MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (55)

Peygamber Efendimizi, Hazreti Mevlana’yı bize anlatıp, sevdiriyorsunuz. Müridin, Peygamberini, Pirini mürşidinde görmesi gerekiyor, fakat Konya ismini duyunca içimiz ürperiyor. Bu aşkımızın, imanımızın eksikliğini mi gösterir?

Hayır. Size çok açık söylüyorum, orası bütün aşıkların makamıdır. Ne mutlu aşkı büyük olan kişiye. Orası makamdır, fakat Mevlana orada yok. Ne diyor Mevlana, “Ben, ariflerin gönlündeyim?” yani onu bilen, tanıyan, seven aşığının gönlünde…
Birçok büyüklerin makamı var. Diyelim başka bir dergaha ziyarete gittiğinizde, dergahın banisi ortadadır, sağında solunda da ona yakın olanlar durur. Konya’da ise, Cenab-ı Mevlana’dan önce babası var. Hazreti Mevlana’dan sonra gelen temsilcileri Hazreti Mevlana’nın önünde, onların temsilcileri onların önünde, çıkış kapısına kadar hep Dedeler var. Yani, beni benden sonra gelenden sor, diye kapıya kadar gider, sonunda bizi hayatta olandan sor, anlamındadır.
Hazreti Mevlana öne çıkmamış, sevenlerini hep önüne almış. O kadar güzel bir erkan ki olmaz derecede. Allah kısmet ederse hepimizin yüz süreceği yer. Çünkü biz oranın varisleri, oranın temsilcileriyiz. Oradaki makam da bizlerin, başka birinin değil. Gidersek kendi makamlarımızı şenlendireceğiz, kubur orada, sahibi burada, işte böyle gidiyor. Her şeyi açık anlatıyor, insanları hayallere, gerilere götürmüyoruz. Allah’ın bütün güzellikleri, onun o nurlu siması, sayısız hakikatleri hep seveniyle, insanla dile geldi. Hiçbir üstad, Hazreti Mevlana kadar açık söylemedi; “Bu kadar Allah dediniz, daha mı Allah’laşmadınız? Bu kadar Kur’an-ı Kerim okudunuz, daha mı Kur’an’laşmadınız?” Hazreti Mevlana bu sözle ne demek istiyor? Aşkla bir şeyi zikrettin mi, bil ki sen yoksun, o var. Çünkü aşka girmiş o yere aşık olmuş, aklını kaybetmişsin, başında akıl da, düşünce de, fikir de, o olmuş. Sen o olmuşsun. Aşk yoksa, Allah, Allah, Allah diye zikrederken akıl başka yerde gezerse, o olamıyorsun. Kur’an-ı Kerim’i de aşksız, sevgisiz okursan, sadece dilde, mana yok, anlamıyorsun. Ne oldu? Ne Kur’an’laşır, ne de Hakk’la Hakk olursun, zikreden de boş, okuyan da boş. Onun için hiçbir yere varamıyorsun. Sevgi olursa, aşk olursa, kişilik gider, oranın güzellikleri kendini gösterir. Her şey sevgi istiyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (54)

İnsanı olgunlaştıran sohbettir…

Hazreti Mevlana, bir sohbet esnasında Efendisi Şems-i Tebrizi’yi methediyormuş. Canlar arasında bir tanesi kendinden geçip ağlamaya başlamış. Ağlayana, “Erenler! Neden ağlıyorsun? Seni bu duygulara sürükleyen nedir?” diye sormuş.
“Ya Hüdavendigar! Keşke o devirlerde burada olsaydım, Şems’i görüp, onun o nur cemalinden faydalansaydım gerilere gittim o anı düşünüp ağlıyorum.”

Mevlana hemen cezbeye gelerek, “Yazıklar olsun sana! Yüzümdeki sakalın her kılı bir Şems’tir. Sen benim dışımda mı arıyorsun Şems’i?” demiş.

