MANEVİ MENKIBELER – 27

Yağma edin…

Ne güzel söylüyor Mevlana… “O yaratıcı Allah” diyor, “baştan aşağıya aşktır, baştan aşağıya güzelliktir…” Ama demek ki biz Allah’ta yaşamıyoruz , başka yerlerde yaşıyoruz, dalmışız çamurlara.

Şimdi bir gün hava yağmurlu, Mevlana almış dervişlerini, demiş, “Sizlere dünyayı göstermek istiyorum, görmek istiyor musunuz?”

Dervişleri demişler, “Dünyadayız ama, göstersen fena olmaz Efendi Hazretleri.”

“Kalkın gelin benimle.”

Kalkmışlar çıkmışlar tekkeden. Mevlana koymuş cebine beşi bir yerde altın, bozdurmuş sarrafta, yaptırmış hepsini urbiye. Getirmiş pazar yerine dervişlerini, çamurlu bir yerde durmuşlar.

Mevlana, pazarcılara dönüp, “Ey ahali” demiş, “avucumda nedir bunlar?”

“Altın…”

“Yağma edin” demiş, atmış altınları çamura.

Pazarcılar bırakmışlar tezgahlarını, dalmışlar altınları toplamaya. Hepsi kalmış çamur içinde…

Sonra almış dervişlerini, “Hadi” demiş, “yürüyün tekkeye.”

Tekrar tekkeye dönmüşler. Mevlana, “Yaptığım imtihandan bir ders aldınız mı?” diye sormuş.

Dervişler, “Sen anlatsan daha güzel olur Efendi Hazretleri” demişler.

Mevlana sormuş, “Pazarcıların üstlerindeki elbiseler kaç para ederdi?”

“On lira, bir lira, bir çeyrek…”

“Bir urbiye” demiş, “çeyreğin de dörtte biri. Onu almak için hep çamurlara battılar. Bazıları aldılar, bazıları da alamadı. Şimdi misal, Padişah onları çağırırsa saraya, bunlar bu elbiselerle gidebilirler mi?”

Dervişler, “Yok” demişler, “gidemezler.”

Mevlana demiş, “Onun için dünyaya fazla muhabbet vermeyin, sonra Allah’ın huzuruna çamurlu çıkarsınız, gidemezsiniz.”

Elin olsun dünyada ama, gönlün olsun Hakk’ta… Hep böyle dersler vermiştir Mevlana.

MANEVİ MENKIBELER – 26

Kur’an ne derse, onu söylerim…

Biz kimseden menfaat beklemiyoruz. Dünyayı benim cebime koysalar atarım önlerine, istemem. Benim kalbimde Muhammed Ali var, biz Hakk ne söylerse onu söyleriz.

Bakın, Hanefi mezhebinden İmam Azam, Kur’an’dan va’z veriyor her Cuma. Yezid nesli haber gönderiyor: Biraz bize göre konuşsun, Yezid’i halka sevdirsin. İmam Azam Hazretleri, “Ben” diyor, “Kur’an ne derse, onu söylerim. Hükümdar falan tanımam.” Ve yine devam ediyor va’z vermeye, Resulallah’ın dininden konuşuyor.

Tuttular İmam Azam’ı kürsüden aldılar, nezarete attılar. Bir cahille kapattılar nezarete. O cahili insan sandı İmam Azam, ona da anlatıyor Allah’ın büyüklüğünden. Cahil ağlıyor karşısında. İmam Azam dönüp ona, “Efendi” diyor, “benim sözlerim belki seni duygulandırdı, rahatsız etti, en iyisi konuşmayayım.” 

“Yok yok” diyor, “konuş, ben onun için ağlamıyorum.”

“Ya ne için ağlıyorsun sen?”

“Benim bir erkek keçim var. Sen konuşurken sakalını onun sakalına benzettim, onu hatırladım, ona ağlıyorum.”

Bakın cahile, koskoca İmam Azam’ı keçi görüyor konuşurken.

