MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (74)

Tasavvufta cihadın manasını açıklar mısınız?

Din için adam öldürmek cihad değildir. Bütün insanlar iman ettiğimiz Allah’ın varlıkları, bütün Peygamberler de Allah’ın elçisidir. Kişinin kendinden haberi olmadığı için nefsine düşmüş, kavgalar ondan doğuyor. Nefsi müdafaa ise farklıdır. Misal, kimseye zarar vermeden evinde otururken biri evinin kapısını kırıp, sana zarar vermek isterse, bunun önlenmesi için nefsi müdafaaya izin verilmiştir.
Mekke ile Medine ileri gelenleri antlaşma yaparlar. Ancak Mekke’liler bu antlaşmaya uymazlar ve Medine’ye gelip dükkanları yağmalar, kadınlara tecavüz ederler. Hamza, Zeyd ve Ömer-i Faruk, Peygamber Efendimize gelir: “Destur ver, bize çok zarar verdiler” diye yalvarırlar. Hazreti Muhammed, ağlayarak nefsi müdafaaya izin vermiştir. Karşı taraf bundan başka yol bırakmamıştır. Yoksa, İsevilere, Musevilere kafa tutun, bizim dinimiz onlarınkinden üstün, onu kabul etsinler aksi halde cihad ederiz, demedi. Zira o ve sahabesi bütün dinlere saygı duymuştur.
Ömer-i Faruk, Kudüs’e giderken kölesine, devey sırayla bineceğiz, der. Kudüs’e girerken binme sırası kölede olduğu için köle deve üzerinde Kudüs’e gelince, halk köleyi Ömer zanneder. Gerçeği öğrenince çok duygulanırlar ve isteyen Müslüman olur, isteyen dininde kalır.
Hakikatte bütün Peygamberler İslam’dır. Hepsi Allah’ın büyüklüğünü, güzelliklerini cemaatlerine ikram ettiler. Arkadan gelen bu vazifeyi devraldı.
Hazreti Muhammed der ki: “Hakkın olmayan yerde nefsin coşar, onu almak istersen, nefsinin kolunu kes.” Fakat ne yaptılar? Kol kestiler, ayak kestiler. Halbuki kesilmesi gereken nefsti. Hazreti Muhammed zamanında kimsenin başı, kolu kesilmedi. Hazreti Muhammed’in gösterdiği yollar hep nefse yönelik olup adam öldürmek, Allah’ın binasına zarar vermek yoktur. İnsan, Allah’ın binasıdır.
Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, belinde kılıç taşıdı ama karınca bile incitmedi, hiçbir cana kıymadı.
Tasavvufta cihad nefsinedir, insan öldürmek değildir. Tasavvufta kurban kesmek, bir öküzü, bir koçu kesmek, kan akıtmak değil, nefsini kesmektir. Bütün mesele nefsle uğraşmak, nefse galib gelmektir, tasavvuf buna yönelmiştir. Muhammediye’nin cihadı nefsinedir. Eğer Hazreti Muhammed savaş taraftarı olsaydı, Hazreti Mevlana, “Sevgiye, kardeşliğe, birliğe dair ne varsa ben oradayım; kavgaya, savaşa dair ne varsa ben orada yokum” demezdi. Çünkü Hazreti Mevlana, Hazreti Muhammed’in bendesidir.
Bizde bilginler bilgini, Veliler Velisi, koskoca Hazreti Mevlana var. Onun eserlerini okuyun. İman ettiğiniz kişiyi, bütün dünya tanıyor, onun düşüncesi etrafında kişilik buluyor ve onu seviyorlar. Konya’ya gittiğimizde bir sürü yabancı görürüz, her yerden sevenleri geliyor. İnsanlar orada bir şey bulmuşlar ki, ziyarete geliyorlar. Hazreti Muhammed’e de gitmek isterler ama Araplar, Hazreti Muhammed’i sadece Müslümanların ziyaret etmesine izin verirler. Hani o, bu cihanın güneşiydi? Ne oldu? Hazreti Muhammed, kainata rahmettir, o bütün dünyaya kapılarını açmıştır, kendisini Hazreti Mevlana ile Konya’da ziyaret ettiriyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (73)

Hazreti Mevlana’nın ölümü bir düğün haline getirerek güzelleştirmesi, herkes için bir teselli olabilir mi?

