MANEVİ MENKIBELER – 17

Sanmayasın senden güzel yok…

Hüsameddin Çelebi, kendisinin güzel olduğunu bildiği için, Cenab-ı Mevlana şimdi onu deli etmek istiyor. 

Cenab-ı Mevlana’da Ali’lik de var, kerametlere de sahip.

Hizmet esnasında biraz uzaklaşıyor Hüsameddin Çelebi, Mevlana kendi aklını, 17-18 yaşlarında bir çocuk suretine koyuyor. Hizmet ediyor Mevlana’ya…

Şimdi Hüsameddin Çelebi geliyor, görüyor çocuğu. Çok yakışıklı çok güzel bir çocuk Mevlana’ya hizmet ediyor. Ona bakıyor, üzülüyor. Kim bu çocuk diyor, nerden geldi? Yanına geliyor, yüzüne bakıyor. O hiiiç… devam ediyor hizmete, güzelliğiyle deli ediyor Hüsameddin’i.

En sonunda dayanamıyor, gidiyor Mevlana’ya, “Efendi Hazretleri” diyor, “kim bu delikanlı? Bu benden çok güzel, sayısız defa güzel. Nerden geldi bu? Bunun ismi ne?”

Hemen Mevlana dönüyor Hüsameddin’e, “Gam yeme” diyor, “ruhumun mertebesi, o benim Cebrail’im. Aklımı insan suretine koydum, ki biraz senin putun kırılsın, sanmayasın ki senden güzel yok.”

Bu oyunu da yapmıştır Mevlana, Hüsameddin Çelebi’ye…

Sonra sırlanıyor Cebrail, yine kalıyor Hüsameddin, hizmetlerine devam ediyor.

MANEVİ MENKIBELER – 16

Aşka bakın…

Şimdi size Mevlana ile Hüsameddin Çelebi’nin arasındaki aşkı dile getireyim…

Hüsameddin Çelebi evlenmiş, aradan seneler geçmiş. Bir gün hanımı hastalanmış. Dönüp Mevlana’ya demiş, “Efendi Hazretleri, izin verir misin, ayinden sonra gideyim biraz eşimin yanına, bir iki gün kalayım? Evde ona bakacak biri yok.”

“Tamam” demiş Mevlana, “sana dört gün izin veriyorum, haydi git, kızımız iyi olsun kalksın ayağa.”

Gelmiş Hüsameddin eve, hizmet ediyor eşine. İkinci akşam özlemiş Mevlana Hüsameddin’i. Kar da yağıyor. Hemen Sultan Veled’e ve dervişlere, “Bana müsaade ben gidiyorum” demiş, “Hüsameddin’i ziyarete.”

Çıkmış tekkeden yatsıdan sonra, gelmiş Hüsameddin Çelebi’nin evinin kapısına, bakıyor Hüsameddin Çelebi’nin odasında lambası dinmiş. Demek ki uyumuşlar, lamba kısık yanıyor, diye düşünmüş Mevlana. Rahatsız etmeyim, demiş. 

Şimdi aşka bakın…

Evinin kapısından biraz uzakta, Mevlana bağlamış ellerini, Hüsameddin’le rabıta kurmuş duruyor. Sabah ezanları okunmaya başlıyor. Hanımı sabah kalkmış, Hüsameddin’i uğurlarken, “Aaa” demiş, “Efendi Hazretleri, çocuklar ne zaman kardan adam yaptılar? Kar yatsıdan sonra yağmaya başladı.”

“Dur” demiş Hüsameddin Çelebi, “gideyim bakayım.”

Ne zaman gitmiş, bakmış ki o kardan adam değil, Mevlana… Hüsameddin Çelebi hayretler içinde kalmış.

“Efendi Hazretleri” demiş, “bu hal ne?”

İşte Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, geceden bu ana kadar hep buradayım, seni bekledim…”

Şimdi ne der tasavvuf ehli… Bir mürşid, müridine böyle aşık olursa, müridin ne yapması lazım mürşidi için?..