İşte İmam Azam nezaretin kapısını çalıyor. Gardiyan geliyor, soruyor, “Nedir sıkıntın?”

“Bana hangi cezayı verecekseniz verin, yeter ki beni cahille bir yerde tutmayın.”

Çıkarttılar nezaretten. Seksen sopa ceza verdiler. Kırk sopada verdi ruhunu. Kalan kırk sopayı da bağladılar, bir sefer vurdular, seksene tamamladılar.

Böyle verdi ruhunu İmam Azam…

İmam Azam hayattayken, Hazreti Muhammed Efendimize 50.000 hatim okumuştur. Bağdat’tan Medine’ye geldiği zaman, Medine hudutlarında atından inerdi, ayakkabılarını çıkarırdı, atının dizginlerinden tutup yedekte yürürdü çıplak ayakla.

Adamları, “Ne yapıyorsun ya İmam? Resulallah’ın makamına daha 5-6 kilometre var” diye sordular.

İmam Azam şu cevabı verdi, “Hazreti Resulallah bu topraklarda çıplak ayakla yürümüş, ben nasıl at üstünde yürürüm, ayakkabıyla nasıl basarım…” 

İşte saygı…

MANEVİ MENKIBELER – 25

Vazifeni yap, gerisini düşünme…

Bir Veli’nin manevi evladı öğretmen olmuş ve bir gün okula onu ziyarete gitmiş. Evladı onu görünce kalkmış yerinden, elini öpmüş, oturması için kendi yerini vermiş.

Hal hatır soruşurlarken, evladı dönüp demiş, “Efendi Hazretleri, kırkbeş tane talebem var. Hepsine aynı dersi sunuyorum, günlerimi haftalarımı aylarımı hep onlarla uğraşarak geçiriyorum. Ama kırkbeş talebe arasında sadece iki tane çalışkan var. Öbürleri derslerinde pek tam değiller. Neden bu böyle oluyor? Ben nerde yanlış yapıyorum?”

Efendisi, hemen kalkmış yerinden, talebelere arkasını dönmüş ve kendi evladına dönerek, “Gel benim yanıma” demiş, “dur karşımda.” Ve sağ kolunu kaldırmış. “Şimdi” demiş, “kolumun altından talebelerine bak, bakalım ne göreceksin?”

Bir bakmış ki, talebelerinden kimi marangoz, kimi terzi, kimi tornacı, kimi berber, kimi rençber… Hop! Sallamış başını, gelmiş tekrar kendine öğretmen.

“Ne gördün evladım?” diye sormuş Efendisi.

“O çalışmayan talebelerimin hepsini çeşitli sanatlarda gördüm.”

“Gördün mü oğlum” demiş, “hepsi mimar olursa, doktor olursa, öbür mesleklerde kim hizmet görecek? Sen vazifeni yap, gerisini düşünme.” 

Keramet göstermiş evladına, kurtarmış düşünceden…

MANEVİ MENKIBELER – 24

Evlâdiye değil, erbâbiye…

Hüsameddin Çelebi, canı gönülden Mevlana’ya hizmet ettiği için, Mevlana onu çok severdi. Bu yüzden ona hep ruhumun mertebesi diye hitab ederdi.

Hatta şöyle buyurmuştur, “Benim ailem bir ay ekmeksiz kalsa ve bana bir ekmek hediye edilse, ben o ekmeği Hüsameddin’e veririm, Veled’e vermem.”

Bakın şimdi nasıl bir kişiliğe sahip Cenab-ı Mevlana…

Sultan Veled, ilimde hemen hemen babasına yakındı, çok kıskanıyordu babasını. İyi ama Cenab-ı Mevlana manen oğluna soyunmadı. Hüsameddin Çelebi’ye soyundu.

Bugün bakıyorsun herkese şeyhlik veriyorlar. Şimdi sen dükkanını senden sonra işletsin diye kime verirsin?.. Diyelim ki, senin oğlun o kadar sadık değil, kimlerdir müşteriler nasıl satılacak nasıl edilecek, bilmiyor. Dükkanda bulunmuyor, dışarda geziyor. Sen kalkıp onu getiriyorsun dükkanın başına. Sonra ne oluyor? O dükkanı iflas ettiriyor.

