MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (120)

Şu dünyada ne varsa hepsi insanın içinde vardır ve insanların huyu yüzüne yansır, deniliyor. Bu konuda ne buyurursunuz Hasan Dede?

Yüce Mevlana’mız, selam olsun üzerine, şöyle buyurur: “İnsan demek kainat demektir.”

Evet, dünyamızda ne varsa herşey insanın vücudunda vardır. Bir insan, bir Mürşid-i Kamil’e intisab etmezse, onunla beraber Hazreti Muhammed Efendimizin huylarıyla huylanmaya yola koyulmazsa, bu insanın vücudunda hangi hayvanın huyu ağır basıyorsa, yani misal olarak, hırsa sahibi biriyse o kişi, mahluklardan hırs sahibi olan köpektir, o kişi de bu huyundan temizlenmezse, öldükten sonra insan suretinden çıkartılır ve köpek olarak yeniden dünyaya getirilir. Bir gün Mevlana Hazretleri toplumdan sıkılmış, dergaha da gitmek istememiş, yanına Şeyh Sadrettin Efendi ve Hüsamettin Çelebi Hazretlerini alarak gezintiye çıkmış, yolda giderlerken bir ağacın gölgesinin altında beş altı köpeği birbirlerine sarılmış uyurlarken görmüşler. Şeyh Sadrettin Efendi çok saf, Hüsamettin Çelebi Hazretleri ona keza, Mevlana’ya dönüp demişler ki, “Efendi Hazretleri şu köpeklere bakın, ne kadar dostça uyuyorlar, birbirlerini kucaklamışlar.” Hazreti Mevlana, bu sözün üzerine, hırkasının cebinden bir kaç kuruş çıkarmış ve Hüsamettin Çelebi’ye uzatarak, “Ey ruhumun mertebesi, al şu parayı git kasaptan bir parça kemik al gel.” Hüsamettin Çelebi, hemen kasaba gitmiş ve Efendisinin söylediği gibi bir parça kemik almış gelmiş. “Buyrun” demiş, “Efendi Hazretleri..” Mevlana, ondan bu bir parça kemiği köpeklerin önüne atmasını istemiş. Bir de görmüşler ki, bir dakika önce dostça birbirlerine sarılan köpekler, kemiği görünce birbirlerine girip kavga etmeye başlamışlar, kemiği kapmak için birbirlerini parçalamışlar.

Ve Hazreti Mevlana şöyle buyurmuş: “Yüzleri örtülü kişilerden kaçtım. Sormasaydınız gerçek yüzlerini ortaya çıkarmazdım..”

Bunun gibi örneğin hep kendini düşünen bir kişi, surette insan görünür, ama hakikatte kurttur; kavgayı çok seven bir kişi, surette insandır ama hakikatte horozdur; sürekli kin tutan bir kişi, surette insandır ama hakikatte devedir; boş yere inat eden bir kişi, surette insandır ama hakikatte keçidir ya da eşektir; gururlanarak dolaşan bir kişi, surette insandır ama hakikatte kazdır; çok uyanık görünen bir kişi, surette insandır ama hakikatte tilkidir; acı dil sarfederek toplumun huzurunu kaçıran bir kişi, surette insan görünür ama hakikatte akreptir, yahut da yılandır.

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: “Bizler hep bunlarla oturuyoruz, onlara doğruları söylüyoruz, bu kişileri aydınlatmaya, gerçek kimliklerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Bu kişiler, anlatılanlardan hisse alıp kötü huylarından temizlenmek için gayret sarfederlerse, işte o zaman insan olma yolunda ilerliyorlar demektir. Yok eğer almazlarsa, o zaman sıkıntılarından, üzüntülerinden, hayvaniyetlerinden kolay kolay kurtulamazlar.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (112)

Bir zat diyor ki: “Zamanı gelince herkes kendi hedefini tutturacaktır. Sonunda böylece herkes kazanacaktır ve herkes sonunda inandığı şeye dönüşecektir. Herkes neyi bozmadan koruduysa, onu elde edecektir. Kimi sefilliğini, hatalarını ve ölümü; kimi ise mükemmelliği, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü bulacaktır.” Siz bu konuda ne buyurursunuz Hasan Dede?

Kişi en çok neyi severse, onun Allah’ı odur. Kişi eğer nefsinden arınanamamışsa, kopamamışsa, nefsani isteklerine kavuşacaktır. Ama bazıları da var ki, onlar namütenahi güzelliklere ulaşacaklardır. Kimlerdir bu kişiler? Kulağını güzel sözlere kapamayanlar, hatta güzel sözleri işitirken daha fazla kulak verenler, o güzel sözlerin yansıdığı kişilerdir, iç alemini o güzel sözlerle nurlandıran ve bu güzelliklerle ömrünün sonuna kadar yaşamını sürdüren kişilerdir. Bu kişilerin suretlerine örnek, Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana ve diğer Piran Efendilerimizdir. Onlar güzellikler kaynağıdırlar.

