir yaratık değildir ama devamlı ışığın etrafında sema eder, döner döner döner… Bir zaman sonra yorulur, ama gidip de duvara konmaz dinlenmek için, gider ışığa atar kendini ve ışık onu yakar. İşte ruhunu ışığa verdi, bedeni yerde kaldı. Bunda da bizlere bir ders vardır. Bizler de hep O’nun etrafında dönersek, hep O’nu zikredersek, O’nunla yaşarsak, pervane gibi bizler de son nefeste O’na ruhumuzu veririz.

Ölmek, elbise değiştirmektir, başka bir şey değildir. Hazreti Resulallah’ın buyurduğu gibi, “Müminler ölmez, bir evden bir eve taşınır.” Evden maksat vücutlardır. Gün gelir bu vücuttan çıkar, başka bir vücutta varlığını gösterir ve yine ordan Allah’ı dile getirmeye devam eder.

“Sen, o ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül et. O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini övgüyle an!” (Furkan, 58)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (161)

Hasan Dede, deniyor ki, bu hayatta herkesin tabiatı ve huyu cenneti ve cehennemidir. Sorum şu: İnsanın tabiatı, huyu, yani ahlak ve davranışları, onun cennetini ve cehennemini mi yaratıyor?

Ne zaman ki bir insan güzel düşüncelerde ise, o cennettedir, cennette yaşamaktadır. Fakat ne zaman ki, karamsar düşüncelerde ise, o zaman da bu düşünceler onu hüzünlere sürüklediği için, o cehennemdedir, cehennemi yaşamaktadır. Çünkü herşey insanın içindedir, insanın dışında bir şey yoktur.

“Yapmış olduğunuz güzel davranışlar sayesinde hak ettiğiniz cennet, işte budur!” (Zuhruf, 72)

“Diğerlerine gelince, onlar da ebediyen cehennemde azap çekecekler!” (Zuhruf, 74)

“Biz onlara zulmetmiş değiliz fakat asıl onlardır kendi kendilerine zulmedenler.” (Zuhruf, 76)

Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Aşıklara karış, onların sohbetleri bahar ile yaza benzer. Aşık olmayanlardan da uzak dur, onların sohbetleri de sonbahar ile kışa benzer.” İnsan insanın cennetidir, insan insanın cehennemidir. Güzel insanlarla beraber olursan sen cennettesin, ama küfürbazlarla beraber olursan sen cehennemdesin.

“Baksana; Allah ne güzel bir misal veriyor: Güzel söz, tıpkı kökleri yere sapasağlam basan, dalları da göğe doğru uzanan hoş bir ağaca benzer.” (İbrahim, 24)

“Kötü söz ise, tıpkı gövdesi yerden koparılmış, bu yüzden ayakta bile duramayan değersiz bir ağaca benzer.” (İbrahim, 26)

Allah, sapasağlam söz sayesinde, iman edenlerin hem dünya hayatında, hem de ahirette dimdik ayakta kalmalarını sağlar.” (İbrahim, 27)

Bizler ibadetlerimizi köşkler, saraylar için yapmıyoruz, bunlar tamamen hayaldir. Bizler ibadetlerimizi Resulallah’ın cemalinden mahrum kalmamak için yapıyoruz; bizler O’nun cemaline koşuyoruz. O köşkler, saraylar burda da var; misal olarak evler var, apartmanlar var, arsalar var…

Yani sonuç olarak, insan neyi düşünüyorsa odur. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. Hazreti Mevlana’nın buyurduğu gibi: “Can istiyorsan sen cansın; ekmek istiyorsan sen ekmeksin…” Kısaca, insan neyi çok seviyorsa, onun Allah’ı da odur. İnsan, cennetini de cehennemini de kendisi yaratır.

“Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.” (Şura, 20)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (160)

Bazı tarikatlarda riyazat var ve nefsi açlıkla terbiye ediyorlar. Ancak deniliyor ki, en büyük riyazat edeb riyazatıdır; riyazat nefsin kötü huylarını güzelleştirmekten ibarettir, arzu ve isteklere karşı koymaktır. Yani düşüncelerdeki olumsuzlukları gidermek ve her şeye güzel bakmak, her yerde Yaradan’ın güzelliklerini görmek. Sorum şu: Huylarını güzelleştiren bir insanın manevi görüşü açılır mı?