MANEVİ MENKIBELER – 14

En kıymetli hediye…

Mevlana ile Şems hep biraraya geliyorlar, halvet yapıyorlar. Hüsameddin Çelebi merak ediyor, ne konuşuyorlar orda bu ikisi… Bir gün Mevlana’ya diyor, “Efendi Hazretleri, ben de görebilir miyim Şems’i?” Mevlana, “Bir sorayım” diyor.

Şimdi Hüsameddin Çelebi de o sırada nişanlanacak, hazırlık yapıyor babası, kıza vermek için güzel bir hediye almışlar.

Cenab-ı Pir giriyor Şems’in huzuruna, diyor, “Benim evlatlarımdan biri seni merak ediyor, görmek istiyor, buyur var mı?”

Şems de dönüp diyor, “Ne hediye getirecek bana? Bir hediye getirirse gelsin, hediyesiz almam onu buraya.”

Mevlana dönüp Hüsameddin’e, “Hüsameddin, evladım, Efendim senden bir hediye istiyor” diyor.

“Tamam” diyor Hüsameddin, “bana biraz müsade verin.”

Çıkıyor dergahtan, koşuyor eve. En kıymetli hediyeyi, nişanlısına vereceği hediye kolyeyi koyuyor kutuya, alıyor yanına tekrar geliyor dergaha.

Mevlana’ya, “Geldim” diyor, “söyleyin Efendim beni alacak mı huzuruna?”

Mevlana gidiyor soruyor. Şems, “Buyursun girsin” diyor.

Hüsameddin giriyor içeri, Şems’in elini öpüyor, öptükten sonra kutuyu koyuyor önüne.

Şems, “Ne getirdin güzel evladım” diyor.

“Ben yakında nişanlanacağım. Nişanlıma vermek için ona en kıymetli hediyeyi almıştım. Ama onu senden daha kıymetli göremedim, sana getirdim” diyor Hüsameddin.

Açıyor Şems-i Tebriz kutuyu, bakıyor ki hakikaten çok kıymetli bir kolye getirmiş Hüsameddin.

“Güzel oğlum” diyor, “Bana şu bahçedeki ağaçtan bir yaprak getirir misin?”

“Eyvallah” diyor, “Efendi Hazretleri getiririm.”

Koşarak gidiyor bahçeye, alıyor ağaçtan bir yaprak, getiriyor. Alıyor Şems-i Tebriz yaprağı ve, “Bu da benden, kızıma düğün hediyesi” diyor, veriyor kolyeyi Hüsameddin’e geri.

Hüsameddin Çelebi’nin o saflığı, temizliği çok hoşuna gidiyor Şems-i Tebrizi’nin ve ona birçok iltifatlarda bulunuyor…

MANEVİ MENKIBELER – 13

Balta kendi sapını kesmez…

Hüsameddin Çelebi, selam olsun üzerine, çok güzel bir çocuktu, sanki öğlen güneşi gibi. Allah sevmiş yaratmış.

Hüsameddin 17 yaşlarındayken gözünde bir arpacık çıkıyor. Onun güzelliğini engelliyor. Babası alıyor Hüsameddin’i malum hocalara götürüyorlar, okusunlar. 

Kalkmış bir hocanın kapısını çalmışlar. Hoca açmış kapıyı, girmişler baba oğul içeriye, selam vermişler. Anlatmışlar durumu. Hoca almış çocuğu karşısına, okumuş üflemiş. Sonra “Yavrum evladım” demiş, “babanı yorma, iki üç gün sen sabahları gel ben seni okuyayım.”

Çıkmışlar hocanın evinden, babası sormuş Hüsameddin’e, “Oğlum” demiş, “gelir misin?” 

“Yok baba” demiş, “gelmem.”

“Neden?”

“Gelmem” demiş, “sevmedim hocayı, iyi bakmadı bana.”