Ölümü düğün yapmış ama herkes için değil. O güzel sözler insana söylenmiş. Kişi insanlık eğitimi alsın da o sözlere sahip olsun. Ne diyor Hazreti Mevlana? “Bana ağlama, ağlar isen kendine ağla. Ben o padişah değilim, tahttan inip tabuta gireyim; ben o padişahım ki tahttan inip, sevenlerin gönüllerine gireyim.” Bizim ona değil, acaba neredeyiz, ne yapıyoruz, yarın bizim de başımıza gelecek diye kendimize ağlamamız lazım.
Muhammed İkbal, “İslam garip gelmiştir, garip gidecek” dedi. Kime garip derler? Kimsesize. Hazreti Muhammed’in iç alemini kavrayan, temiz bir gönülle seven garip kalmaz. Hazreti Muhammed, Evliyaullah’ta sevildi ve gariplikten kurtuldu. Hazreti Muhammed’i, dilde zikredip gönüllerinde yer vermeyenler garip kalırlar. O’na ve Ehlibeytine aşkla bağlanmadan kuru ilimle bir yere varılmaz. Fakat bir Veli böyle midir? Yollarda birçok yatırlar var, aradan yüzlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, semt halkı onu bilir, onu anar. O Hakk aşığı bir yerde kendini korur. Çünkü Evliyaullah daima sevgi ilmini vermiştir.

 

İnsanların çektiği acılar neyi temsil eder? Ya da neye işarettir?

Her zaman insana acı veren nefstir.
Bedir Savaşı’nda, İmam Ali Efendimizin iki omuzu arasına bir ok saplandı. Sevenleri yanına gelip oku çıkarmak istediler.
Hazreti Ali, “Dokunmayın, birazdan huzura duracağım. Oku o zaman çekersiniz” dedi.
Hazreti Ali, ok sırtında namaza durdu. Huzura durur durmaz arkadaşları oku tutup çektiler. Hazreti Ali’nin hiç ses çıkarmaması hepsini şaşırttı. Namazı bitirdikten sonra, “Ya Ali, oku çektik, hiç ses seda çıkarmadın” dediler.
“Ben namazdayken kendimden geçmiştim., Allah ile beraberdim” diye cevap verdi.
Bir insan vefat ettiği zaman, tabutun üstüne bir örtü koyarlar. Orada şöyle bir yazı vardır: “Külli nefsin zaikatül mevt.” Yani dünyamızda her nefis sahibi ölüm acısını tadacak. Ehl-i iman, kendisine hiçbir şey mal etmediği, hep Hakk’ın verdiği nasihatlara uygun yürüdüğü için korkmaz. Çünkü kendine ait bir şey yoktur. O ruh bedenden çıktığı zaman çilesi biter, sevenine gider. Ama kişi o güzelliğe ulaşamamışsa hep korkudadır. İnsanı korkak yapan nefsidir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (64)

Peygamber Efendimizin, Hazreti Mevlana’nın bizlerden istediği nedir?

Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana sadece temiz bir gönül istediler. Gönlünü buraya bağlarsan, buraya uygun yaşar, edebini takınırsın, yavaş yavaş sevgini, aşkını maneviyata bağlarsın. Bundan sonra senin hayatın, duruşun, konuşman değişmeye başlar ama ben Mevlevi’yim, sema çıkardım diye düşünürsen sikkeyle, hırkayla Mevlevi olunmaz. Mevlevilik en yüksek ahlak üzere yaşamak ve bunun dışında her şeyden kendini korumaktır. Çünkü yolunun dışında ortalık tuzaklarla doludur. Tuzaklardan ne kadar kendini korursan, Hakk’a o kadar güzel yol alırsın. Bu sözleri duydum, duamı, semamı, zikrimi yaptım, tekamül ettim diye düşünmeyin. İnsan olmamız için, örneğimizi karşımıza almamız, onun ahlakı ile ahlaklanmamız, onun huyunu huy edinmemiz lazım. Ondan sonra bizde tekamül başlar. O güzel zatın ahlakını, huyunu almadan, sadece kuru ilimleri öğrenen saflara tuzak kurar, bir yere vardırmaz. Bir gün gelecek seni senden soracaklar. Ne annen, ne baban, ne paran, ne eşin kurtarır, hiçbir şey kurtarmaz. Yaptığın güzel hizmetler, Hakk için yapmışsan onlar kurtarır. O temiz gönül, aşkın, o güzel bakışın, o güzel duygun kurtarır. Tekamül etmek Hazreti Mevlana’yı tahsil etmek, eserlerini okumak, yavaş yavaş onun gibi olmaktır.
Mehtabın her tarafı ışıklandırdığı bir yaz gecesi Hazreti Mevlana bir değirmen başına gelir. Dönen değirmen taşını seyrederken, “İlahi Hakk! Ne suç işledim, cihanı değirmen taşı yaptın, beni buğday tanesi. Bana bu çileleri neden çektiriyorsun?” der.
Hakk’tan nida gelir.
“Ey benim Efendim Celaleddin! Değirmen taşının altındaki buğday tanesini ne ile görüyorsun?”
Hazreti Mevlana, “Mehtap ışığıyla görüyorum” diye cevap verir.
“Demek ışık da değirmen taşının altına girmiş. Peki değirmen taşı, ışığa zarar veriyor mu?”
“Hayır, ya Rab!”
“Buğdaydan maksat senin vücudun, nefsin ıstırab çeker. Gönlün bize bağlıysa o ışığa benzer, ıstırab çekmezsin. Seni bu aleme, insan toplumuna bizden bir ışık tutman için gönderdik.”
Hazreti Mevlana, değirmen başında kendi kendini irşad ediyor. O sesler nereden geliyor? Cenab-ı Hakk’tan. O da kendinden, Hakk Mevlana’dan konuşuyor. Beş vakit namazla, oruçla, gösteriş ibadetlerle, insan Hakk’a varamaz. Tekamül eden kişi onlar gibi olmalı. Yoksa kırk yaşına geldim, onu gördüm, bunu gördüm diyemezsin, onları sormazlar. Madem ki her şeyin üstünde bir güzellik varmış, niye gönlünü buraya bağlamadın? Demek ki görmedin, gözün kör. Kur’an-ı Kerim’de zikrediyor, “Beni bu alemde görmeyen, öbür alemde de göremez.” Kör geldi, kör gidecek. Yani Hakk burada görülecek. Nasıl görülecek? Allah’ın elçilerine imanla bakmak, Hakk’ı orada görmek, oraya ayak uydurmak, Hakk’a yol almaktır. Tekamül etmek her şeyden arınmak, iman ettiğin yere kendini perçinlemek, kendini orayla büyütmek ve O olmaktır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (60)