İşte Mevlana der, “Bizim yolumuz erbâbiyedir, evlâdiye değil.” Ve getirdi Hüsameddin Çelebi’yi, 11 sene Sultan Veled Hazretleri hizmet etti Hüsameddin Çelebi’ye. Hüsameddin Çelebi Hakk’ın rahmetine ulaşınca o zaman Sultan Veled geçti.

MANEVİ MENKIBELER – 23

Yokluğa bürün…

Bir gün Mevlana, Sultan Veled’le Meram yolunda gidiyor. Karşıdan bir keşiş geliyor. Keşiş içinden, “Şimdi Mevlana’ya niyaz edeceğim ama, bele kadar eğileceğim ki, Mevlana kalsın benlikte” diye geçiriyor.

Mevlana, keşişin gönlünü okuyor. Trak… karşılaşıyorlar. Mevlana hemen yere kapanıp başını secdeye vuruyor. Keşiş bağırıyor, “Yandııım!”

Sultan Veled hayret içinde babasına bakıyor, ne yapıyor babası… Soruyor babasına, “Baba ne oluyor, bir papaza neden secde ettin? Neden papaz yandım diye bağırdı?”

Mevlana, “Ah Veled” diyor, “o istedi benden altın kemeri alsın, beni benlikte bıraksın, ama kendi kaldı benlikte, o yüzden bağırıyor…”

İşte, her an imtihandayız. Hakk’ın güzellikleri sende varlığını zuhura getirdiği zaman sen daha da yokluğa bürün ki, o güzellikler senden alınmasın…

MANEVİ MENKIBELER – 22

Destur ya Şems…

Bir gün Meram’da papazlar kardinala soruyorlar, “Allah hangimizdendir? Mevlana’dan mıdır? Yoksa bizden midir? Bilelim, hangimiz Allah’a daha yakınız?”

Kardinal diyor, “Allah bizimlendir.” 

Papazlar da diyorlar, “Evet bizimledir. O halde bir imtihan olalım.”

“Tamam” diyor kardinal, “nasıl?”

Papazlar diyorlar, “Siz kardinalsiniz, büyüğümüzsünüz, ona göre düşünün.”

Kardinal, “Toplayalım çalı çırpı” diyor, “Mevlana’ya da diyelim hırkaları çıkaralım, bir ateş yakalım, hırkaları ateşe koyalım, kimlerin hırkaları yanmazsa, anlarız ki onlar Allah’a daha yakındır. Kimlerin de hırkaları yanarsa, onlar demek ki Allah’a yakın değil.”

“Tamam” diyorlar.

Kardinal geliyor Mevlana’ya, selam veriyor, diyor, “Ya Hüdavendigar Mevlana, talebelerim bir imtihan olmamızı istiyor.”

Mevlana soruyor, “Nasıl bir imtihan?”

“Hangimiz Allah’a daha yakınız?”

“Nedir şartınız? Ben hazırım” diyor Mevlana.

“Düşündük taşındık, çalı çırpı toplayalım. Hırkalarımızı çıkarıp koyalım odunların üstüne, odunları ateşe verelim. Kimlerin hırkaları yanmazsa, anlayalım onlar Allah’a yakın. Kimin hırkaları yanarsa, onlar Allah’a yakın değil.”

Mevlana, “Tamam” diyor, “toplayın.”

Odunları topluyorlar. Mevlana ayakta, evlatları ayakta. Kardinal, papazlar ayakta. Mevlana dönüp diyor, “Kardinal efendi, en başta ben koyacağım hırkamı ki, sonra demeyesiniz, bizim hırkalar ateşe yakındı yandı, senin hırkan üstteydi yanmadı. Evlatlarıma da ben kefilim, onlara hırkalarını çıkarttırmayacağım, ben çıkarıyorum hırkamı. Sen de kefil misin talebelerine? Çıkar koy hırkanı benim hırkamın üstüne, ateşi alevlendirelim.”