Hadi gitmişler başka bir hocaya, onu da sevmiyor; yine başka bir hocaya, onu da sevmiyor. Biri demiş, “Götürelim Mevlana’ya. O okusun.”

Mevlana’nın da o sıralarda gözkapağında bir arpacık çıkmış. Bekliyor kendiliğinden geçsin. İster misin, sabah seherinde Hüsameddin’le babası geliyorlar Mevlana’nın dergahına. Mevlana da gül bahçesinde dolaşıyormuş. Bunlar geliyorlar içeri, selam veriyorlar. Mevlana selamlarını alıyor. Soruyor, “Müşkülünüz nedir?”

Adam diyor, “Oğlumun gözünde bir arpacık çıktı, geldik bir nefes edesin.”

“İlahi Hakk” diyor Mevlana, “onbeş gündür benim de gözkapağımda arpacık var.” Sonra Hüsameddin’e dönüp, “Oğlum” diyor, “rahat ol, balta kendi sapını kesmez. Şimdi bir nefes edeyim de belki bakarsın ikimizin de gözünden arpacıklar geçer.”

Mevlana bu sözü sarfediyor, bir nefes ediyor ve ikisinin de gözlerinden anında arpacıklar gidiyor. Gittikten sonra Hüsameddin babasına dönüp diyor ki, “Baba sen artık gidebilirsin, ben burada kalacağım Mevlana’yla.” Ve kalıyor. Mevlana’yı çok seviyor, Mevlana da onu çok seviyor. Dergaha hizmete veriyor kendini ve Mevlana’nın yanından hiç ayrılmıyor…

MANEVİ MENKIBELER – 12

Sen benim ışığımsın…

Mevlana Hazretleri, selam olsun üzerine, verici meşrepli, hep bir şeyler vermek istiyor, alıcı meşrepli değil. İyi ama cahil çok var, onların kafalarına tam manasıyla yerleştiremiyor anlatmak istediklerini, ama konuşmaktan da bıkmıyor devamlı bilgiler sunuyor. 

Bir gün bir değirmen başına geliyor. Değirmen çok eski olduğu için duvarı çatlamış. Mehtabın ışığı da o çatlaktan girip değirmenin içini ışıklandırıyor. Mevlana da o çatlaktan bakıp değirmenin içini seyrediyor. Bakıyor, değirmen taşı dönüyor, dönüyor, dönüyor…

Kaldırıyor ellerini, “İlahi Hakk” diyor, “ne suç işledim? Bu dünyayı bana değirmen taşı yaptın, ezip ezip benden ne istiyorsun?”

İçinden Cenab-ı Hakk diyor, “Bu ilham sana nerden geldi Celaleddin? Bana nerden sesleniyorsun?” 

“Sana malum” diyor, “değirmen başındayım, onun duvarı çatlak, ordan seyrediyorum, değirmen taşının altında nasıl buğdayı ezip ezip un haline getiriyorsun, bana da aynı ızdıraplar yapılıyor.”

Tekrar nida geliyor Hakk’tan, “Hangi zamandasın sen, vakit hangi vakittir?”

“Vakit” diyor, “geceyarısı.”

“Gün geçmiş, geceye girmişsin. Sen o değirmen taşının altında o buğdayın ezilmesini neyle, hangi ışıkla seyrediyorsun?”

“Allah’ım” diyor, “Ay’ın mehtabıyla seyrediyorum.”

“Güzel… O değirmen taşı Ay’ın mehtabına bir zarar veriyor mu?”

“Yok…”

“Ah Celaleddin, sen de benim ışığımsın. Çile çekecek bir varlık varsa senin üzerinde, o da nefsindir. Ben seni bu aleme beni söyleyesin diye gönderdim…”

Gönül çilesini her can çözemez, 

Halden anlamayan ne bilsin bizi. 

Gönül aleminde bir olmuşuz ki, 

Oraya girmeyen bulamaz bizi. 