Bizim vazifemiz, yolcularımızı Hazreti Muhammed Efendimizin ahlakıyla ahlaklandırmak, O’nun huylarıyla huylandırmaktır. Yolcu bu hallere girdiği zaman ondaki nefs artık nefis olmuş demektir. Ama eğer bu hallere bürünemezse yolcu, yani O ayrı yolcu ayrı, o zaman da nefs arınamaz, bu güzellikler onda zuhur etmez.

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (Kötülükten sakınma halini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 9)

Bakın Şems-i Tebrizi Hazretleri, “Nefsin kalesini ancak tevhid yıkar” diye buyurur. Ama nasıl bir tevhid? Şems gibi tevhid… Yani büyük bir aşkla bağlandığın yeri zikredeceksin.

Size bir hikaye anlatalım: Bir gün Konya halkı Şems Hazretlerini Konya’nın Kutbuna şikayet etmişlerdi. Bunun üzerine, Sultan’ül-Ulema Hazretlerinin yakın bir arkadaşı olan Kutub, Hazreti Mevlana’yı huzuruna çağırdı. Fakat Mevlana, Şems olmadan gitmek istemedi ve Şems Hazretleri, sonunda, Mevlana’nın ısrarlarına dayanamadı, istemeyerek de olsa gitmeyi kabul etti. Beraberce Kutub’un huzuruna geldiklerinde önce Mevlana, ardından da Şems odaya girdi. Kutub, Şems’i görünce öfkelendi; Şems de onun bu öfkeli haline karşılık Kutub’a öyle bir nazar etti ki, Kutub’un dili tutuldu. Mevlana, bu hali görünce anladı ki Şems ona nazar ediyor, dönüp Şems’e, “Efendi Hazretleri etme, nazarını çek…” diye buyurdu. Mevlana’nın bu niyazı üzerine Şems, Kutub’dan nazarını çekti ve Kutub, onları haddinden fazla ağırladı ve hiç şikayette bulunmadı. Ve bir zaman sonra oradan ayrıldılar. Şems, o zamanlar Kimya ile evli olduğundan dolayı artık Mevlana’nın evinde kalmıyordu ve gündüzleri bir inşaat ustası olarak çalışıyordu. Bir gün Şems işten eve dönerken yolda Kutub’la karşılaştılar. Kutub, Şems’i görür görmez caddenin ortasında, “La ilahe ilallah Şems Resulallah…” demeye başladı; o bunu der demez, etrafındaki halk Kutub’a saldırmaya başladılar. Şems, bunu görünce öyle bir nara attı ki, saldıranların elleri havada kaldı. Şems aldı Kutub’u onların elinden ve bir çeşmenin başına getirdi. “Efendi” dedi, “Deme öyle, La ilahe ilallah Şems Resulallah; de, La ilahe ilallah Muhammed Resulallah. Ceddim Hazreti Resulallah işlenmiş altındır, O’nu bütün dünya biliyor. Ben de Hazreti Muhammed’le aynı ayardayım ama işlenmemişim, beni ancak senin gibi birkaç kişi bilir; Mevlana bilir, başkaları bilmez.” Yani Veliler o dereceye gelirler ama Resulallah’a hürmet ederler ve O’nun önüne çıkmazlar.

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlatmak için müteşabih ayetlerinin peşine düşerler. Oysa onların gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Biz ona iman etmişiz, tümü Rabb’imiz tarafından gönderilmiştir’ derler. Bu inceliği ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i İmran, 7)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (156)

Bir müridin manevi derecesi mürşidine olan inancının derecesi kadar mıdır?

Evet, çok doğru. Biz isteriz ki, hepsinin derecesi aynı olsun. Ama çalışmadan olmaz, müridin kendisini tamamen vermesi lazım, istemesi lazım. Sadece bizim vergilerimizle olmaz.

