MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 36/2

İNSANIN VAZÎFESİ YAŞAMAK VE YAŞATMAKTIR…🌹

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti Mevlâna bir beyitinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı mâsivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hüdâ sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilâhî saka geldi…”

Mevlâna’nın sakası, yani gönül sâkîsi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o ilâhî sakadan, Mevlâna’dan. Bizlerden işleyen hep O’dur.

Yine başka bir menkîbesinde şöyle seslenir:

“Canlarda perde kalksaydı, canların her sözü mesihâne olurdu. Rûh, su gibi temiz ve saftı, cisme gelince toprağa bulandı. Riyâzâtla tekrar berraklaşınca, toprağın verdiği bulanıklık ondan ayrıldı. İşte o zaman cemâlinden nikâbı attı, ay ve güneş gibi parıldamaya başladı. Rûh, ten hapsinden kurtulunca kemâl bulur, Hakk’ın verdiği kudretle kol ve kanat açar. Taşa ve toprağa baksa, taş inci olur, toprak da altın olur.”

Hazreti Mevlâna bu beyitlerinde şunu söylemek istiyor: Rûh, bedene intikâl etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, rûh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur. 

Rûhun özüne ulaşması için Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, her zaman oruçlu gezerdi, bedeninin isteklerine düşkün değildi. Ona yüz tutan Evliyâullah da riyâzâtlı yaşarlardı. Riyâzâtlı yaşadıkları için de rûhlarının özüne inerlerdi. Özlerine indikleri zaman, artık kendilerine ait hiçbir şey kalmaz, tamamen Hakk ile Hakk olurlardı. 

Bizler malesef kendi özümüzü bilmiyoruz, onun inceliklerini öğrenmiyoruz, araştırmıyoruz. Gün geliyor ömür bitiyor, arkamızdan bir-iki rahmet okunuyor ve aylar yıllar geçiyor, unutulup gidiyoruz.

İnsan gelmemiştir bu âleme ölmek için; insan bu âleme, dünya durdukça yaşamak ve yaşatmak için gelmiştir. Dünya durdukça yaşamak ne demektir? Sevenlerinin gönlünde anılmaktır. 

Bugün Musa Aleyhisselâm kendi cemaatiyle anılmaktadır. İsa Aleyhisselâm kendi cemaatiyle anılmaktadır. Hazreti Muhammed Efendimiz, kendi cemaatiyle anılmaktadır, hattâ bütün dünya üzerinde her saniye ezanlarla anılmaktadır. Bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönül vermişler ve O’nunla anılmaktadırlar. Cenâb-ı Mevlâna da, Musevîsi olsun, İsevîsi olsun, her dinden, mezhepten sevenleriyle anılmaktadır. 

Bizlerin tek yapmamız gereken, ölümsüzleri kendimize dost edinmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin hayatını okuyup, O’nun huylarıyla huylanmak, O’nunla yaşamak ve O’nu yaşatmaktır. Vâde geldi mi, bizim şefaatçimiz O’dur; O’ndan başka hiçbir yerden şefaat bulamayız. 

Allah, her şeyi insanla bilir; Allah her şeyi insanla söyler, bütün güzelliklerini insanla bildirir. Kim orayı dinler, oradan hisse alırsa, kendini kurtarmış olur. Kim bunlara kulağını tıkarsa, sonrasında başına gelenlerden Allah’ı mesûl tutamaz. 

Allah, baştan aşağı şefkattir, baştan aşağı rahmettir. Allah kimseye ceza vermez, belâ vermez. Allah’ın en güzel yüzü Hazreti Muhammed Efendimizden tecellîsini göstermiştir. Hazreti Muhammed Efendimiz baştan aşağı rahmettir, baştan aşağı güzelliktir. Kendisine ne kadar hakaretler yapılmış ise O yine onlar için Allah’tan hidâyet dilemiştir ve rıza kılmıştır. 

Fakat insanlar bu güzelliklerin peşinde koşmak yerine nefsî arzularının peşine düşüyorlar. Ondan sonra başlarına kötülükler geldi mi, hem kendileri üzülüyor, hem ailesi üzülüyor. Allah da üzülüyor. O sana peygamberler gönderiyor, velîler gönderiyor, öğretmenler gönderiyor; ama sen onları dinlemiyorsun, o zaman Allah daha ne yapsın?

Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu âlemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (160)

Bazı tarikatlarda riyazat var ve nefsi açlıkla terbiye ediyorlar. Ancak deniliyor ki, en büyük riyazat edeb riyazatıdır; riyazat nefsin kötü huylarını güzelleştirmekten ibarettir, arzu ve isteklere karşı koymaktır. Yani düşüncelerdeki olumsuzlukları gidermek ve her şeye güzel bakmak, her yerde Yaradan’ın güzelliklerini görmek. Sorum şu: Huylarını güzelleştiren bir insanın manevi görüşü açılır mı?

Bizim vazifemiz, yolcularımızı Hazreti Muhammed Efendimizin ahlakıyla ahlaklandırmak, O’nun huylarıyla huylandırmaktır. Yolcu bu hallere girdiği zaman ondaki nefs artık nefis olmuş demektir. Ama eğer bu hallere bürünemezse yolcu, yani O ayrı yolcu ayrı, o zaman da nefs arınamaz, bu güzellikler onda zuhur etmez.

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (Kötülükten sakınma halini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 9)

Bakın Şems-i Tebrizi Hazretleri, “Nefsin kalesini ancak tevhid yıkar” diye buyurur. Ama nasıl bir tevhid? Şems gibi tevhid… Yani büyük bir aşkla bağlandığın yeri zikredeceksin.

Size bir hikaye anlatalım: Bir gün Konya halkı Şems Hazretlerini Konya’nın Kutbuna şikayet etmişlerdi. Bunun üzerine, Sultan’ül-Ulema Hazretlerinin yakın bir arkadaşı olan Kutub, Hazreti Mevlana’yı huzuruna çağırdı. Fakat Mevlana, Şems olmadan gitmek istemedi ve Şems Hazretleri, sonunda, Mevlana’nın ısrarlarına dayanamadı, istemeyerek de olsa gitmeyi kabul etti. Beraberce Kutub’un huzuruna geldiklerinde önce Mevlana, ardından da Şems odaya girdi. Kutub, Şems’i görünce öfkelendi; Şems de onun bu öfkeli haline karşılık Kutub’a öyle bir nazar etti ki, Kutub’un dili tutuldu. Mevlana, bu hali görünce anladı ki Şems ona nazar ediyor, dönüp Şems’e, “Efendi Hazretleri etme, nazarını çek…” diye buyurdu. Mevlana’nın bu niyazı üzerine Şems, Kutub’dan nazarını çekti ve Kutub, onları haddinden fazla ağırladı ve hiç şikayette bulunmadı. Ve bir zaman sonra oradan ayrıldılar. Şems, o zamanlar Kimya ile evli olduğundan dolayı artık Mevlana’nın evinde kalmıyordu ve gündüzleri bir inşaat ustası olarak çalışıyordu. Bir gün Şems işten eve dönerken yolda Kutub’la karşılaştılar. Kutub, Şems’i görür görmez caddenin ortasında, “La ilahe ilallah Şems Resulallah…” demeye başladı; o bunu der demez, etrafındaki halk Kutub’a saldırmaya başladılar. Şems, bunu görünce öyle bir nara attı ki, saldıranların elleri havada kaldı. Şems aldı Kutub’u onların elinden ve bir çeşmenin başına getirdi. “Efendi” dedi, “Deme öyle, La ilahe ilallah Şems Resulallah; de, La ilahe ilallah Muhammed Resulallah. Ceddim Hazreti Resulallah işlenmiş altındır, O’nu bütün dünya biliyor. Ben de Hazreti Muhammed’le aynı ayardayım ama işlenmemişim, beni ancak senin gibi birkaç kişi bilir; Mevlana bilir, başkaları bilmez.” Yani Veliler o dereceye gelirler ama Resulallah’a hürmet ederler ve O’nun önüne çıkmazlar.

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlatmak için müteşabih ayetlerinin peşine düşerler. Oysa onların gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Biz ona iman etmişiz, tümü Rabb’imiz tarafından gönderilmiştir’ derler. Bu inceliği ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i İmran, 7)