Sırrımız içtedir yere vermeyiz, 

Kazancımız nurdur boşa vermeyiz, 

Cahil bilmez bizi, biz hor görmeyiz, 

Değer bilmeyenler anlamaz bizi. 

Aşıkların yüzü güleç, şirindir, 

Sözlerimiz kamil sözü, derindir, 

Hilesiz dost olan kişi narindir, 

Bilmeyen baksa da göremez bizi. 

Dede der, uyanıp pişerse özü, 

Uyarır, diriltir arifin sözü, 

Görenler şevk alır, nurlanır yüzü, 

Kendi özün görür bulursa bizi…

MANEVİ MENKIBELER – 11

Ben şimdiden hiçim…

Zamanın birinde bir Dede, o kadar çok sevdirmiş kendini kasabalıya, kasabalı boş vakit buldular mı hemen Dede’nin etrafına toplanırlarmış.

Şimdi Dede bu kadar çok seviliyor, o devirde yine bir Paşa da var, o da çok seviliyor. Paşanın ismini kasabalılar bir muhabbet arasında zikrediyorlar, Paşa’ya olan sevgilerini de dile getiriyorlar. İyi ama Dede kıskanıyor. Bir gönülde iki sevda olmaz. “Ya Paşa sevilecek ya ben” diyor.

Kalkmış kasabalıya, “Evlatlarım” demiş, “bu Paşa nerede ikamet ediyor?” 

Demişler, “Kasabada filan kışlada.”

“Ben” demiş, “yarın yokum, gideceğim göreyim o Paşa’yı. Peki siz o Paşa’yı neden seviyorsunuz?”

“Paşa” demişler, “bize sorar, bir ihtiyacınız var mı? Bize bir yol lazımsa söyleriz yaptırır. Çeşme lazımsa yaptırır, köprü lazımsa yaptırır.”

“Haa…” demiş, “o da hizmet ediyor. Neyse yarın onunla görüşeceğim.”

Kalkmış gelmiş kışlaya Dede, selam vermiş askere, asker almış selamını.

“Paşa Bey” demiş, “kışlada mıdır?”

“Yok Dede” demişler, “çıktı teftişe, geziyor.”

“Ne zaman gelir?”

“İkindiye doğru.”

“Ben” demiş, “uzaklardan geldim, burda bekleyebilir miyim?”

“Gel Dede” demiş asker, almış Dede’yi içeriye salona.

Dede oturuyor şimdi tefekkür halinde. Bir vakitten sonra Paşa geliyor. Herkes telaşlanıyor, ayağa kalkıyorlar, Paşa’yı alıyorlar içeri. Bunlar salonda hepsi ayakta, Dede kalkmıyor ayağa, oturuyor. Paşa’nın dikkatini çekiyor. Herkese, “Oturun” diyor, hepsi oturuyorlar. Şimdi dönüyor Dede’ye.

“Efendi” demiş, “siz kimsiniz? Buraya geldim, herkes ayağa kalktı, saygıda bulundu. Siz hiç kıpırdamadınız.”

Dede demiş, “Bendeniz hiçim.”

Hemen Paşa, “Nasıl olur” demiş, “hiç?.. Suretiniz var, sıfatınız var. Kimliğiniz nedir? Söyleyin.”

“Hiçim efendim.”

Paşa asabileşiyor bir daha soruyor.

Yine Dede, “Hiçim efendim…” sonra devam ediyor, “Paşa bey” diyor, “ben size bir soru soracağım.”

“Buyrun” demiş, “sor.”

“Senin Paşalığın ne kadar sürecek?”

“Allah kısmet ederse” demiş Paşa, “üç sene sürer.”

“Üç sene sonra ne işle meşgul olacaksınız?”

“Tekaüte çekileceğim.”

“Güzel” demiş Dede, “peki tekaütlüğün ne kadar sürer?”

“Ömrümün nihayetine kadar. Orasını bilemem, çünkü hayat nefesle.”