Kıyamet alametlerinden birisi Mesih’in gelmesidir deniyor. Bu doğru mudur?

Hazreti İsa geldiği zaman, giysin diye Şam’da Emevi Cami’nin minare kapısında bir çift pabuç durur. 1980 yılında ümreyi, 1986 yılında da hac farizelerini icra ettim. Hazreti Muhammed’in kabrinin yanında boş bir kabir var. Kadir Hocaya (Hazreti Muhammed’in 41. torunu) o kabri sordum. “Bir gün Mehdi gelecek, o zaman kurtla koyun bir arada yaşayacak, birlik havası esecek, Hakk’a yürüdüğü zaman, burada Hazreti Muhammed’in yanında sırlanacak” dedi. İsa’yı yeniden gelecek diye bekliyorlar, Hazreti İsa yediyüz sene önce geldi, dedim. O gelen Mesih Mevlana’ydı. Hazreti Mevlana, “İsa Ruhullah, topraktan kuş yapardı, kuşu uçurmak için nefes ederdi, o nefes ben idim” diyor. Yine bir yerde, “Adem balçık halindeyken ben Nebi idim” diyor.
Hazreti Mevlana hayattayken, birçok papaz, haham Mevlana’ya bağlıydı. Hakk’a yürüdüğü zaman rivayete göre, cenazesinde onbine yakın cemaat varmış, çok sayıda papaz, hahamla birlikte cenazesini camiye götürmüşler. Hazreti Mevlana’nın cenazesi sabah tekkeden çıkarılmış, camiye musalla taşına akşam namazında varmış. Yolda götürülürken dört sefer tabutu kırılmış. Camide, cenaze namazı kılındıktan sonra Türbe-i Saadete götürüleceği zaman Şeyhülislam, “Haham efendiler, papaz efendiler, havra, kilise, cami Allah evidir ama kabristanda bizim ayrı hizmetimiz var. Burada ayrılalım” deyince, ilk karşı gelen haham olur, “Nasıl insanlar ekmeksiz duramazsa, biz de Mevlana’sız duramayız. Mevlana sizin Muhammed’inizse bizim de Musa’mız.”
Papaz der ki: “Hoca efendi, Hazreti Muhammed hayatta olsaydı senin gibi mi fetva verirdi? Bizi ayırır mıydı? Bizim de İsa’mız Mevlana’dır.”
Şeyhülislam cevap veremez. Çünkü Hazreti Muhammed Nebiliği giydiği zaman, “Rahmetellil alemin” demişti. Hep birlikte Türbe-i Saddet’e kadar gelir, sırlarlar.
Hazreti Mevlana felsefesinde dinleri, Peygamberleri birleştirerek, “İbadet şekillerinde fark var, amacımız bir, hepimiz aynı Allah’a koşmaktayız. Peygamberlere gelince bütün Peygamberler, Ahmed. Hepsi benim sevgilimden bahsettiler” diyor.
Mevlana’mız toplumda güzel işlense, dünyada birlik, kardeşlik, güzellikler meydana gelir. İşlenmediği için hayali Mesih bekliyorlar. Hazreti Mevlana’nın ismi bir yerde geçti mi, onun güzellikleri sunulmaya başlandı mı, kurt ile kuzuyu yan yana getir, kurt kuzuya dokunamaz. Hazreti Mevlana’nın ruhaniyeti, kuzuyu kurttan korur.
Kıyamete gelince, güneş, ay, yıldızlar yerinden oynayacak, nizam-ı alem bozulacak, bunlar rivayettir. Her kişi bu alemden giderken, başına kıyamet kopmuş sayılır. Onun için kıyamete kendinizi hazırlayın. Bize kıyamet ölümdür. İster yatakta olsun, ister savaşta. Ne zaman bu düzen bozulur? Onun muhabbeti bu alemden kesilirse bozulur. Bu düzeni yine insan kendisi bozar. Nefsine uyar, hırsa bürünür, kavgalar savaşlar çıkarır; işte kıyamet kopmuş olur.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (58)