Bir gün Hazreti Mevlana’ya şöyle bir soru soruyorlar; “Ya Mevlana! Senin sohbetinde bulunuyorum ve doyamıyorum. Senin sohbetinden ayrıldıktan sonra başka bir yerlerde de Hakk muhabbeti dinliyorum, ama hiçbiri senin muhabbetin gibi zengin değil, fakat cemaatleri çok, merak ediyorum, acaba bunun nedeni nedir?”

Mevlana cevap veriyor: “Oralarda kalabalığı görüyorsun, ama benim gönderdiğimi görmüyorsun. Burası bir sarraf dükkanıdır, biz burada gelenlere ayar veririz. Ayar altına verilir, gümüşe, pırlantaya, zümrüte, yakuta verilir. Değeri olmayan birşeye ayar verilmez.”

Bunun üzerine Hazreti Mevlana’ya, “Sen kimsin?” diye soruyorlar.

İşte Hazreti Mevlana şu cevabı veriyor:

“Ben, dünyamızda ne kadar güzellik varsa, bütün o güzelliklerin kaynağıyım ve de doğasıyım.”

İşte bizler böyle bir yerdeyiz, burada zerre kadar karamsarlığa yer yoktur. Ya gönlünü Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Mevlana’mızın, Piran Efendilerimizin hakikat sohbetleriyle dolduracaksın ve güzel bir insan olacaksın, yahut da nefsinin esiri olup gideceksin.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (93)

Peygamberlerin çoğunun Arap yarımdasına geldiğini söylemiştiniz. Müslüman ülkelerin geri kalmış olmalarında iklim şartları etkili olmuş olabilir mi?

İklimle alakası yok. Hazreti Muhammed, Mekke’de doğdu, Medine’ye hicret etti. Onu iklim etkilemedi, ağzından bal aktı. Amcası Ebu Cehil’in ağzından da küfür aktı. İklim önemli değil, biri Allah’la, diğeri Allah’ın dışından yaşıyor. Ebu Cehil’in ilk ismi Ebu Hikmet’ti, hikmet sahibiydi, çevresindekilere yardımlar yapardı. Hazreti Muhammed’e Nebilik gelince insanları uyandırmaya başladı. O zaman Hazreti Muhammed’i kıskandı, inkar etti, karşı geldi. Ebu Cehil, (cahillerin babası) ismini aldı. Cahillerin şefaatçısı Ebu Cehil’dir. Bir de münafıklar var. Bir sürü entrika yaparlar, onun bunu canı yandı mı hoşlanırlar. Onların da şefaatçısı Ebu Leheb. O da Hazreti Muhammed’e çok ıstırap verdi. Müminin de şefaatçısı Hazreti Muhammed. Bütün Peygamberler, Veliler “bir”likçidir.
Bahçede yabani otları temizlemeden, gülün güzelliğini görmezsin; kendi haline bırakırsın, o gül de gül olmaz. Bir çıban çıkıyor, Allah’tan diyorsun ama rahatsız edince sıhhate ulaşmak için gidip ameliyat oluyorsun. Çalışmak lazım ki, İslam oyuncak haline gelmesin. Bütün Peygamberler İslam’dır. Misyonerlik devri geçti, artık insanlık devri doğdu. İnsana insanı söyleyeceksin. İnsan olursa kainata rahmettir. İkilik tohumu atanlar ne Allah katında sevilir, ne kendi Peygamberleri sever.
Hazreti Muhammed, diğer Peygamberler, Hazreti Mevlana, Veliler, onların hepsi aydın. Hazreti Mevlana diyor ki: “Beri gel beri, daha beri, daha beri, ben senim, sen bensin. Biz bir top inciyiz, bir başız, bir akılız, bu şaşılık niye? Hiç aydın aydınlıktan kaçar mı? Gel…”
Şehadet’in manasına bakacak olursak; Eşhedü en la ilahe illallah ( Şehadet ederim bütün cihan boş, ancak sensin Allah) ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu (yine şehadet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim.) İşte şehadetin manası budur. Şehadet getirdikten sonra insanın nefsinde yaşamaması lazım. Şehadet ağızdan çıkıp, kulaklar işitti mi, onun manasına inip manasında yaşamak lazım. Eğer Müslümanlar şehadetlerinde yaşasaydılar hiçbir zaman kötülük yapmaz, silaha sarılmazlardı. Çünkü hepsi temiz birer insan olurlardı ve hepsinin dünyada dokunulmazlığı olurdu.
Bu alem zıtlar alemidir. İnsanlar mana ehli ile beslenmeyip kal ehli ile beslendiler. Kal ehli insanlara güzel gıda veremedi, insanlar iyi eğitilmediğinden dünya maddeye yöneldi, insanlar topraklaştı. Parayı, malı, mülkü seviyorlar, bunlar gönüllere girdi. Müslüman’ın içi de, dışı da temiz olacak. Yalnız bir lafla Müslüman olunmaz. Nefsini yenmeyi başaramazsan, gece gün zikir yapıp ibadetle uğraşsan ancak kendini kandırmış olursun, Allah kanmaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (90)