Kardinal kalıyor, “Yok” diyor, “ben kefil olamam.”

“E siz bilirsiniz, o zaman hepiniz çıkarın.”

Hepsi çıkarmışlar hırkaları, koymuşlar Mevlana’nın hırkasının üstüne, yakmışlar ateşi. Hepsi ayakta duruyorlar, bekliyorlar şimdi ateş dinsin.

Ateş kül haline geliyor, hepsi seyrediyorlar. Mevlana, “Buyrun” diyor, “siz teklif ettiniz imtihanı, ilk siz arayın hırkalarınızı küllerin içinde.”

“Yok” diyorlar, “ilk sen koydun hırkayı, sen ara.”

“Peki…” diyor Mevlana, “Destur ya Şems!” Elini koyuyor küle, tutuyor hırkayı kaldırıyor, silkeliyor. Dönüp soruyor, “Bu hırka hanginizindir?”

Papazlar hepsi, çıt… “Bizim değil.”

“Öyleyse benim” diyor, öpüyor giyiyor hırkasını Mevlana. “Hadi siz şimdi arayın hırkalarınızı.”

Bakıyorlar ki, hepsinin hırkaları kül olmuş, gitmiş…

MANEVİ MENKIBELER – 21

Allah’ın birliğine şehadet…

Bir gün Mevlana hocalarla bir salona giriyor. Bütün hocalar en büyük şamdanları alıyorlar, koyuyorlar önlerine. Mevlana da gidiyor en küçük şamdanı alıyor. Hocaların hepsi, “Allah Allaah” diyorlar, “Mevlana’ya bak gitti en küçük şamdanı aldı.” 

Mevlana yakıyor şamdanını, uyandırıyor. Onların hepsinin gönüllerini okuyor. 

“Efendiler” diyor, “ben en küçük şamdanı aldım, hepinizde bir düşünce oldu, benimle alay ettiniz. Ama, sizin şamdanlarınızın ışığı benim bu küçük şamdanıma bağlıdır. Ben bu şamdanı dindirirsem, sizin şamdanlarınız da söner.”

“Öyle şey olamaz” diyor hocalar.

“Olamaz mı? Şimdi seyredin” diyor ve bir “Hu” çekiyor, bütün şamdanlar sönüyor.

Trak kalıyor hocalar.

Yine Mevlana eğiliyor, bir “Hü” çekiyor, Allah’ın birliğine şehadet ediyor ve bütün şamdanlar tekrar yanıyor.

Bunlar hep yaşanmıştır…

Hep yokluğa, hiçliğe bürünmek lazım, çünkü nerden tutulursun imtihana belli değil… İşte Cenab-ı Mevlana bütün bunların sarrafıydı ve arifti.

MANEVİ MENKIBELER – 20

Gönül yolu…

Bir gün Mevlana, Şems-i Tebriz, Hüsameddin Çelebi ve Sultan Veled, hepsinin selam olsun üzerlerine, bir zenginin evine davet ediliyorlar. E şimdi davete icaptır gidilsin. Yola koyuluyorlar gidiyorlar. 

Bir fakir de, ancak günlük kazancını elde ediyor, fazla bir kazancı yok. Onları kapısının önünden geçerken görür görmez hemen duygulanıyor ve o duyguyla içeri giriyor. Hanımı onun bu halini görünce diyor ki, “Efendi, yüzündeki bu duygusal ifade nedir? Neye duygulandın? Ne geçti gönlünden, aklından?”

“Ah hanım” diyor, “şimdi kapımızın önünden Cenab-ı Mevlana, Şems-i Tebriz, Sultan Veled, Hüsameddin Çelebi geçtiler, filan ağanın evine davete gittiler. Gönlümden geçirdim, benim de biraz dünyalığım olsaydı, onları çağırırdım. Onlar konuşurdu, biz de onların muhabbetlerini dinleyip inciler toplardık.”