Hazreti Şems, Mevlana için “Kur’an-ı Kerim’deki bütün tariflere uyuyor o bir Velidir. Ben onun dostuyum demek ki ben ondan daha şanslıyım” diyor. Ne demek istiyor?

Nasıl şanslı olmasın ki o kadar gezdi, Hazreti Mevlana’yı buldu. Bulduğu için arayışı boşa gitmedi. Hazreti Mevlana’nın sayesinde dünya durdukça Şems anılacaktır.
Her insan fitili ateşlenmemiş gaz dolu bir lambaya benzer. Mürşidin vazifesi onun fitilini yakmaktır. Nasıl mı? Yolcuyu uyandırır, kişilik verir, yolcuya kendini tanıtır. O kendini tanıdıktan sonra Hakk’ı zikretmeye çıkar. Ne olur? O ateşi gördü ya ne kadar Allah’ı zikreder ona yönelirse, yavaş yavaş ışık onun vücudundan kendini gösterir, o ışık dışarıya vurmaya başlar. Dışarıya vurunca dostlar edinir. O ışık yakılınca onu zikretmez, ona yönelmezse, o ışık uyandırıldığı için artık orada kalır ama lambayı is tutar, ışık dışarı çıkamaz. Yolcu da karanlıkta yürür, hüzün sıkıntı içinde kalır. Onun için, bu işin şakası olmaz. O ışık yakılınca yolcu uyanır, irşad olur. Ondan sonra yolcu kendi bilir, ister insan gibi yaşar, ister nefsinde yaşar. Nefsinde yaşarsa, Allah’ı hiçbir zaman mesul tutamaz.. Çünkü Hakk kim olduğunu söyledi. Bir kişi Hakk’a kulak vermez, nefsi ağır basar, nefsine uyarsa bu yüzden kayba gider. Eğer çalışır nefsini yenerse yolu rahmaniyete çıkar.
Şems, Mevlana’yı bir kez irşad etti. Cenab-ı Mevlana sohbetler esnasında Şems’i sayısız sefer irşad etti, büyüttü, yüceltti, anlattı. Onun için birinin ismi Şems, birinin Mevlana; Şems, güneş, Mevlana da Allah’ın Efendisi, Hakk diyor benim efendim, hangisi daha üstün gelir? Manada, Mevlana üstün gelir, onu kendine efendi kılmış, o efendilikte dünyada Celaleddin’e verilmiş. Mevlana deyince herkes Konya’daki Mevlana’yı hatırlar. Bütün Japon, Amerikalı, İngiliz, Alman Hazreti Mevlana’nın o güzel düşünceleri, o aydın konuşmalarının etrafında toplanıyorlar. Onun güzel fikirlerinde insanlar kendilerini buluyorlar.
En güzel elbise insan elbisesi, Hakk kendine bu elbiseyi seçti ve bu elbiseden kendini tanıttı. Bu elbiseyle bütün eserlerini dile getirip hepsine isim verdi. Bütün varlıkların en güzeli, en üstünü, her şeyin özü yine insan. İnsan kendini bilmediği için nefsine uyup, hayvani yaşıyor. Gün geliyor kendini ruhi cezaya atıyor.
Bu aleme Evliyaullah geldi, onlara kim yüz tuttu ise yavaş yavaş nefsani duygularından kurtuldu. İnsanlığı seçip, bu fani ömürde nefsine uymayan, Hazreti Muhammed’in şefaatine ulaşıp, bu devranı bitirir. Hazreti Mevlana’nın, Hazreti Muhammed’in sözlerine uymak, onları bedenimizde ruh etmek, bu kısa ömrü güzel bir şekilde geçirmemizi, onların o güzel yüzlerine nail olmamızı sağlar.
Bir şair demiş ki: “Az yaşa çok yaşa, bir gün akıbet gelecek başa. Bu dünya bir değirmen taşıdır, daima döner. İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner.”
Biz sönmemek, ebedi ışık olmak için geldik. Çünkü aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen, her gün daha da güzel bir dille anılan, güzel bir dost bulduk. Oraya yüz tutup, oraya gönül verdik, orayla yaşamaya çalıştık. Vade geldi mi gidiş yine ona olacak, onun için korku yok. Ebedi bir hayat var. Allah dostu ile dost ol ki dünya durdukça anılasın.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (57)