Kudüs’te üç semavi dini bir arada gördük. Bu dinler Hakk olduğu halde, kadın niçin ezilmiştir?

Ashab-ı Suffe, Hazreti Muhammed’in hem dostları, hem aşıklarıdır. Onlar, Hazreti Muhammed uğruna her şeylerini bırakarak, Medine’ye geldiler. O üçyüzaltmışaltı Ashab-ı Suffe arasında yetmiş kadar hanım vardı. Hazreti Muhammed, onları kadın-erkek birbirinden ayırmaksızın hepsini karşısına alıp Allah’ın birliğini, büyüklüğünü anlattı.
Mevlana’mız, kadın için diyor ki: “Kadın bir nurdur, sevgili değil. Kadın, yaratıcıdır, yaratılmış değil.” Kadını öyle yüceltiyor ki, kadına yaratıcı sıfatını veriyor.
Büyük oğlu Sultan Veled Hazretleri, Mevlana’nın halifesi Salahaddin Zerkubi’nin kızı Fatma Hatun ile evliydi. Hazreti Mevlana, Şam’a gittikleri zaman gelinine mektup yazar, “Kızım Fatma, orada oğlum Veled seni biraz incitirse bunu bana Allah aşkı için bildir, ben onu evlatlıktan reddederim” der. Bu mektup daha sonra İngilizlerin eline geçer ve bu inceliği duyunca Hazreti Mevlana’ya büyük hayranlık duyarlar.
İslamiyet’in kemalatı Hazreti Muhammed’de tecelli etti. Hazreti Muhammed’in güzelliği, büyüklüğü toplumumuza tam manasıyla sunulmadı. Malesef din adamlarımız kürsülerde, sahabesinden, başka bilgilerden konuştular ama bu güzellikleri sunan temelden konuşmadılar, temeli tanıtmadılar, kök ortada yok. Yaprak nerede kök nerede! Kadınlar eskiden çok ıstıraplı hayat yaşamışlar, hatta insan sıfatı ile bakılmamış bile. Kadının en güzel sıfatı Resulallah’tan sonra meydana geldi. O hayatta iken, kadın-erkek bir arada namaz kıldı. Çocuklar erkek saflarında, kadınlar erkek saflarının arkasında bir arada namazı eda ettiler. Hazreti Muhammed ayrımcılık yapmamıştır. Madem ki kadın-erkek bankada, çarşıda bir arada, neden ibadette de bir arada olmasın? Kabe’de akdın-erkek bir arada, semada neden olmasın?
Hazreti Mevlana, “İkiyi bir gören bendendir, biri iki gören benden değildir” der. Allah, iki göz vermiş, erkek de kadın da, misal olarak, şu tesbihi baktığında tesbih diyecektir. İki göz bir gördü. İsmini zikretsem iki kulak aynı esmayı duyar. Bir gül versem koklasan, iki burun deliği aynı kokuyu alır. Gözler bir gördü, kulaklar bir işitti, burun aynı kokuyu aldı, ağız da biri söyledi. İnsanın cemali birlikçi ama aklı ikiliğe girmiş.
Kişiler kendilerini bilmediklerinden kadını hor görürler, annelerinin de kadın olduğunu düşünmezler. Hazreti Muhammed, “Cennet anaların ayakları altıdadır” diyerek kadını methetti. Çünkü en büyük ıstırabı anne çeker. O çocuğu dokuz ay karnında taşımış, selamete getirmek için binbir çile çekmiş, ağlamasına hastalanmasına koşmuş, evin temizliğini, ütüsünü yapmış. En büyük çilede kadın. Erkek hakikati görse kadına hakkını verir. “Kadın bir nurdur, sevgili değil” her şeyi yaratıyor. Yuvayı en güzel dişi kuş yapar. Peygamberlerin, Evliyaların anneleri de kadın, nasıl hor görürsün? Kadını hor görme, cahilliktir, hakikati görmemektir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (89)

Bizler, bu yolda ilerlemeye çalışıyoruz, gayret gösteriyoruz ama zaman zaman benliğimizin ve nefsimizin tuzaklarına düşüyoruz. Bir iyi, bir kötü gidiyoruz. Ne yapmamız lazım?