Bunlar hep irşattır. İnsan bütün bu alemin sahibidir. Bütün bu alem, Rab, semavattaki suretler, doğadaki okyanus, dağlar, kuşlar, ağaçlar, çiçekler, hayvanat, hepsi insanla dile geldi ve hepsi kendilerini insanla tanıttılar, hepsinin temsilcisi insandır. Düşünün, insan ne kadar büyük bir varlık.
Yüce Mevlana, “İnsan demek kainat demek, kainat demek insan demek” der. Yine, “Ey insan ne görüyorsan bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste, kendinden iste, çünkü sen her şeysin!” diye buyurur. Yeter ki ara, bul, ol…

İnsanın hakikati hakkında ne güzel bir kasidesi vardır Mevlana’mızın…

“Dünyadaki yaşayışımız, bazan tatlıdır, hoştur, bazan da kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fani dünyaya değil, ebedi hayat lütfedene aşık ol!..
Bütün ömrümüzün gecesi siyah, gündüzü aydınlık olarak geçer! Sen, ilahî nurla daima aydınlık olan bir ömrü ara!..
Ey, arasıra mezarı ve lahdi aklından geçiriyorsun, son nefesini verince gideceğin yeri düşünüyorsun! Halbuki sen, şu anda, daha ölüm gelmeden kendi bedeninin kabrinde yatmaktasın! Gafil olduğun için, bu nükteyi anlayamıyorsun!..
Sana rızık vereni düşünmek, ona şükretmek, onu hatırlamak, minnet hisleri duymak sana helal rızık yerine geçecektir! Sen, onu bırakıp da sayılı rızık peşinde didinip duruyorsun, dükkan sevdasına kapılıyorsun!..
Can alemi, safa denizidir; bedenin, maddi varlığın da onun köpüğü gibidir! Safa denizine bak; köpüklerden elini çek!..
Köpük, denizin üstünde hiç durmadan oynar! Çünkü, arka arkaya gelen dalgalar onu rahat bırakmaz!
Köpük kıyıya vurunca su kesilir! Çünkü, birlik denizinin gönlünde iki renklilik yoktur!
Bütün canlar birdir, bir yerden gelmiştir! Görünen her şey, kainatın sahibi, kainatı yaratan büyük bir varlığın bulunuşunun belirtileridir! Eğer aklın varsa, şaşı gözünü düzelt de, kainata öyle bak!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (53)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Galata Mevlevihanesinin bir postnişini misafirine Mevlevihaneyi gezdirirken, “Bizim iki mutfağımız var. Birinde yemek pişiyor ve,” semahaneyi göstererek, “burada da insanlar pişiyor” demiş. İnsanları sohbet mi pişirir yoksa sema mı?

Sema insanı pişirmez. Güneş sebzeleri, meyveleri olgunlaştırır. Ateş sebzeleri pişirir, tat verir. İnsanı da insan olgunlaştırır. İnsan insandan aşı alır ve insanlık yoluna girer. Bir insan kendi kendine olgunlaşamaz. Bahçede kendi kendine meydana gelmiş bir ağacın meyvesi ya ekşi, ya acı olur. Kesmeye kıyamaz, aşıdan anlayan usta getirirsin. Bahçıvan onu aşılar, bir güzel budar, seneye baharda açar ve çok güzel meyve verir. İnsan da kişiliğini bulmadıktan sonra ne kadar zahiri bilgisi, ne kadar parası olursa olsun, bahçede kendi kendine yetişmiş meyve ağacı gibidir. Hiçbir tarafa faydası yoktur. Öyle kendi kendine yaşar gider. Bir Hakk ehline gönül verir, kişiliğini bulursa o zaman hem hayatı düzelir, hem topluma yararlı olur.
Tohum toprağa ekildiği zaman, mevsimi gelince çiçekler, ekinler, meyveler şeklinde suretini verir. İnsan olanın vazifesi, bu alemde kişiliğini bulup sevenlerine insanlık tohumu atmaktır. İnsanlık tohumunu attığı zaman kendisini onlarda ekmiş olur. Bu alemden göçtükten sonra, sevgiyle rahmetle anılır. Bir insan dünyaları kazansa böyle bir sıfata bürünemedikten sonra bütün kazançları boştur. Mal, mülk insanı kurtarmaz. Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana insanlık tohumu attılar. Kim gönül verip imanla baktı ise, oranın varisi oldu. Acizane dilim döndüğü, gönlüm oraya bağlı olduğu kadar, sizlere oradan söz etmeye memurum, başka yerden değil. Çünkü aşkımı oryaya vermiş, gönlümü oryaya bağlamışım. Ne zuhura gelirse oradandır, bizden değil. Onun için Yüce Mevlana’mız buyurmuştur ki: “Ey aşık! Aşk ile geldiysen makamı maşuk yerine, ziyaret eden de sensin, ziyaret edilen de sensin.” Bunu dünyamızda hiçbir Veli bu kadar açık söylemedi.
Yine Hazreti Mevlana, “Beni kabirde aramayın, ben ariflerin gönlündeyim” diyor. Yani gidenlerin bütün uğraşları, kendilerini insanlara kazandırmak içindi. Bütün gidenleri, kim yapıyorsa onların varisliğini, ondan sorun. Medine’ye Hazreti Resulallah’ın makamına gitsen ne kadar seslensen konuşmaz, sana cevap vermez. Necef’e Hazreti Ali’nin makamına gitsen, ne kadar konuşsan oradan da sana cevap gelmez. Konya’ya Cenab-ı Pir’in makamına gidersin konuşursun, dökersin içini yine cevap gelmez ama varisine sordun mu cevap alırsın. Ne kadar açık vermişler.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (52)