Dünyevi ve manevi hayatımız arasındaki denge…

Akıl en büyük nimet. İnsan aklını güzel bir yerle büyütürse, dünya o kişi için oyuncak olur. Allah bazısına mal verir, benliğe girer, herkesi küçük görür. Varlık kaç para etti, dost kazanamaz. Madde mana ile yürür. Maneviyata bürünüp, çalışmamak da olmaz. Daha çok çalışacak, daha çok kazanacak, gece gündüz çalıştım, emek harcadım, sağa sola atamam, diye düşünerek daha bilinçli harcayacak. Bir atasözü var, “Hay’dan geldi, huya gitti. Bunlar insanlara ders. Allah verir, insan tutmasını bilirse o varlık kolay kolay elinden gitmez.
Sultan Abdülmecid, Hakk’a yürümeden önce, ben Hakk’a yürüdüğüm zaman doktorlarım, bilginlerim, alimlerim, tasavvuf ehli, komutanlarım, askerlerim, silahlarım ve hazinem cenazemde bulunsun, diye vasiyet etmiş. Gün gelmiş Sultan Abdülmecid Hakk’a yürümüş. Vasiyet yerine getirilmiş.
Kabristandan dönünce ne demek istedi diye düşünmüşler, kimse çözememiş. Bir Dede Efendi’ye sormuşlar, demiş ki: “Hayat doktorla olsaydı, işte doktorlarım, bana ömür veremedi. İlim sahipleri ile olsaydı işte bilginlerim, tasavvuf ehliyle olsaydı işte mürşidlerim, benim için savaşmakla olsaydı işte komutanlarım, işte askerlerim, işte silahlarım, parayla olsaydı işte hazinem. Bunların hiçbiri beni hayatta tutamadı. Benim amelim salih ise o beni kurtarır, demek istedi.”
Hazreti Mevlana, bir kasidesinde, henüz zaman varken vakit geçirmeden maneviyata yönlenmemiz gerektiğini bizlere şöyle anlatıyor ve diyor ki:
“Sevgili! Kalk da bak; can var, cihan var, gençlik var! Güneş de doğdu, etrafa parlak, göz kamaştırıcı ışıklar saçıyor!
Ey zamanımızın Yusufu, ey güzel varlık; kalk! Hani, Züleyha’nın rüyasında arayıp durduğu, fakat bir türlü bulamadığı bir güzel, bir güzellik vardı ya, sen, ondan yüz kat daha güzelsin!
Solda, sağda her tarafta mahluktan, yaratılmıştan, Halık’a, Yaratan’a bir işaret var, bir belge var! Yaratan’ın varlığına, yaratma gücüne en güzel belge sensin! Fakat gönülsüz aşık, bir belge ile kanaat etmez, daha çok belge arar!
Kalk da, fani olmayan, ölümsüz olan yaratıcının yarattığı eserlerdeki ihtişamı, güzelliği seyret! Seyret de, fani dünyadan, dünyaya ait işlerden, nimetlerden çabucak vazgeç, kurtul!
Eşsiz olan o büyük varlık, aziz bir ömürdür, bir hayattır, bir yaşayıştır! Sen, Yaradanı düşünmekten, onun varlığını hissetmekten kaçamazsın! O, dünyanın ruhudur, dünyayı yaşatan O’dur; sense bir şekilden, bir gölge varlıktan ibaretsin!
O aziz varlık öyle güçlüdür ki, taştan yonttuğu bir şekle bile dokunsa onu canlandırır; sen taştan aşağı mısın? Sen bu candan mahrum kalırsan, sana yazık olur; kalk da, onu kendi varlığında hisset, sen de canlan!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (56)

Bir dünyevi hayatımız bir de manevi hayatımız var. İkisinin arasındaki dengeyi nasıl sağlarız?