Bir gün Peygamber Efendimize sormuşlar, “Hayat bir nefese bağlı, bu nefes çıkıp da gelmezse ölürüz. Dünya muhabbetinde iken, bu nefes çıkarsa bizim halimiz ne olur?” Hazreti Muhammed’in verdiği cevap: “Ben yolcunun ikrarına bakarım. Eğer bana ikrar vermiş, beni gönlünde taşıyor ise ben ona şefaat ederim.”
Bazen, bazı kişiler insanı sinire, hırsa sürükler. Bir estağfurullah çeker yaptığın şeyden nadim olursan tekrar güzelliğe girersin. Konunun üzerinde durup, ben haklıyım, v.s. diye ısrar edersen, sen özünden çıkmış, karşı tarafın konusu ile muhabbettesin, Hakk’ı bırakmışsın onun zikrediyorsun. Bu sana ateş verir, hüzün, sıkıntı verir. Orada durma, bundan kurtul, özüne geri dön. “Hasbinallah ve nimel vekil – Allah bana yeter, O ne güzel vekildir” de. Bunun manası, Allah’ım sana güvendim seni vekil ettim işimi sana bırakıyorum, demektir.

 

Bu yolda şikayet etmek yok, hep hamd edeceğiz. Halimizden çok memnun olursak şükredeceğiz ama dünya istekleri bitmiyor. Her şey yolunda olsa bile, isteklerimiz olduğu sürece şükretmeyecek miyiz?

Dünya istekleri bitmez, birini verir, başka bir şey istersin. İnsanlar zora düştüler mi Allah’ı anıyorlar. Zora düşmediklerinde kendi alemlerinde, nefslerinde vakit geçiriyorlar. Burada sizi uyandırıyor diyoruz ki: Sağlığın yerinde, işin düzgün, aile çevren de iyi halde ise sorulduğunda, “Çok şükür Rabbime iyiyim” dersin. “Sağlığımı vermişsin, annemin, babamın, kardeşlerimin, dostlarımın da bir sıkıntıları yok. Allah’ım sana ne kadar şükretsem az” diyeceksin. Bu güzellikleri verdiği için kalkıp bir şükür zikri yapabilir, bir şükür namazı kılabilirsin. Kılmaktan misal olarak iki rekat sünnet, iki rekat farzı kast etmiyoruz. Kılmanın manası kabullenmektir. Rabbini kıl gönlünde. İstersen namaz kılabilirsin, o erkandır.
Farz edelim ki biraz rahatsızsın ya da evinin düzeni iyi değil, işlerin bozuksa münacatlarda bulunur, Allah’tan istersin. “Nasılsın?” diye sorulduğunda çok şükür iyiyim, demez, “Hamd olsun” dersin. Allah’a hamd eder, şükretmezsin. Neden şükretmezsin? İhtiyaçların yerine gelmemiş, sıkıntılı durumdasın. “Çok şükür “dersen, demek ki memnunsun biraz daha hüzün vereyim de çek der, sıkıntın daha artar.
Biri sana bir şey verse, “Teşekkür ederim” dersin. O sana sağlık, iş, güzel dostlar vermiş, hatta kendini de sana vermiş. Onun kudretiyle görüyor ve işitiyorsun. Neden şükretmeyeceksin? Hastalıkta, sıkıntıda Allah’a hamd var, isyan yok.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (88)

Maneviyatla temizlenmek nasıl olur?