Mesnevi-i Şerif’in 3. cildinde şehirli ile köylünün hikayesi var, fakat bu hikayenin sonunda Hazreti Mevlana’nın bize anlatmak istediği nedir?

Şehirli ile köylü, bilgin ile cahili temsil ediyor. Şehirli görgülü biri, bir sürü insanla görüşmüş, kendini olgunlaştırmış. Köylü ise, ovadan, dağdan başka bir şey görmemiş. Köylü şehre gelir, şehirli köylüye her türlü ikramı yapar. Köylü de hak altında kalmamak için köye gel, diye ısrar eder. Şehirli en sonunda köye gider. Köylünün işi bozuk olduğu için şehirliyi tanımazlıktan gelir, bir sürü ıstırap verir. Hazreti Mevlana, insanlıktan nasip almayan kişinin, böyle ıstıraplar verebileceğini anlatıyor. Köyde evliya olmak kolay, şehirde olmak çok zordur. Bilenle bilmeyeni bir tutmayın.
Sizlere sorsalar arif mi büyük, alim mi? Alimdir büyük, arif değil. Arif kime derler? Alimden hiç yüzünü çekmemiş, hep onu dinleyerek bir sürü güzel bilgiler öğrenmiş. “Leb” der demez arif anlar ki leblebi diyor. Alim dudağını oynattığı zaman arif anlar. Onun için atalarımız, arife sivrisinek saz, arif olmayana davul zurna az, demişler. Arif dergahlarda yetiştirilirdi.
Mevlana’mız buyuruyor: “Cahil ile sohbet etme, akıbet başın derde girer. İstersen selamet çekil kenara.” Sen beyaz dersin o siyah der, inat eder. Cahillerden uzak duracaksın.

Hazreti Mevlana, arifi beyan eden bir kasidesinde şöyle buyuruyor:
“Ben ölü idim, dirildim; ağlardım, güldüm. Aşkın devleti geldi, ben ebedi devlet oldum.
Benim tok gözüm vardır, cesaretli canım vardır, arslan yüreği gibi bir yüreğim var. Ben parlak Zühre yıldızı oldum.
Dedi ki: ‘Sen divane değilsin. Bu eve layık değilsin.’ Ben de gittim divane olup zinciriyle bağlandım.
Dedi ki: ‘Sen sermest değilsin, git!’ Ben de gittim sermest olup neşe ile doldum.
Dedi ki: ‘Sen öldürülmemişsin, neşe ve müzik ilgin yok!’ Can bağışlayan yüzüne karşı şehid oldum.
Dedi ki: ‘Sen zeki bir kişisin, hayal ve şüphenin sarhoşusun.’ Ben hemen abdallaştım, hayal ve şüpheden sıyrıldım.
Dedi ki: ‘Sen mum oldun, meclisin kıblesi oldun.’ Ben mum değilim! dedim, yandım, yakıldım, duman oldum.
Dedi ki: ‘Sen şeyhsin, önde gidenlerdensin, yol gösterensin.’ Hayır! Ben şeyh değilim! dedim. Önde gidenlerden de değilim. Kimseye de yol gösterdiğim yok. Ben senin emrine kul olmuş bir zavallıyım.
Sen güneşin kaynağısın, ben söğüt ağacının gölgesinin düştüğü yerim. Sen benim başucuma gelince, alçalır, erir, yok olur giderim.
Gönlüm canın parıltısını buldu. Dünyanın nuruna nail oldu. Gönlüm yeni bir atlas buldu da bu hırkaya düşman kesildi.
Hakk arifi “Ben her şeyden hikmet dersi aldım. Yedi kat göğün üstünde parıldayan yıldız oldum” diye şükreder.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (51)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Bayati ayininin üçüncü selamında, “Küfre gark oldu da nur-u Muhammed erişti, beka davulu çaldı, daimi mülk erişti” diyor. Bunun anlamı nedir?