Kişi, bir Allah’ın elçisine gönül verir, oraya temiz bir duygu ile bağlanır, hayvani duygulardan kendini uzak tutarak, oraya sevgisini, aşkını çoğaltırsa yaşamı düzgün bir hale girer. Sıradan yaşam herkeste var. Bir gün iyi, iki gün hüzünlü olurlar, çünkü temel yok. Bir bina sağlam temel üstüne kurulmazsa, yıkılmaya mahkumdur, ama temel sağlam olursa kolay kolay yıkılmaz. Maneviyat da insanlığın temelidir.
Hazreti Mevlana, “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü, ömür sayma” diyor. Bir yere sevgin, aşkın varsa sen yaşıyorsun demektir. Hangi sevgi, aşk olacak bu? Misal, ister kadın ister erkek olsun, insanlık hali aralarında ufak bir uyumsuzluk olursa, temelde maneviyat olmadığı için, kırgınlıklar doğar. O zaman sevgi azalır. Hakk’a yüz tuttuğu zaman, Hakk’ın yüzü hep tebessüm, hep gülerdir. Onun için sevgisini, aşkını çoğaltmak için edeb alır. Orası yaşlanmaz, aynı simayla daim değildir, değişik simalar ile tecellisini gösterir. Çünkü orası, bütün güzelliğin özü, bizim güzelliklere sahip olmamızın sebep yeridir. Bir kere düşüneceksin, cihan, mal, mülk ne yaratıldı ise hepsinin bir sahibi var. Yunus’un dediği gibi, “Kim bu malın sahibi, kim bu mülkün sahibi? Nerede bunun eski sahibi? O yalan bu yalan, vermişler eline biraz oyalan.”
Maneviyatın güçlü olursa senden çalışan, senden kazanan Allah’tır. En güzel işleri senden meydana getiren yine Allah’tır. Ben yapıyorum, ben ediyorum dersen Allah’a isyan etmiş olursun. Bir yere gönül verir, oranın büyüklüğü, kudreti ile yola çıkar, iyi bir kazanca sahip olursan, bir de kazancını güzel yerlere harcayarak insanlara iş sahaları açarsan, ne güzel çobanlık yapıyor, ne güzel idareci oluyorsun. Maddiyatta da insanların rızasını kazanırsın, bir de manevi kişiliğin varsa, o zaman toplumda daha çok sevilir, daha güzel örnek olursun.
Abdülkadir Geylani Hazretleri (selam olsun üzerine) çok varlığa sahipti. Biri, onun Allah ehli olduğunu duyar, Allah’ın güzelliklerini nasıl kazandığını merak ederek, yakından görmek ister. Onun bulunduğu tekkeye gelir, hal hatır esnasında Abdülkadir Geylani’nin kül tablalarının dahi altın olduğunu görür. İlahi Hakk, bunda bir sürü dünyalık var, nasıl Allah yolunda olur, böyle birine mürid olmam, diye gönlünden geçirir. Abdülkadir Geylani Hazretleri onun gönlünü okur. Adam şaşkınlıktan tespihini de unutarak gider. Evine gidince tespihini unuttuğunu farkeder, yarın gider alırım, diye düşünür ama kafası tespihe takılır. Sabah namazını eda eder etmez hemen tekkeye gider. Onu tekkenin bahçesinde güllere bakıp, dolaşırken bulur. Abdülkadir Geylani, adamla selamlaşıp, “Tespih için geldin değil mi? Seni bir tespih bütün gece uyutmadı. Ya bu malları Hakk sana verseydi, acaba ne olurdun? Bunların hepsi emanet, hiçbirinde benim gönlüm yok. Önemli olan gönüldür, gönül iman ettiğin yere bağlıysa bütün mallar oyuncak olur. Çünkü hepsi Allah’ın kudretiyle sana verilmiştir” der.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (55)

Peygamber Efendimizi, Hazreti Mevlana’yı bize anlatıp, sevdiriyorsunuz. Müridin, Peygamberini, Pirini mürşidinde görmesi gerekiyor, fakat Konya ismini duyunca içimiz ürperiyor. Bu aşkımızın, imanımızın eksikliğini mi gösterir?