“Bana bir adım gelene ben on adım giderim, bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim.” (Hadis-i Şerif)

Bizler insanlık tohumunu ekiyoruz, ama müridin de o tohuma bakması, büyütmesi lazım. Eğer çalışılırsa, gün gelir o tohumdan yine bir suret doğar. Hayat nefesledir, hiçbir şeyi boşvermemek gerek. İnsana boşverme yoktur, daima çalışmak vardır.

“Gerçek şu ki: İman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz iyi iş yapanların ecrini zayi etmeyiz.” (Kehf, 30)

Hazreti Peygamber Efendimizin, selam olsun üzerine, bir ismi de Muhammed Cabbar’dır.

Cenab-ı Pirimizden bir örnek verelim: Hazreti Mevlana’yı bir gün misafirliğe davet etmişler, o da icabet etmiş ve gitmiş. Fakat muhabbet uzamış, ev sahibi Mevlana’yı bırakmak istememiş ve kalmasını istemiş. Hazreti Mevlana da kalmış. Evsahibi, Mevlana’ya yatak hazırlamış ve O’nu buyur etmiş. Hazreti Mevlana, teşekkür etmiş ve ev sahibine artık istirahate çekilebileceğini söylemiş. Fakat ev sahibi Mevlana yatmadan istirahete çekilmek istememiş ve bir kenara çekilerek Mevlana’yı izlemeye koyulmuş. Hazreti Mevlana, birkaç rekat nafile namazı kılmış ve tefekküre oturmuş, sabaha kadar da başını yastığa koymamış. İyi ama… Evsahibi bitkin ve yorgun bir halde, Mevlana ise zinde bir halde, yorgunluktan bir eser yok. Evsahibi, Mevlana’yı öyle görünce sormuş: “Ya Mevlana, hiç dinlenmeye çekilmediniz, neden?” Hazreti Mevlana, ona şu cevabı vermiş: “Efendi, kainat uykuda, eğer ben de uyursam bu cihanın hali nice olur…”

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki herşey, yerdeki herşey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. Onlar, O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O yücedir, büyüktür.” (Bakara, 255)

İşte bunların hepsi manevi birer mesajdır bizlere. Ama hiç çalışmadan ilerlemek isteniyor, olmaz. İnsanın önünde sayısız perdeler vardır, çalışmadan o perdeler kalkmaz. Bütün nefsani arzular giderilmiş, o arzular arasında Allah’ı görmek isteniyor. O’nu görmek, bu şekil olacak şey değildir.

Bakın Mevlana’mız bir kasidesinde bizlere, miskince bir yerde oturup kalmamayı, çalışıp çabalamayı, çalışkan olmayı, şu beyitleriyle tavsiye ediyor ve diyor ki:

“Eğer ağaç hareket etseydi, yani bir yerden başka bir yere gidebilseydi, ne testere eziyetini çeker, ne de çeşitli işlerde, çeşitli yerlerde kesilir, biçilir, cefalar çeker, yaralanır, berelenirdi.

Eğer güneş ve ay, dönüp durmasalardı, sağır kayalar gibi oldukları yerde durabilselerdi, ne güneş ışıklar saçarak dünyayı aydınlatır, ne de ay ışığı geceleri hoş bir şekilde nurlar saçardı.

Fırat, Dicle ve Ceyhun nehirleri akıp durmasalardı; deniz gibi bir yerde takılıp hareketsiz kalsalardı, kokarlar ve acırlardı.

Deniz suyu yolculuğa çıktı. Önce buhar halinde havaya yükseldi, orada bulut oldu. Acılıktan kurtuldu, helvaya döndü.

Bak da gör, Yusuf (a.s.) babasının kucağından ayrıldı. Yolculuğa çıktı. Ta Mısır’a kadar gitti de orada eşsiz bir makama ulaştı.

Şunu da gör ki: Ahmed (s.a.v.) Mekke’yi bıraktı, Medine’ye hicret etti; sonra ordu çekti, gelip Mekke’yi zabtetti.

Hazreti Muhammed mi’rac gecesi Burak’a bindi, yola çıktı. Hakk’a manen yaklaştı, yakınlaştı, aralarında iki yay kadar bir yakınlık kaldı, hatta daha da yakına vardı, makamını buldu.