“Peki” demiş, “ömrün nihayet bulduktan sonra sen ne olacaksın?”

“Ben” demiş, “Hakk’ın rahmetine gidip, hiç olacağım.”

Dede gülümsemiş, “Ne kadar güzel” demiş, “Daha üç rütbe lazım sana gelesin bana. Ben şimdiden hiçim…”

Bakın burdan da ders vermiştirler. Kimliği var ama yoklukta yaşıyor, varlığı Allah…

MANEVİ MENKIBELER – 10

İşte Şah-ı Merdan…

Bütün Evliyaların Piri Hazreti Ali’dir. O, o kadar gönül alçaklığında yaşamış, zerre kadar kendine benlik vermemiş, fakirden daha fakir hayatını sürdürmüş, cesarette O’ndan cesur yok, hizmetlerde O’ndan daha çok hizmete koşan yok…

Hazreti Muhammed Efendimiz, O’na bir lakab vermişti; Ali Turab, toprağın babası; Ali Murteza, İslam’ın babası; Şah-ı Merdan, bütün mertlerin merdi, yok O’ndan mert bu alemde.

Size şu hikayeyi anlatayım, nasıl bir merttir Hazreti Ali… 

Bir Hükümdarın kızı çok güzelmiş. Hükümdarın şövalyesi, hükümdarın kızına aşık. Hükümdarın da Hazreti Ali’ye karşı buğzu çok.

Şimdi Hükümdar, Hazreti Ali’den çok korktuğu için, istemiyor Ali’yi, oralara gelmesin, bozguna uğratmasın, saltanatı elinden gitmesin. Tellalle ilan etmiş: Ali’yi yeryüzünden kim kaldırırsa, ülkemdeki şövalyeler arasından, ona hem kızımı vereceğim, onu kendime damat edineceğim, yaşamını sarayda sağlayacağım.

Aaa… duymuş bunu şimdi şövalye. Aklı hep kızda, sevgisi onda, böyle bir va’dı işitince, hemen çıkmış Hükümdarın huzuruna, demiş, “Sen sözünde durursan ben de bu başı senin uğruna vereceğim, Ali’nin başını getirmeye çalışacağım… Nerelerde bulunur bu zat? Nasıldır, nicedir?” Tanımıyor Hazreti Ali’yi. 

“Onu” demiş Hükümdar, “ya Mekke’de bulursun ya Medine’de bulursun. Orta boyludur, geniş omuzludur, korkusuz biridir.”

Atlamış atına şövalye, koyulmuş yola, çıkmış Ali’yi aramaya. Gelmiş Mekke Medine yoluna, karşısına bir yolcu çıkmış. Yolcu da Ali. Tabi tanımıyor ki Ali’yi, selam vermiş, O da selamını almış. 

“Kardeş” demiş şövalye Hazreti Ali’ye, “bir şey sorabilir miyim?” 

“Buyur” demiş, “sor.” 

“Ben buranın yabancısıyım.” 

“Belli” demiş Hazreti Ali, “ne istiyorsun, kimi arıyorsun, nereye gitmek istiyorsun?” 

“Ali isminde bir zat varmış, onunla görüşmek istiyorum, onu arıyorum.” 

Hazreti Ali demiş, “Görsen tanır mısın onu?” 

“Yok” demiş, “tanımam.” 

“Peki ne için arıyorsun onu, onunla ne alışverişin var?”

“Ben” demiş, “Hükümdarın kızına aşıkım. Hükümdar dedi ki, Ali’yi ortadan kaldıran çıkarsa ona kızımı vereceğim ve sarayda ikamet ettireceğim. Ben de düşündüm taşındım, param pulum yok. Bileğime güvenen bir insanım. Böyle bir va’d ortaya çıkınca, gideyim arayayım Ali’yi, onunla dövüşeyim, kazanırsam başını alıp getireyim Hükümdara ve muradıma ereyim.”