Hanımı da çok temiz kalpli olduğu için, “Efendi” diyor, “bu akşam yemek yemeyelim, yarın sabah da kahvaltı yapmayalım, öğlen yemeğini de yemeyelim. Bunları toplayalım. Dönüşte Cenab-ı Mevlana’yla, Şems-i Tebriz’i görür görmez davet et yarın akşama, biz de olanları çıkarırız önlerine.”

“Tamam” diyor adam. Oruca giriyorlar karı koca…

Şimdi gelelim Şems’le Mevlana’ya ve Sultan Veled’le, Hüsameddin Çelebi’ye, selam olsun üzerlerine… Ağanın evinde ağırlanıyorlar. Fakat ağa misafire söz bırakmıyor. Şu kadar hizmetkarlarım var, şu kadar hayvanlarım var, şu kadar tarlalarım var, başlıyor sayıklamaya.

Çorbalar geliyor, buyur ediyor, fakat Mevlana kaşığını götürüyor ama almıyor çorbayı. Çünkü geçmez boğazından öylesinin çorbası. Hepsi aynısını yapıyorlar. Ağanın adamları yiyor. Arkasından baklava geliyor, onu da ağanın adamları yiyorlar. 

Yemeğin sonunda dönüp Mevlana’ya diyorlar, “Ya Mevlana, bir dua yapar mısın?”

Cenab-ı Mevlana diyor ki, “Çorba tasından, baklava tepsisine kadar bütün kapları getirin.”

Getiriyorlar. Kısa bir dua yapıyor, “Allah’ım” diyor, “bu zata ne kadar mal mülk verdiysen, bir misli daha da fazla ver, ama muhabbetini verme.” Çıkarıyor hırkasından elmasını, çorba tasına, yemek sahanlarına, hepsine dokunduruyor. Bütün kaplar altın haline geliyor.

“Bize müsaade” diyor Mevlana, çünkü artık sıkılmışlar, paradan puldan, maldan mülkten muhabbet etmekten, kalkmışlar.

Yolda giderken, bekliyor onları şimdi, insanlığa saygı duyan fakir, çıkıyor önlerine, selam veriyor. Şems-i Tebriz, Mevlana, hepsi selamını alıyorlar. Fakir davet ediyor onları. Mevlana, “Kısmet” diyor, “yarına varsak sende misafiriz.”

Kalkıyorlar yarın akşam aynı saatte fakirin evine misafir oluyorlar. Hanımı da beyi de ayakta karşılıyorlar, hal hatır soruşuyorlar. Sonra ağızlarını mühürlüyorlar, hiiç konuşmuyorlar. Mevlana Şems’e bakıyor, Sultan Veled Hüsameddin’e bakıyor. Sofra kuruluyor. Mevlana ev sahiplerini de buyur ediyor sofraya. Adam, “Biz” diyor, “lokma etmiştik, tokuz, buyrun siz yiyin.”

Allah ne verdiyse lokma ediyorlar, sofrayı kaldırıyorlar. Bir giriyorlar muhabbete Şems-i Tebriz’le Cenab-ı Mevlana, başlıyorlar incileri dökmeye. Ev sahibiyle hanımı hem dinliyorlar hem gözyaşları döküyorlar. Artık sabah ezanları okunuyor, muhabbet o zamana kadar uzuyor.

Şems-i Tebriz dönüp Mevlana’ya, “Ya Hüdavendigar” diyor, “bir dua da burda yap.”

Kaldırıyor ellerini Mevlana, “Allah’ım” diyor, “bu zata ne fazla ver ne eksik, bunu bu karar bırak.” “Amin” diyorlar, sonra müsaade isteyip kalkıyorlar. 