Onu yazan Dede kendini tevazuda tutarak, bilerek bilmeyerek birçok hatalar yaptım ama senin rahmetin hatalarımdan çok büyük beni temizliyor, diyerek ona sığınıyor. Bunlar tevazu sözleridir. Onlar günahlardan, hatalardan kaçındılar. Fakat sevgilisine karşı ben temizim, hiçbir suç işlemedim, derse benlikle çıkmış olur. Günahım çok, senin rahmetin daha çok diyerek Rabbine boyun büküyor. Rabbi de büyüklüğünü gösteriyor, ona daha fazla yüz tutuyor.
Bayezid-i Bistami Veli Hazretlerine gelen iki kişi, muhabbet esnasında, “Biz otuz senedir arkadaşız, birbirimizi hiç incitmedik” dedikleri zaman, Bayezid Bistami Veli, “Kavga etseydiniz, birbirinize daha güzel dost olurdunuz, siz münafıksınız” demiş.
Neden böyle diyor? Menfaat var. Eğriyi de doğru görüp söylemeyerek birbirlerine ihanet etmişler. Bu yüzden aralarında kavga olmadığı için, Bayezid-i Bistami Hazretleri hoş görmemiş.
O çok günahım var, dedi, biz de şimdi günah işleyelim Allah affetsin, diye düşünmek de büyük hatadır. Çünkü insan bilmeyerek de günah işler, benliğe kapılır, ummadık yerde onun bunun arkasından konuşur, elinde olmadan günaha girer. Kendi hesabını ölçmüş, ayini yazmış diyelim. Onun rahmetinde her şey temizliğe kavuşur.

Hazreti Mevlana’mızın kasidesinde buyurduğu gibi…
“Ey gökleri aydınlatan ilahi çerağ, ey yeryüzünü nurlandıran Allah’ın rahmeti benim dertli halimi gör, feryadımı, iniltilerimi dinle, işit!..
Yüzlerce beladan kaçtım, senin merhametine, inayetine sığındım! Merhamet elini başıma koy, beni okşa; yahut iyilik ve ihsan eteğini aç, iyilikler saç!..
Ya benim muradımı ver, isteklerimi kabul buyur, yahut bu murad ve istek duygusundan beni kurtar, bu dünya duygularını, isteklerini benden al! verdiğin lütuf sözlerini yarına bırakmaktan vazgeç, geciktirme; bugün vadini yerine getir! Ya öyle yap, ya böyle yap!..
Ey Nebiler Sultanı! Ya, ‘Şüphe yok ki Biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir’ kapısını aç da, yüzlerce zevk u safa gülistanları, yüzlerce neşe yaseminleri seyredeyim.
Yahut, ‘Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?’ ayetinin ilhamlar taşan memba’ından su, şarap, süt ve bal, bu dört çeşit lütuf, iyilik, ihsan, aşk manevi ırmaklarını gönlüme akıt, feyizlerle coşayım!
Ey Senayi, ey büyük Veli; yürü! Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin mübarek ruhundan meded, yardım iste; ‘Mustafa, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir!’..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (50)

Hoşgörü bir yere kadar değil mi? Her şeyi hoş mu göreceğiz?