“Senin Ali’ye karşı var mı bir kinin?”

“Yok. Hiçbir kinim yok” demiş, “kız uğruna dövüşmek istiyorum.”

Durmuş Hazreti Ali, bakmış şövalye saf, harbi konuşuyor. E Ali de saf, tutmuş belinden çözmüş Zülfikar’ı atmış yere. Kalkanı da atmış.

Şimdi şövalye bakıyor, “Ne yapıyorsun?” demiş.

“Aradığın o Ali benim” demiş Hazreti Ali, “Çek kılıcını vur boynuma, al başımı götür Hükümdara, er muradına.”

“Ben bunu yapamam.”

“Aşkın gözü kördür, muradsız kalırsın kardeş, uçururum ben senin başını” demiş Hazreti Ali, “hadi emrime itaat et, çek kılıcı.”

Şövalye bunu görünce, “Vazgeçtim ben kızdan” demiş, “seni o kızdan daha çok sevdim. Ben böyle bir mert görmedim. Ben muradıma ereyim diye başını veriyor.”

“Peki” demiş Hazreti Ali, “ben sana o kızı alacağım.”

Hemem trak kuşanıyor Zülfikar’ı, atlıyorlar atlara, doludizgin geliyorlar Hükümdarın bulunduğu şehire. Ali bir nara atıyor, önüne geleni ortadan kaldırıyor. Şövalye de Ali’den güç alıyor, orayı bozguna uğratıyorlar. 

Ali, kızı veriyor şövalyeye, gidiyor. 

İşte Şah-ı Merdan… Ne kadar şahlar varsa, ne kadar mertler varsa, hepsinin üstünde bir merttir Hazreti Ali.

MANEVİ MENKIBELER – 8

Büyük lokma ye, büyük söz söyleme…

Büyük Nazif Dede çok kibar bir zat. Fasih Dede de çok harabat olduğu için, onu hep yanından uzaklaştırırmış, “Hadi git” dermiş, “yaklaşma yanıma.”

Allah’ın işine bak, gün geliyor Fasih Dede vefat ediyor.

Cenab-ı Mevlâna, mânâda Mevlevîhane’ye geliyor. “Benim aşığım” diyor, “Fasih Dede yürüdü bana, gölgesi kaldı bu alemde. Selâmımı iletin Nazif Efendi’ye, onu çeyizlesin.”

İstemiyor ya onu Nazif Dede, şimdi Allah’ın işine bak, ona gönderiyor Fasih Dede’yi yıkasın temizlesin. 

Nazif Dede geliyor Galata Mevlevîhanesi’ne düşünceli düşünceli, hemen canlardan biri çıkıyor huzuruna, “Efendi Hazretleri” diyor, “sizlere ömür, Fasih Dede Hakk’ın rahmetine ulaştı.”

Nazif Dede, “Biliyorum biliyorum” diyor, “ve bana yükledi onu temizleyeyim.”

Nazif Dede Hazretleri çeyizlemiştir Fasih Dede’yi.

İnsanlar hiçbir zaman büyük laf söylemesin, ne derler… büyük lokma ye büyük söz söyleme. Eğer Nazif Dede o hizmeti yapmasaydı çıkamazdı Mevlana’nın huzuruna. Bunlar hep yaşanmıştır.

MANEVİ MENKIBELER – 7

Geceki manaya mı bu selam?..

Yine III. Selim’in devrinde, Fasih Dede adında, çok harabat bir zat vardı. Harabatlığından vazgeçmiyordu, devam ettiriyordu harabatlığını. Üstü başı eski ama gönül gözü açık.

Bazen de o haliyle camiinin bahçesinden, avlusundan geçiyor, İmam’a selam veriyor, İmam onu o halde görünce bazen almıyor selamını. Almayınca selamını kırılıyor gönlü Fasih Dede’nin.