Usanmasaydın, bıkmasaydın dünyadaki misafirleri, yola düşmüş yolculuğa çıkmış erleri birer birer, ikişer ikişer, üçer üçer sayardım.

Birazını gösterdim, birkaçını saydım. Geri kalanını sen bil, sen öğren. Kendi huyundan, Hakk’ın huyuna ulaş!..”

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (153)

A’raf suresinin 143. ayetinde, Hazreti Musa diyor ki: “Rabbim bana kendini göster.” Cenab-ı Hakk da ona: “Sen beni göremezsin, ya Musa. Beni görmek istiyorsan, dağa bak” diye cevap veriyor ve Cenab-ı Hakk, dağa tecelli edince, dağ dağılıveriyor. Bunun üzerine Hazreti Musa kendinden geçiyor ve diyor ki: “Sana tövbe ettim ve ben mümin kullarının ilkiyim.” Hazreti Ali Efendimiz de, “Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem” diye buyuruyor. Cenab-ı Hakk, bir peygamber olan Hazreti Musa’ya görünmüyor, fakat Hazreti Muhammed Efendimizin gözdesi olan Hazreti Ali Efendimize görünüyor. Burada ne gibi bir hikmet vardır?

Hazreti Musa, selam olsun üzerine, ismi üstünde, Musa Kelamullah’tır. Yani, Allah’tan söz ediyor. Allah, onun her zerresini sarmış fakat onun bundan haberi yok. Hazreti Ali Efendimiz ise, selam olsun üzerine, Hazreti Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiştir. Zaten bebekliğinde, annesinin memesi yerine, ilk önce Hazreti Peygamber Efendimizin dilini emmiştir. Peygamber Efendimiz, daha sonra onun ağzını kulağına götürmüştür ve Hazreti Ali’nin nefsinden birçok güzellikler dinlemiştir. Daha sonra büyüyüp kemalata erince gördü ki, Hazreti Muhammed Efendimizin söylediği her söz suret buluyor, böylece O’na karşı inancı her geçen gün daha da arttı ve en sonunda Peygamber Efendimize iman etti.

“O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır (Al-i İmran, 46)

İman etmek ne demektir? Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir.

“Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’am, 50)

Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nurunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenab-ı Allah, nurunu ona, bir dağa tecelli ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecelli karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her an Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir an olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hatta her an O’na canını vermeye hazırdı.

Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar.

“Şüphesiz, aranızda öyle kimseler var ki, onların her biri savaşa gitme konusunda hakikaten pek ağır davranır. Eğer savaşanların başına bir musibet gelirse, ‘Allah lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nisa, 72)

Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti.

“Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve Allah’ın kelamını okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten bir tek ilahtır.” (Saffat, 4)

“Şüphesiz biz saf duranlarız.” (Saffat, 165)

Hazreti Ali’nin bir lakabı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakikatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.

“La feta illa Ali, ya seyfe illa Zülfikar.” (Hadis-i Şerif)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (148)

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in, İmam Ali Efendimizle paylaştığı ve Cenab-ı Mevlana ile Şems Hazretlerinin üç ay halvette kalarak müşahede ettikleri ‘gizli ilim’i bize açıklar mısınız? Nedir bu gizli ilim?

Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, topluma bu sırları açıklamadı. Çünkü bu sırları herkesin hafızası almaz. Eğer bu sırları sunmuş olsaydı, toplumda ters etki yapabilirdi ve benliklere, isyanlara, küfürlere düşebilirlerdi.

Hazreti Muhammed Efendimiz, bu sırları Ashab-ı Suffe’siyle ve Hazreti Ali Efendimizle paylaştı. Bu sırlar, bu güzellikler, yani tarikat yolu Ashab- Suffe’den suret bulmuştur.

“O, sayelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için ayetleri ayrı ayrı açıkladık.” (En’am, 97)

“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.” (Hadis-i Şerif)

Bu sırlar örtülü olarak konuşulmaktadır. Arayışa düşenler kendilerine bir mürşid-i kamil bulurlar ve şu soruları sorarlar: Biz kimiz? Ne için yaratıldık? Ne yapmamız lazım? Hazreti Muhammed Efendimizin hakikatleri nelerdir?