Suyla yıkanmak, ayrı bir ferahlıktır. Bir de iç ferahlığı, maneviyat var, o insanın içinin temizler. Gerek Hazreti Muhammed, Hazreti İsa, Hazreti Musa, Hazreti Davud, Hazreti Süleyman, Hazreti Yakub olsun, gerek Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Abdülkadir Geylani Hazretleri olsun, hepsi küfürlerden arınmış tertemiz bir insan olarak ortaya çıktılar. Onlara bütün varlıklar hizmet ediyor. Çünkü varlıklar onun zuhuru, Hakk oradan yüzünü gösteriyor. İnsanın oraya erişmesi için hep nefsiyle kavga etmesi lazım. İnsanı bu güzelliklerden mahrum eden nefstir. Cenab-ı Hakk bu nefsi, şeytanını tanıman için yarattı. Ona uydukça başın belaya girer, uymazsan yolun düzlük olur.
Peygamberler, hiçbir menfaat beklemeden bizlere bu güzel reçeteleri yazdılar. Kim bu reçeteleri uyguladıysa maneviyatta sıhhatli yaşadı. Bu reçeteleri uygulamayanların tüm yaşantısı boşa gider. Ne kilise de haç çıkarmak, günah çıkarmak kurtarır, ne de camide kuru tövbe etmek kurtarır. Sadece kendi kendini kandırır. Kişi, kendimi değiştireceğim, Hazreti Mevlana’nın güzellikleri ile kendimi donatacağım, temiz bir insan olmaya ve topluma kendimi kazandırmaya çalışacağım, diye düşünerek uğraşırsa hiçbir zaman kayba girmez. Hep uğraşma, mücadele ister. Semalar, zikirler, namazlar bütün ibadetler yapılırken, Üstada karşı sevgi varsa o ibadetten zevk alınır. Hazreti Muhammed’e, Hazreti Mevlana’ya gönül bağlanmamışsa o ibadetlerden zevk alınmaz, yine boşlukta kalınır.
Temiz gezmek her zaman güzledir. Vücud daha sıhhatli, daha latif olur. Su her şeyin can damarı, dünyanın ruhu sudur, dünya suyla bir de güneşle can buluyor. İnsandaki su oranı dörtte üçtür. Nasıl dünyanın dörtte üçü su ise, insan da aynı.
Hazreti Mevlana’nın çok güzel bir kasidesi vardır, şöyle buyurur:

“Bizden bıkma biz çok güzeliz! Başkalarının kıskanmasından ötürü ürktük, güzelliğimizi gizledik.
Birgün beden örtüsünü canın üstünden atınca görürsün ki; canı ay da, firkad yıldızı da kıskanmaktadır. Onların hiç birinde canın parlaklığı yoktur.
Bizi görmek için yüzünü yıka, temizlen, kirliliklerden kurtul! Çünkü kirli bir insan bizi göremez. Kendini nefsani kirlerden temizleyemeyeceksen bizden uzak dur! Kendi güzelliğimiz bize yeter.
Biz yarın ihtiyarlayacak bir güzel değiliz, biz ebediyyen genciz. Gönlümüz rahattır, hoştur. Biz kadimiz, önümüze ön, sonumuza son yoktur.
Giydiğimiz beden elbisesi eskidi, yıprandıysa da, ne gam? O elbisenin içindeki ihtiyarlamadı. Ömür örtümüz fanidir. Fakat kendimiz uçsuz bucaksız bir ömürüz.
İblis Adem’in hakikatini göremedi. Örtüsünü gördü de ondan yüz çevirdi. Hazreti Adem ona, ‘Sen Hakk dergahından sürülmüşsün, kovulmuşsun, biz sürülmedik, kovulmadık’ diye seslendi.
İblis secde etmedi ama meleklerin hepsi secde ettiler de, ‘Gönlümüz örtü altında bir güzele düştü.
Örtü altında öyle bir güzel var ki; güzelliği aklımızdan başımızdan aldı da o güzelliğe karşı secdeye kapandık’ dediler.
İhtiyarlamış kişileri güzellerden ayırdedemezsek, aklımız, aşk aleminde bu seçmeyi yapamazsa, biz aşkta dinimizden dönmüş sayılırız.
Güzelin sözü mü olur? O Allah arslanıdır, biz çocukça sözlere daldık. Zaten de çocuklarız. Biz aşk bilgisinde daha alfabedeyiz, ebced okumadayız.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (87)

“Akıl kirlendiği zaman, su ve sabun onu temizleyemez” diyorsunuz. Geçenlerde, “Abdest bizim silahımızdır” dediniz. Açıklar mısınız?