O akşam İmam manasında kendini kurbağa sıfatında görüyor, Cenab-ı Allah onu kurbağa yapmış. Havadan bir şahin kuşu geliyor, bunu yakalıyor yerden çıkarıyor yükseklere. Bu şimdi çırpınıyor şahinin pençelerinde. Şahin kuşu yükseliyor yükseliyor, çıkıyor yükseklere, sonra açıyor pençelerini bırakıyor kurbağayı. Kurbağa döne döne iniyor, tam yere düşecekken, Fasih Dede Hazretleri, selam olsun üzerine, tennuresini açıyor, tak düşüyor tennuresine kurbağa, alıyor kurbağayı bırakıyor yere, mana bitiyor. 

Şimdi yine geçiyor Fasih Dede akşama doğru camiinin bahçesinden, İmam’ı görünce, “Selamün aleyküm İmam Efendi” diyor.

İmam hemen dönüyor, neredeyse yere kadar eğilerek, “Ve aleyküm selaaam Fasih Dede” diyor.

Fasih Dede dönüp diyor, “Geceki manaya mı bu selam?.. Sakın bir daha Allah’ın selamına karşı gelme, bak bu sefer seni kurtardım, tennureme aldım, başka sefer kurtarmam.”

Ne der tasavvuf ehli… “İncitme müminin kalbini, çünkü müminin kalbinde Beytullah var, Allah var.” Müminin kalbini kıran iflah olmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 6

Getirir, burada secde ettirir…

Büyük Nazif Dede Hazretleri, eğitimliydi, yedi lisan bilirdi. Ama Padişah sözü dinlememiştir. 

O devirde hükümdar, III. Selim, kalkıp vezirine diyor ki: “Mevlevi dergahlarının hepsine haftada birer gün izin verelim, öyle gelişi güzel sema meydanı açmasınlar.” 

Bütün Dedeler Padişahtan çekiniyor, fetvaya uyuyor, Büyük Nazif Dede uymuyor. Perşembe de yapıyor, Cumartesi de yapıyor. Bazen haftada yedi tekkede birden hizmet veriyor. Böyle deli dolu, aynı zamanda çok da heybetli bir Efendi Hazretleri. Hüseyin Fahreddin Dede’nin babası. 

Padişah işitince Büyük Nazif Dede’nin fetvaya uymadığını hemen vezirini çağırıyor, “Yahu bu söz dinlemiyor” diyor, “hizmetlere devam ediyor, bir fetva çıkaralım, ceza verelim!”

Vezir hemen, “Aman sakın şevketlim” diyor, “ister misiniz bir Evliya sıfatında olur da, sizin de benim de yedi sülalemiz helak olur. En iyisi, gidelim bir akşam bakalım. Eğer bizim bulunduğumuz gece bir gayrimüslim gelir de Hazreti Muhammed’i tasdiklerse, anlarız ki Evliya sıfatındadır, o zaman ona dokunmayız.” 

Padişah, veziriyle birlikte geliyorlar, oturuyorlar yukarda dergahın mahfilinde. Aşağıda da Büyük Nazif Dede Hazretleri açmış sema meydanını, coşmuş mutrib, semazenler… 

Derken, izleyenler arasından bir Fransız 3. selamda cezbeye kapılıyor, kendinden geçiyor, “Allaaah” diye bağırarak atıyor kendini sema meydanına ve sonra da geliyor Büyük Nazif Dede’nin ayaklarına kapanıyor, secde ediyor. 

O secde edince, Büyük Nazif Dede hiçbir şey demeden dönüyor Padişaha ve dikiyor gözlerini, “Ey Hünkâr” diye sesleniyor, “sen ülkenin Hünkârıysan, Cenab-ı Mevlâna cihanın Kutbu’dur. Bak Fransa’dan getirir, burada secde ettirir.” 

Öylece kalıyor III. Selim, bir daha da Büyük Nazif Dede’nin arkasından laf söylemiyorlar. İşte böyle bir zat-ı şerif…