Yolda şimdi soruyorlar Mevlana’ya, “Sen zengine öyle bir dua yaptın, bir de elmas vurdun kaplarına, kapları altına çevirdin. Bu zatın hiçbir şeyi yok, oruç tuttular bize bir sofra kurmak için. Kalkıp dedin duada, Allah’ım bu zatı bu karar bırak, ne fazla ver ne eksik. Neden böyle bir dua yaptın?”

İşte Mevlana şu cevabı veriyor, “Yaratıcıdan isteseydim malk mülk, korkardım gözü gönlü kaçmasın mala. Deseydim, bunu da al bu zattan, korkardım Allah’ı benden daha çok sevecek… Bu yüzden duayı bu şekil yaptım.”

Bizim bulunduğumuz yol teferruat yolu değildir, gönül yoludur. Hazreti Muhammed Efendimiz, selam olsun üzerine, bizden ne can ister ne mal ister. Onun bizden istediği tek bir şey vardır, o da gönüldür…

MANEVİ MENKIBELER – 19

Her kuş kendi cinsiyle uçar…

Mevlana buyurur der ki, “Her kuş kendi cinsiyle uçar.” Kumruyla karga beraber uçmaz. Güvercinle kumru beraber uçmaz. Serçe bıldırcınla beraber uçmaz. Hepsi kendi cinsiyle uçar. Bazı kuşları da görürsün farklı cinstirler ama birarada dururlar. Onlar da sakat kuşlardır. Kiminin kanadı kırık, kiminin gözü kör, sakat oldukları için birarada duruyorlar.

Mevlana, kendi evlatlarını Anka’ya benzetir. Ama yok o kuş şimdi… Anka, hemen hemen onbin metre yükseklere yücelir. Yumurtasını da havada yapar. Yere ikiyüz metre kadar yaklaşınca yavrusu yumurtadan çıkar, sonra o da annesinin peşinde uçmaya başlar.

Bir yerde de yine der Mevlana, “Benim evlatlarım palaz yavrusuna benzerler.” Yani, dalga isterse yüz metre yüksek olsun, yine benim evladım çıkar o dalganın üstüne, dalga alamaz onu altına, diyor.

Bizi her zaman güzel yerlere çıkarıyor Mevlana… Ona göre artık düşünelim…

MANEVİ MENKIBELER – 18

Öğretmen vardır, yakar kandili…

Evlatlarımdan biri çıkarsa, güzel şiirler söylerse, güzel kasideler söylerse, ben ne yaparım onunla?.. İftihar ederim.

Bizler, başta Cenab-ı Mevlana, hepinizi ön safa almak isteriz, katiyyen arkalarda durmanızı istemeyiz.

Bakın, Konya’ya gittiğiniz zaman, Mevlana’nın önünde birçok kabir görürsünüz, Mevlana arkadadır. Neden arkadadır?..

Mevlana diyor ki, “Beni öğrenmek istersen Hüsameddin’e sor.” O diyor öbürüne sor; o da diyor öbürüne sor, hep öne gönderiyorlar. En sonunda da diyorlar, dirisini görmek istiyorsan, git kim bizi temsil ediyorsa onu bul, ona sor.

Bir baba, bir anne, istemez mi evladını güzel bir mevkide görsün? İster… Neden? O, güzel bir mevkide oldu mu iftihar eder onunla.

Misal olarak, ilkokul öğretmenleri vardır, halleri çok güzel. Onların yetiştirdikleri evlatları yarın bakmışsın profesör olmuş, tarihçi olmuş, matematikçi olmuş… Bu öğrenci yarın bir gün öğretmeniyle karşılaştığında ne yapar? Onun elini öper. Öğretmeni de okşar onun başını sorar, “Kimsin sen evladım?” Öğrencisi tanıtır kendini, mevkiini de söyler. İşte ilkokul öğretmeni duygulanır gözyaşı döker, onunla iftihar eder. 

Öğretmenler vardır, yakar kandili, ondan sonra sen parlarsın, çalışırsın, güzel mevkiilere erersin. Hem öğretmenini yad edersin, onu her zaman şükranla anarsın, hem de bir çok kişiye de ışık yayarsın.