Abdest, küfürden, kötü muhabbetlerden, başka yollara gitmekten korur. Abdest, insanın sliahıdır, yani kötü yollara cephe alır. Almışsın abdestini çekinirsin, o seni korur. Abdestsiz gezersen, her an küfre girebilir, aklını nefsi isteklerinin peşinde gezdirebilirsin. Su, başta Peygamberler olmak üzere gönül sahiplerinin hükmündedir, onlar suyun hükmüne girmez. Bizler onların derecelerine gelemediğimiz için bu kaidelere uyarsak iyi olur, insan kendini biraz frenler. Hep kaidesiz olursa, misal olarak ne olacak ben Mevlevi’yim derse, bir bakıyorsun ki bulunduğu yola uygun işlerde değil, yalnız isimde Mevlevilik var, hareketlerde yok. Abdestli olursan silahın var, nefsinin şerrinden seni korur. Bir yerde ezan okunurken hemen camiye girer, namaza doğrulursun. Allah’a, Peygamberine, onun yoluna kendini daha fazla kaptırmışsan, senin gönlün daha üstündür, daha huzurlu namazını kılarsın. Abdest nefsine karşı silahtır, onun yolunu keser.
Hazreti Mevlana’nın katibi Hüsameddin Çelebi tekkenin kuyusundan hiç abdest almazdı. Kendi evinde abdest alır, tekkeye öyle gelirdi. Dervişler, “Bu zatı hiç abdest alırken görmedik, bu abdestsiz namaz kılıyor, abdestsiz zikirlere giriyor” diye Hazreti Mevlana’ya şikayet ettiler. Hüsameddin Çelebi o esnada yoktu, biraz sonra geldi. Muhabbet esnasından Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi Hüsameddin! Kardeşlerin senin hakkında bir şikayette bulundular. Sen buraya gelip tekkenin kuyusundan hiç su çekmemişsin, bir abdest tazelememişsin, sen abdestini nerede alıyorsun?” diye sordu.
Hüsameddin Çelebi şu cevabı verdi:
“Ben abdesti kendi evimin kuyusundan alıyorum. Çünkü tekkenin kuyusunun suyuna dünya bulaşmıştır, benim de abdestimi bozmasından korkuyorum.”
Dünya ehli yıkıyor, sular kovaya damlıyor. Onun için orada abdest almıyor, gönül sahibi. Ne kadar incelikler var.
İnsan her şeyin üstündedir ama kimliğini bilen insan. Su insanın dış kirini yıkar, iç alemini su temizleyemez. Ne kadar yıkansa, boy abdesti alsa da üstünden sıkıntısı, hüzünleri gitmez. O sıkıntıları, hüzünleri atmak için Allah’ın bir sevgilisini kendine dost edinecek, onun eteğini tutacak, ona uyacaksın. Onun yoluna gidersen o seni temizler. O zaman sende huzur olur, güzellikler başlar.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (86)

İbadeti bir borç olarak mı, yoksa Allah’a duyduğumuz sevginin, saygının tezahürü olarak mı düşünmemiz gerekiyor?

Allah’a sevgimizden, saygımızdan temiz bir gönülle ona koşarak, güzel bir tat alırız. Allah, bizlere sağlık, güzel nimetler, güzel dostlar vermiş, bizim vazifemiz ona şükretmektir. Biz yaşadığımız ana gece gündüz şükrederek, Yaratıcıyı dilimizin döndüğü kadar en güzel şekilde anlatmaya çalışıyoruz ve onu kendimizin dışında bir an bile tutmuyoruz.
Gözümüz onun kudretiyle görüyor, kulağımız onun kudretiyle işitiyor, elimiz onun kudretiyle tutuyor, ayağımız onun kudretiyle yürüyor. Vücudumuzda bulunan bütün azalardaki dirilik onun kudretiyledir. Madem ki bizi bu kadar sevmiş, her türlü güzelliklerle donatmış, biz de onu isteyelim, onun güzelliklerini içimize dolduralım. Başkalarının işlerinden bahsetmeyelim. Hazreti Muhammed der ki: “Başkalarının hesabı ile uğraşanlar, benim ümmetimden değildir.” Kendi ihtiyaçlarının peşinde koşacağına, başkasının işlerini merak eden kişi hep kayıptadır.
Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. Biz, onu zikrederken, onun o güzel vasıflarını içimize doldurmaya, onun o güzelliklerini tefekkür etmeye, o esmanın hüsnası olmaya çalışalım. O dışımızda değil, içimizdedir. Çünkü, Allah’ı zikretmesen bile, kalb her saniye devamlı “Allah” diye zikrediyor. Onunla diriyiz ama eğilmiyoruz. Bir an kalbimizi dinleyelim, kalbimiz bir saniye bile sahibini bırakmıyor, biz nasıl onun dışına çıkabiliriz. Ona dört elle sarılmak, onun dışına çıkmamak lazım.
Bir insan gönlünü Hakk’a vermezse ne kadar bilgili olursa olsun, sonu ölümledir. Kişi, bir yere ikrar verir, ikrarına sıdk-ı bütün imanla bağlanırsa o kişi, yaşar ve yaşatır. İnsan anneden doğup bir yaşa kadar geldikten sonra bir arayışa çıkar, gönlüne göre bir mürşid-i kamil bulduğu zaman geçmişi silinir, orada yeniden doğar. Doğduğu yeri yaşar ve yaşatırsa ölümsüzlüğe yol alır.
Hazreti Mevlana, Şeb-i Arus için, “Bu gece kına gecem, Sevgili ile buluşma gecem. Vah vah demeyin, bana ağlamayın, ağlarsanız kendinize ağlayın. Ben o Padişah değilim, tahttan inip tabuta gireyim. Ben o Padişahım ki, tahttan inip gönüllerde yer alayım” diyor. Hazreti Mevlana, bunu kazandı. Çünkü, bütün ömrünü insanlık alemine ışık tutarak geçirdi. Hep güzel şeyler, sayısız hakikatler, sayısız bilgiler sundu. İnsanı, Tanrı katında en yüksek varlık olarak tanıttı ama insan kulak vermedi, kendisinin kim olduğunu öğrenmek istemedi, nefsi ağır bastı, güzelliği, insanlığı bırakıp, nefsaniyete yöneldi. Ne oldu? O Yaratıcı üzüldü. Başka bir şey değil.
Demek ki, korku değil… her zaman sevgi ve saygı.
Ne zaman korkacaksın? Hakk’a aykırı işler yaparsan, insanları kötü yollara sürüklersen, kork. Çünkü insan, insanın Rahmanıdır; insan insanın Şeytanıdır. Bir arkadaş, bir arkadaşı doğru yola götürmeye çalışırsa o arkadaş Rahman sıfatını taşır, arkadaşını da Rahmaniyete çeker. Bir arkadaş, arkadşaını kötü yollara çekmeye kalkarsa, o Şeytandır. Ona uydun mu Şeytana uymuş olursun.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (84)