Bizim burada yaptığımız sohbetler, Hakikat-i Muhammediye’dir ve Hazreti Muhammed Efendimizin iç alemi anlatılmaktadır. Yani, burada ‘İnsan’ konuşulmaktadır, çünkü ‘İnsan’ dünyadaki en mukaddes varlıktır. Bizim sohbetlerimiz daima sevgi üzerinedir. ‘İnsan’ı sevmek, saymak, Hakk’ı sevmektir, Hakk’ı saymaktır. Ama hangi insanı? Hazreti Muhammed’i kendisine bende etmiş, Hakk ile Hakk olmuş insanı sevmek saymak, Hazreti Muhammed’i, yani Hakk’ı sevmek ve saymaktır. İnsanın gideceği yer, yine ‘İnsan’dır.

Bizler, cemaatimizi Ashab-ı Suffe olarak görürüz. Nasıl ki Peygamber Efendimiz,

Ashab-ı Suffe’sinin kendisine gösterdiği sevgiye karşılık onlara hakiki yüzüyle çıkmıştır; bizler de burada cemaatimize aynı şekilde çıkmaya memuruz.

“Ey Muhammed! De ki: Ben, yalnızca, mukaddes kılınan bu şehrin ve var olan her şeyin Rabbine kulluk etmekle emrolundum; yani, O’na yürekten boyun eğen kimselerden olmakla emrolundum; bir de, bu Kur’an’ı insanlara okuyup ulaştırmakla.” (Neml, 91)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (147)

Cenab-ı Mevlana, bir kasidesinde buyuruyor ki: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” Biz ne aramalıyız, nasıl aramalıyız?

Cenab-ı Mevlana’nın her sözü doğru olduğu gibi bu sözleri de çok doğru ve yerindedir. Biz can konağını aramazsak, onu kendimizde var etmezsek, demek ki biz hiçbir işe yaramıyoruz.

Hazreti Mevlana’nın çok büyük bir hayranı olan İbrahim Gülşeni de şöyle buyuruyor: “Biz, Cenab-ı Allah’ın ailesi mesabesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah-u Zülcelal, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasiyle kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrail’in gıdasını gönderir. Mademki ne istersek onu ihsan ediyor, şu halde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, daima O’nu isteyelim.”

Evet, bizler de Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun. Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.

“Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 41)

Ne güzel söyler Mevlana bir kasidesinde…

“Dünyaya ait bağlarımızı koparmamız, herkese yabancı kalmamız ve senin zincirinle bağlanıp deli divane olmamızm vakti geldi.

Can feda edelim, artık böyle bir canın ayıbını çekmeyelim. Varlık ve benlik evini yakalım da ateş gibi meyhaneye koşalım.

Coşup köpürmedikçe, şu dünya küpünden dışarı çıkamayız. Küpün içinde mahpus kaldıkça, coşup küpten dışarı çıkmadıkça, nasıl olur da biz o mana küpünün, o kadehin dudaklarını öperiz?

Doğru sözü deliden duy, varlığımızdan ölmedikçe, sakın bizim er olduğumuzu, insan olduğumuzu sanma!

Şu yokluk yolunda, tohum gibi yerlere dökülüp saçılırsak, bağda, bahçede ağaç gibi topraktan baş kaldırıp boy atar, kol kanat açarız.

Biz taş gibi sert isek de, senin mühürün uğruna yumuşar, mum oluruz. Mum olunca da senin güzelliğinin nuruna pervane kesiliriz.

Aşk aynasının yüzünü, varlık, benlik nefesi ile bulandırmayalım, kirletmeyelim. Mademki gönlümüz bir harabeye döndü, hiç olmazsa biz gizli defineye mahrem olalım.

Gönül masalı gibi elsiz, ayaksız kalalım da, aşıkların gönüllerinde masal gibi yer edinelim, konaklarda konaklayalım.