Hoşgörünün ismi üstünde, hoş görülecek şeyleri hoş görürsün. Hoş görülmeyecek şeyleri hoş görmez, gözünü yumar, gidersin. Bir şey söylemez, o çirkinliğin sahibi olmazsın.
Cenab-ı Mevlana, hep güzel şeyleri hoş gördü.
Ona sormuşlar: “Senin yolunun başı var mıdır?”
Demiş ki: “Benim yolumun başı olsaydı sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağı güzelliktir, başı sonu yoktur. Kendini ne kadar güzelliklere verirsen o güzelliklerle sarhoş olur, kendinden geçersin.”
Güzellik kaynağı bir yol, bu güzellik kaynağında çirkin bir şey nasıl aranır?
Hazreti Mevlana bir gün sabah karanlıkta tekkeye giderken, hendekte bir çifti çirkin bir halde, kendilerinden geçmiş durumda görmüş. Başkaları görmesin diye hırkası ile bunları örterek tekkeye hırkasız gitmiş. Bu kişiler kendilerine geldiklerinde bu hırka olsa olsa Mevlana’nındır diye düşünmüşler. Tekkeye gelip hırkayı teslim etmişler ve tövbekar olmuşlar.
Hazreti Mevlana şöyle bir seslenişte bulunuyor:
“Şefkati merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Cömertlikte akarsu gibi ol,
Hiddeti asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.”
Hazreti Mevlana hoş görmedi, örttü; iyi yaptınız demedi. Örttü, ne kadar örtücü.
Adamın biri bir türlü iş bulamamış, çocukları aç kalmış. Mevlana’nın bulunduğu yerden bir halı çalayım, yakalansam da Mevlana bağışlar, diye düşünmüş.
Hazreti Mevlana’ya saraydan hediye edilen en kıymetli halıyı çalıp, satmak için pazara götürmüş. Saray adamları halıyı tanımışlar, adamı halıyla birlikte Hazreti Mevlana’nın huzuruna getirmişler.
“Ya Mevlana! Bu adam sizin halınızı çalmış. Halıyı getirdik, adamı da cezalandıracağız” demişler. Mevlana’nın verdiği cevap; “Sakın bu zatı suçlamayın. Bunun ihtiyacı vardı, aldı.” Çaldı, dememiş. İç alemini biliyor.
“Benim hatırım için bağışlayın, ben bir hediyede bulunayım” diyerek adamı göndermiş.
Başka birine böyle bir şey yapılsa sen nasıl alırsın diyerek tekme tokat karakola götürür. Şimdi buna hoş görü diyemeyiz. Hazreti Mevlana’nın burada rahmeti, şefkati büyük. Bunları nereden çıkarıyorlar? Bir sürü çirkinlik yap; ne güzel yapmışsın, nasıl dersin? Bunu söylemek bile tuhaf. Hoş olan şeye hoş deriz, hoş olmayana nahoş deriz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (49)

Hep iyilikle karşılık vermek gerekiyor ama Allah’ın Celali sıfatı da var. Celali çıkmamız gereken yer var mı?

Hazreti Muhammed bir karınca dahi öldürmemiştir.
Bir gün, bir kirpinin kovaladığı bir yılan, Hazreti Muhammed’e sokulur. Kirpi, Hazreti Muhammed’e sığındığını görünce yılana saldırmaz, bırakır. O da kirpiyi mükafatsız bırakmayarak sahabeden biri ile ciğer aldırıp kirpiye verir.
Yılan kirpiden kurtulunca, Hazreti Muhammed’i nasıl sokacağını düşünür. Hazreti Muhammed, canını yakmak istediğini anlayarak serçe parmağını yılana uzatır. Küçük parmak hal diliyle, “Beni küçük buldun, yılana ikram ediyorsun” der. O sırada torbasında kedilerle gelen Ebu Hureyre o vakayı görür. Torbasından çıkardığı bir kedi yılanı yakalar. Hazreti Muhammed, ısırılan serçe parmağına yüzük takar. İslam’da küçük parmağa yüzük takılır. Ne kadar latif, ne kadar ince bir Peygamber.
Hazreti Muhammed, savaş taraftarı değildi. Eğer savaş taraftarı olsaydı, Hazreti Mevlana, “Savaşa, kavgaya dair ne varsa bu alemde ben orada yokum. Sevgiye, barışa, birliğe dair ne varsa bu alemde ben orada varım” demezdi. Peygamber Efendimiz nefsi müdafaya izin vermiştir.
Hazreti Ali’nin bir sözü var: “Yetmişiki damarın bedende oynadıkça, hasmına eyvallah yok.” Kılıçla yapamazsan, dille yapacaksın. Teslim yok. Hep söylüyorum; Allah bütün kötülüklerden münezzehtir. Kişiler Allah’a yüz tutmadıkları, onun güzel sözlerini kendilerine ruh etmedikleri, nefslerinde yaşadıkları için başlarını belaya kendileri sokar.
Hazreti İsa, yolda giderken iki kişinin kavga ettiğini görmüş, ayırmak için araya girmiş. Biri yanlışlıkla İsa’ya bir tokat patlatmış. Hazreti İsa hemen öbür yanağını uzatmış.
“İsa, beni bağışla kazayla vurdum.”
“Bu yanağıma da bir tokat vur.”
“Neden?”
“Hırsın geçsin, karşı tarafa zarar verme.”
Peygamberler böyle yaşadılar. Bize bir fiske vursalar, kafasına vurmak için taş alırız. Sonra biz Muhammedi’yiz deriz, malesef lafta kalıyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (48)