Hazreti Mevlana, “Hayali Allah’ı sevmek kolay, Allah’ın elçisini sevmek zordur” diyor. Açıklar mısınız?

Cenab-ı Mevlana, hayali Allah’ı sevmek kolay, Allah’ın elçisini sevmek zordur” der. Elçiyi sevmek neden zor? Çünkü Hakk oradan yüzünü gösterir, ne yaptığını görüp ikaz eder. O ikaz eden Allah’tır, ondan gören Allah’tır. Seni menfaatsiz seven doğruluğa kavuşturan odur. Elçi tebliğ eder, reçete verir. Tanrı’ya yakın olmak için bunları uygula, der. Onları yapmak kişinin işine gelmediğinden uygulamak istemez, oraya kulak asmaz, nefsinde yaşar, bu yüzden sonunu getiremez. Burası boşluk vermez. Tövbe kapısı, ikrardan sonra kapanmıştır. Tövbe yok, estağfurullah var. Neden? İkrar verdin. Hakk’ı gördün. O da seni oraya kul etti. Sana kişilik verdi, sen hata yapıp, nereye el kaldıracaksın? Senin dışında bir şey yok. Madem ki senin dışında bir şey yok, o zaman hatalara düşme. Bilmeyerek hata yaparsın, estağfurullah çekersin. Hazreti Resulallah her akşam bilerek, bilmeyerek bir hata yapmış, bilmeyerek kırıcı konuşmuş, ya da değişik bir bakışım olmuştur, diye yetmişbeş defa estağfurullah çekip, kendini öyle dinlenmeye verirdi. Biz hangi akşam estağfurullah çekiyoruz? Ne güzel örnek Resulallah. Hazreti Muhammed, İsm-i Azam duasında, “La ilahe illallah” diyor. Biz diyoruz ki, “La ilahe illallah Muhammeden Resulallah”. Cihan boş, ancak sensin Allah, Muhammed senin elçindir. Bütün güzellikleri Hazreti Muhammed’den işitiyoruz. Yani insan olmamaız için insanı örnek almamız lazım. İnsanı örnek almaz, ona uygun adımlar atmaya çalışmazsak, insan olamayız. Velilerimiz güzel, Nebilerimiz güzel. Biz onlara ayak uydurmadığımız için cefalar, gamlar, hüzünler, üzüntüler üstümüzden gitmiyor. Hem nefsimizle, hem de Allah’la olmak istiyoruz. Bu, iki karpuzu bir koltukta taşımak istemeye benzer. Bil ki, biri düşer kırılır, öbürünü de düşürür. Onun için zahmetli yolu seçeceksin, sonu rahmettir.
Hepimizin okuması yazması var, Peygamber Efendimizin hayatını, büyüklerin ibtidanamelerini okuyarak buradan insanlık hissesi alalım. O zaman bir araya geldiğimizde daha güzel muhabbetler, daha güzel alışverişler yaparız. Alışverişimiz nedir? İnsanlık al, insanlık ver. Alışverişimiz bu olacak. Çünkü burası insanlık cemiyetinin yeridir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (75)

Sultan Veled Hazretleri’nin Maarif’inde buyruluyor ki: “Ruhlar bedenlere girmeden önce hepsi birlikte, birbirleriyle hakiki ülfet içindeydiler.” Anlaşılıyor ki, bedene girdikten sonra bu birlik bozuluyor. Bedende birliği bozan nedir?