Hayır. Size çok açık söylüyorum, orası bütün aşıkların makamıdır. Ne mutlu aşkı büyük olan kişiye. Orası makamdır, fakat Mevlana orada yok. Ne diyor Mevlana, “Ben, ariflerin gönlündeyim?” yani onu bilen, tanıyan, seven aşığının gönlünde…
Birçok büyüklerin makamı var. Diyelim başka bir dergaha ziyarete gittiğinizde, dergahın banisi ortadadır, sağında solunda da ona yakın olanlar durur. Konya’da ise, Cenab-ı Mevlana’dan önce babası var. Hazreti Mevlana’dan sonra gelen temsilcileri Hazreti Mevlana’nın önünde, onların temsilcileri onların önünde, çıkış kapısına kadar hep Dedeler var. Yani, beni benden sonra gelenden sor, diye kapıya kadar gider, sonunda bizi hayatta olandan sor, anlamındadır.
Hazreti Mevlana öne çıkmamış, sevenlerini hep önüne almış. O kadar güzel bir erkan ki olmaz derecede. Allah kısmet ederse hepimizin yüz süreceği yer. Çünkü biz oranın varisleri, oranın temsilcileriyiz. Oradaki makam da bizlerin, başka birinin değil. Gidersek kendi makamlarımızı şenlendireceğiz, kubur orada, sahibi burada, işte böyle gidiyor. Her şeyi açık anlatıyor, insanları hayallere, gerilere götürmüyoruz. Allah’ın bütün güzellikleri, onun o nurlu siması, sayısız hakikatleri hep seveniyle, insanla dile geldi. Hiçbir üstad, Hazreti Mevlana kadar açık söylemedi; “Bu kadar Allah dediniz, daha mı Allah’laşmadınız? Bu kadar Kur’an-ı Kerim okudunuz, daha mı Kur’an’laşmadınız?” Hazreti Mevlana bu sözle ne demek istiyor? Aşkla bir şeyi zikrettin mi, bil ki sen yoksun, o var. Çünkü aşka girmiş o yere aşık olmuş, aklını kaybetmişsin, başında akıl da, düşünce de, fikir de, o olmuş. Sen o olmuşsun. Aşk yoksa, Allah, Allah, Allah diye zikrederken akıl başka yerde gezerse, o olamıyorsun. Kur’an-ı Kerim’i de aşksız, sevgisiz okursan, sadece dilde, mana yok, anlamıyorsun. Ne oldu? Ne Kur’an’laşır, ne de Hakk’la Hakk olursun, zikreden de boş, okuyan da boş. Onun için hiçbir yere varamıyorsun. Sevgi olursa, aşk olursa, kişilik gider, oranın güzellikleri kendini gösterir. Her şey sevgi istiyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (54)

İnsanı olgunlaştıran sohbettir…

Hazreti Mevlana, bir sohbet esnasında Efendisi Şems-i Tebrizi’yi methediyormuş. Canlar arasında bir tanesi kendinden geçip ağlamaya başlamış. Ağlayana, “Erenler! Neden ağlıyorsun? Seni bu duygulara sürükleyen nedir?” diye sormuş.
“Ya Hüdavendigar! Keşke o devirlerde burada olsaydım, Şems’i görüp, onun o nur cemalinden faydalansaydım gerilere gittim o anı düşünüp ağlıyorum.”

Mevlana hemen cezbeye gelerek, “Yazıklar olsun sana! Yüzümdeki sakalın her kılı bir Şems’tir. Sen benim dışımda mı arıyorsun Şems’i?” demiş.

Bunlar hep irşattır. İnsan bütün bu alemin sahibidir. Bütün bu alem, Rab, semavattaki suretler, doğadaki okyanus, dağlar, kuşlar, ağaçlar, çiçekler, hayvanat, hepsi insanla dile geldi ve hepsi kendilerini insanla tanıttılar, hepsinin temsilcisi insandır. Düşünün, insan ne kadar büyük bir varlık.
Yüce Mevlana, “İnsan demek kainat demek, kainat demek insan demek” der. Yine, “Ey insan ne görüyorsan bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste, kendinden iste, çünkü sen her şeysin!” diye buyurur. Yeter ki ara, bul, ol…