Allah bela vermez…

Nemrut benliğe kapıldı. Tanrı benim, diyordu ama, bir topal sineğe yenildi. Kimseyi hakir görme, tatlı dili de ağzından bırakma, fetihler senin olur. Hep söylüyorum; Allah kimseye ceza vermez, daima mazlumun yanındadır.
Toplumda kızınca “Allah belanı versin” derler, bu çok yanlıştır. Allah kimseye bela vermez. Allah bütün belalardan, kötülüklerden münezzehtir. Kişi, Allah’ın emirlerine uymaz, isyanlarda yürür, nefsinde yaşar, kendi kendini kazaya atar. Kişi nefsinin kazasına tutulur cezalara gider, yine sevenleri üzülür.
Allah kahırla çıkmaz. Kişi kahır esmasında yaşar, o esma ona hoş gelir. İçer, sokakta yatar, küfür eder, onun hali bize çirkin görünür ama hor görmeyiz, kurtulsun diye dua ederiz.
Cenab-ı Allah, bütün güzelliklerin sahibi, şefkat, rahmet, güzellik doludur. Onda zerre kadar üzücü bir şey yoktur. Çünkü Allah, Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana, Veliler ile en güzel simalarını göstermiştir. Simaları hep rahmeti ilahi. Hazreti Muhammed de bela okumak yoktu.
Peygamber Efendimiz en çok çile çeken Peygamberdir. Ebu Leheb ve karısı, Hazreti Muhammed’e büyük ıstırap verdiler. Çalı çırpı, dikenleri toplar, kumların içine atıp, üstlerini kumlarla örterlerdi. Hazreti Muhammed, çıplak ayakla sabah namazına giderken gömdükleri dikenler ayaklarına batardı, dikenleri çıkarmak için oturunca da baldırlarına batardı. O, beddua etmez, “Allah hidayet versin” derdi.
Bir gün ağzından küfür çıksın diye, Hazreti Muhammed secdede iken, bir koyun işkembesini içindeki pisliklerle üstüne attılar. Mübarek başını kaldırıp, “Allah sizden razı olsun” dedi.
Taif halkı onu taşladı, dizleri üstüne çöktü. Allah’tan hidayet istedi. Allah’tan hep iyilik istedi. Bana yardım et, bunlar bana zarar veriyor ortadan kaldır, demedi, beddua etmedi. Biz öyle bir Peygamberin madem ki ümmetiyiz. Ümmetin manası çok incedir. Çünkü Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, der ki: “Benim ümmetim gelmiş geçmiş bütün Peygamberleden efdaldir.”
Ümmet ne demek? Bütün faydasız bilgilerden arınıp, Hazreti Muhammed’i kendine bilgi edinir, bu alemde her şeyden çok onu sever, her yerde onu metheder, onu başında akıl, vücudunda ruh yapar, gönlünde en güzel yeri ona vererek bu alemdeki bütün güzelliklerin üstünde onu tutarsan o senin her şeyin olursa, o zaman sana ümmet sıfatı verilir. Böyle bir kişi, gelmiş geçmiş Peygamberlerden üstündür. Bu hale gelmedikten sonra yaptığın ibadetlerle, ben Ümmet-i Muhammed’im, diyemezsin. Kişi, Hazreti Muhammed’i nefsinden üstün tutmazsa, Hazreti Muhammed’e ümmet olamaz, Peygamberlerden de üstün olamaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (47)

Edepli olalım, elimize, dilimize, belimize sahip olalım, diyoruz. Burada dile sahip olmak yalan söylememek, dedikodu yapmamak, kusurları örtmekten başka şeyleri de kapsıyor mu?