Ruh, berrak bir suya benzer. Ruhu kirleten, renklendiren kaptır. Şimdi senin kabının içi kırmızı ise suyu döktüğün zaman su kapta kırmızı görünür. O rengi veren, kabın rengidir.
Hazreti Mevlana, babası Sultan’ül-Ulema’ya sormuş, “Ruhlar kaç kısımdır?” Sultan’ül-Ulema Hazretleri, “Üç kısımdır” demiş ve anlatmış, “Alem-i ervahda ruhlar bir idi. Beden giymek, surete bürünmek üzere yola çıktıkları zaman ruhlar üçe ayrıldılar. Birinci grup, ruh suret bulunca, Cenab-ı Hakk sordu; ‘Ben kimim?’ Onlar dediler ki: ‘Sen sensin, ben benim.’ Daha doğuşta Allah’ı inkar ettiler. İkinci grup, ruh suret bulunca, Cenab-ı Hakk yine sordu, ‘Ben kimim?’ Onlar dediler ki: ‘Ya Rab! Sen halkedicisin. Biz senin varlıklarına tutulduk, seni unuttuk. Baktık ki her şey boş, nadim olduk, sana döndük.’ Bir yere kadar insan bir hata yapar, tövbekar olur, doğru yolu seçer. Bunlar ikinci ruhlardır. Üçüncü grup, ruh suret bulunca, onlara da aynı soruyu sordu: ‘Ben kimim?’ Onlar başlarını secdeye vurdular, ‘Ya Rab! Senin emrin olmadan konuşamayız, yürüyemeyiz, hiçbir azamız harekete geçmez, her hareketimiz seninledir. Her şey senin emrine tabiidir.’ Bunlar Peygamberler ve Velilerdir.”
Mevlevilikte semazenbaşı, mutrib, şeyh efendi, semazen var. Hazreti Mevlana bunlar için diyor ki: “Eğer bunların hepsinde iman güçlü ise, ruh aleminde biriz.” Yani buradaki çıraklık, kalfalık, ustalık gibi rütbeler dünyada kaldı. Peki neden biriz? Çünkü iman birdi, inanç birdi, ikrar birdi. İman yok, ikrar tam değil, inanç bozuk ise orada birlik bozulur.
Bir gün gelecek, vücutta hararet son bulacak, aslı olan güneşe gidecek; vücuttaki su da buhar olup okyanusa gidecek; vücuttaki nefes, hava, o da aslına semavata gittikten sonra, dostlar deri ile kemiği alıp toprağa verecekler. Çünkü onun da yeri toprak. Dört anasır aslına gitti. Peki sen nereye gidiyorsun? Onun için kişi bu alemde neyi temsil etti ise, nereye ağırlık verdi ise, o ağırlığın suretine koşuyor. Çünkü bir ışık var, dört anasır aslına gidiyor. Bizi de bizden soracaklar bir gün.
Hazreti Mevlana’ya sormuşlar, “Dünya senin bakışında nasıl bir haldedir?”
“Dünya benim bakışımda bir rüya alemidir. Kimi yirmi yıl yaşar, kimi kırk, kimi altmış, kimi seksen, kimi yüz. Bakalım bu kişiler nerede uyanacaklar?”
Gözler açık ama hakikati göremiyor, nefsinin peşinde koşuyor, nefsi arzularda seyrediyor. Neden hakikati görmek için son nefesi bekleyelim? Neden kalb gözünü açmak için şimdiden uğraşmayalım? Neden ikrar verdiğimiz o Allah’ın sevgili kulunu kalbimizin en güzel köşesine oturtmuyor, onu her şeyin üstünde tutmuyoruz? Neden bu aleme onun gözü ile bakmıyor da aklımızın küçük gözü ile bakıyoruz?
İnsan, Peygamberine, Pirine büyük bir aşkla bağlanırsa, gönlünde onu her şeyin üstünde yüce kılarsa, ibadetlerde zikirde orayı düşünüp, kalbinde en güzel yeri verirse, bir gün gelir perde kalkar, hakikatlere sahip olur. O göz de anlar ki bu alemde bir güneş var, onun yanında bu dünyadaki güneş bir muma döner.