Mustafa (s.a.v.) gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gözlümüze dayanmazsa, bu ayrılıktan feryat etsek, ağlasak, inlesek, Hannane direğine dönsek yeridir.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (146)

Hasan Dede, bir zat şöyle buyurmuş: “Eğer çok aşıksan, zaman kaybolur, derinliklere inersin ve müziksel bir ruhun varsa, o ahenk içinde zamanın durduğunu hissedersin… İnsan özgürlükten oluşur. Bilinç özgürlükten oluşur. Ölmekten mi korkuyorsun, ölemezsin. Çünkü hakikatte sen yoksun, nasıl ölebilirsin? Benliğine bak, derinliğine in, göreceksin ki, kendi egondan başka ölecek kimse yok.” Ne dersiniz?

Buyurduğunuz gibi, aşıkta zaman kaybolur. Bu nasıl olur? Çünkü aşık olan kişi akılda durmaz, kendinden geçmiştir. Kendinden geçtiği için de, akşam olmuş, sabah olmuş onun hiç önemi yoktur, çünkü o hala kendini düşündüğü noktada tutmaya devam etmektedir. Öyle bir derinlere dalmıştır ki, o derinlerden çıkamaz, çıkmak da istemez.

“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz O’na ibadet edenleriz.” (Bakara, 138)

Ölüme gelince; ölümden korkan kişi, nefs sahibidir, ego sahibidir. Ama bir gün gelecek o ego, o benlik ondan gidecek. Gençliği elden gidecek, hastalıklar zuhura gelecek ve o zaman görecek ki, aslında ona ait hiçbir şey yokmuş ve korkmaya başlayacak.

Ama eğer bir kişi, kendini iman ettiği yerde fani kılmış ise, iman ettiği yeri kendinde var etmiş ise, o kişiye ölüm vuslattır. Vuslat ne demektir? Kendinden geçmek ve her an Sevgiliyle beraber olmak, onunla yaşamak demektir. Gün gelip Sevgiliden davet gelince de, ona gülerek gitmektir. O anda insanın yaşayacağı ancak tatlı bir heyecandır, korku değil.

Hakk aşığında ego olmadığı için, o ölümden korkmaz. Zaten o yoktur, onda varolan Hakk’tır. Fakat nefsinde yaşayan, ego sahibi kişinin imanı da tam olmadığı için nereye gideceğini de bilmez ve ölümden korkar.

Hazreti Mevlana şöyle der: “Ey insan, sen dört anasırın sahibisin. Birinci anasır vücudundaki hararet, güneşe aittir. İkinci anasır vücudundaki hava, semavata aittir. Üçüncü anasır vücudundaki su, o da okyanusa aittir. Dördüncü anasır deri ile kemiktir, onlar da toprağa aittir. Bunların hepsi bir gün gelecek aslına gidecekler, peki sen nereye gideceksin? Aklını nerede tuttuysan, nereyi sevdiysen oraya gideceksin.”

‘‘Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz.’’ (Hadis-i Şerif)

Bakın, Sultan’ül-Ulema Hazretlerine soruyorlar: “Bizden ayrılıyorsun, nereye gidiyorsun?” Onlara şu cevabı veriyor: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Adem’den geldik, Adem’e gidiyoruz.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, hayatı boyunca insanlık tohumu ekmeye çalışmıştır. İnsanlık tohumundan maksat, kendini ekmeye çalışmıştır. Ne mutlu o kişiye ki, sıdk-ı bütün bir imanla Hazreti Muhammed’e bağlanmıştır, bütün sevgisini O’na vermiştir ve Hazreti Muhammed Efendimizin varlığı onda tecellisini göstermiştir.

“O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar.” (Gaşiye, 8)

Hazreti Muhammed, bindörtyüz sene evvel yaşamıştır ama, bu zamanda da O’nun varisleri vardır. Biz, O’nun varisleriyle dostluk kıldık ve O’nun bendesi olduk.

“Şüphesiz ki, her yüzyılın başında bu ümmete dini işlerini yenileyecek bir alim gelecektir.” (Hadis-i Şerif)

Hakk aşıklarının kulakları dünyaya sağırdır, gözleri de dünyayı görmez. Onlar gönül verdikleri yerle işitir, gönül verdikleri yerle görür, gönül verdikleri yerle yaşarlar. Bu yüzden onların halleri başkadır, huzur içinde yaşarlar.

“Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)