İnsanın hakikati hakkında ne güzel bir kasidesi vardır Mevlana’mızın…

“Dünyadaki yaşayışımız, bazan tatlıdır, hoştur, bazan da kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fani dünyaya değil, ebedi hayat lütfedene aşık ol!..
Bütün ömrümüzün gecesi siyah, gündüzü aydınlık olarak geçer! Sen, ilahî nurla daima aydınlık olan bir ömrü ara!..
Ey, arasıra mezarı ve lahdi aklından geçiriyorsun, son nefesini verince gideceğin yeri düşünüyorsun! Halbuki sen, şu anda, daha ölüm gelmeden kendi bedeninin kabrinde yatmaktasın! Gafil olduğun için, bu nükteyi anlayamıyorsun!..
Sana rızık vereni düşünmek, ona şükretmek, onu hatırlamak, minnet hisleri duymak sana helal rızık yerine geçecektir! Sen, onu bırakıp da sayılı rızık peşinde didinip duruyorsun, dükkan sevdasına kapılıyorsun!..
Can alemi, safa denizidir; bedenin, maddi varlığın da onun köpüğü gibidir! Safa denizine bak; köpüklerden elini çek!..
Köpük, denizin üstünde hiç durmadan oynar! Çünkü, arka arkaya gelen dalgalar onu rahat bırakmaz!
Köpük kıyıya vurunca su kesilir! Çünkü, birlik denizinin gönlünde iki renklilik yoktur!
Bütün canlar birdir, bir yerden gelmiştir! Görünen her şey, kainatın sahibi, kainatı yaratan büyük bir varlığın bulunuşunun belirtileridir! Eğer aklın varsa, şaşı gözünü düzelt de, kainata öyle bak!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (52)

Mesnevi-i Şerif’in 3. cildinde şehirli ile köylünün hikayesi var, fakat bu hikayenin sonunda Hazreti Mevlana’nın bize anlatmak istediği nedir?

Şehirli ile köylü, bilgin ile cahili temsil ediyor. Şehirli görgülü biri, bir sürü insanla görüşmüş, kendini olgunlaştırmış. Köylü ise, ovadan, dağdan başka bir şey görmemiş. Köylü şehre gelir, şehirli köylüye her türlü ikramı yapar. Köylü de hak altında kalmamak için köye gel, diye ısrar eder. Şehirli en sonunda köye gider. Köylünün işi bozuk olduğu için şehirliyi tanımazlıktan gelir, bir sürü ıstırap verir. Hazreti Mevlana, insanlıktan nasip almayan kişinin, böyle ıstıraplar verebileceğini anlatıyor. Köyde evliya olmak kolay, şehirde olmak çok zordur. Bilenle bilmeyeni bir tutmayın.
Sizlere sorsalar arif mi büyük, alim mi? Alimdir büyük, arif değil. Arif kime derler? Alimden hiç yüzünü çekmemiş, hep onu dinleyerek bir sürü güzel bilgiler öğrenmiş. “Leb” der demez arif anlar ki leblebi diyor. Alim dudağını oynattığı zaman arif anlar. Onun için atalarımız, arife sivrisinek saz, arif olmayana davul zurna az, demişler. Arif dergahlarda yetiştirilirdi.
Mevlana’mız buyuruyor: “Cahil ile sohbet etme, akıbet başın derde girer. İstersen selamet çekil kenara.” Sen beyaz dersin o siyah der, inat eder. Cahillerden uzak duracaksın.

Hazreti Mevlana, arifi beyan eden bir kasidesinde şöyle buyuruyor:
“Ben ölü idim, dirildim; ağlardım, güldüm. Aşkın devleti geldi, ben ebedi devlet oldum.
Benim tok gözüm vardır, cesaretli canım vardır, arslan yüreği gibi bir yüreğim var. Ben parlak Zühre yıldızı oldum.
Dedi ki: ‘Sen divane değilsin. Bu eve layık değilsin.’ Ben de gittim divane olup zinciriyle bağlandım.
Dedi ki: ‘Sen sermest değilsin, git!’ Ben de gittim sermest olup neşe ile doldum.
Dedi ki: ‘Sen öldürülmemişsin, neşe ve müzik ilgin yok!’ Can bağışlayan yüzüne karşı şehid oldum.
Dedi ki: ‘Sen zeki bir kişisin, hayal ve şüphenin sarhoşusun.’ Ben hemen abdallaştım, hayal ve şüpheden sıyrıldım.
Dedi ki: ‘Sen mum oldun, meclisin kıblesi oldun.’ Ben mum değilim! dedim, yandım, yakıldım, duman oldum.
Dedi ki: ‘Sen şeyhsin, önde gidenlerdensin, yol gösterensin.’ Hayır! Ben şeyh değilim! dedim. Önde gidenlerden de değilim. Kimseye de yol gösterdiğim yok. Ben senin emrine kul olmuş bir zavallıyım.
Sen güneşin kaynağısın, ben söğüt ağacının gölgesinin düştüğü yerim. Sen benim başucuma gelince, alçalır, erir, yok olur giderim.
Gönlüm canın parıltısını buldu. Dünyanın nuruna nail oldu. Gönlüm yeni bir atlas buldu da bu hırkaya düşman kesildi.
Hakk arifi “Ben her şeyden hikmet dersi aldım. Yedi kat göğün üstünde parıldayan yıldız oldum” diye şükreder.