Dile sahip olmanın yalanla alakası yoktur. Diline sahip olan küfürlü muhabbetlerde, isyanlarda bulunmaz. İnsan, kimseyle alaylı tarzda konuşmadan, kimseyi hakir görmeden, bütün çirkin işlerden kendini uzak tutarsa, kendini muhafazaya almış, edebiyle yaşıyor, demektir.
Yalana gelince…
Hazreti Muhammed’e sorarlar, “Senin ümmetin yalan söyler mi?”
“Benim ümmetim zor durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan söylemez. Yalan söylediği zaman benden değildir” diye cevap verir.

 

Birinden çok büyük kötülük gördüğümüz zaman, Allah belasını, cezasını versin, diyoruz. Bu doğru mudur? Allah ceza bela verir mi?

Hepimiz zahir iradeye sahibiz. Biri kötülük yaptı mı hemen karşılık vermek isteriz.
Bir gün Hazreti Muhammed sahabesini karşısına alarak sorar:
“Efendiler, size birileri kötülük yaparsa ne yaparsınız?”
Onlar da derler ki: “Biri bize kötülük yaparsa, biz ona iyilikle karşılık veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle karşılık veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
Susarlar. Çünkü safraları kabarıyor, bir şey söylemiyorlar. O sırada Hazreti Ali gelir, selam verir.
“Ya Resulallah, sohbetiniz neredeydi?”
“Biri size kötülük yaparsa ne yaparsınız? diye soruyordum.”
Hazreti Ali, “İyilikle davranırım” der.
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle.”
“Bir daha yaparsa?”
“Ya Resulallah! Kıyamete kadar iyilikle karşılık veririm.”
Sahabe üçte kaldı ama Ali, bütün kötülüklere iyilikle karşılık veririm, diyor.

Hazreti Mevlana da der ki: “Hasmını hor görme.”
Sorarlar, “Neden ya Mevlana?”
“Size karşı kini azalır” der.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (46)

Dünya yaşamında aklımızı nasıl kullanmalıyız?

Dünyayı elden bırakmayacak ama gönlüne de koymayacaksın. Bazısının gözleri maddeden başka bir şey görmez, kendini kaptırmış gider.
Akıl, Allah’ın bir sevgilisinin aklıyla büyütülürse o akıl toprağa girmez. Misal olarak, Hazreti Mevlana’nın aklını beğenmiş, onun yaşamını, fikirlerini benimsemiş, onun aklı ile kendi aklını büyütmüş kişide büyük akıl vardır. Hazreti Muhammed’in, Hazreti Mevlana’nın, Velilerin akılları tasavvufta akl-ı külldür. Onlar akıllarını Hakk’ta yok ettiler. Hakk’ı gönüllerinin en güzel yerine koyarak, onunla yola çıktıkları için aklın büyüğü onlardadır. Bizlerse akl-ı cüz, akl-ı ma’ş, akl-ı ma’d, bu üç akılda dolaşıyoruz. Kainat akl-ı cüz, küçük akılda. Akl-ı ma’ş, aklını menfaate yorar. Akl-ı ma’d da sabit fikirlidir, Nuh der Peygamber demez. Güzeli akılda baş etmek, en güzel akıl o. O akıl artık güzelleşir, ışık olur. Benliğinde kalmış, bir Hakk dostuna yüz tutmamış, onun fikirlerini, güzelliğini benimsememiş kişinin yaşantısı boştur. Küçük akıldan vazgeçilir, Hazreti Pir’in eserleri okunarak, onun güzel fikirleri vücutta ruh, başta akıl edilirse hayat güzelleşir. En büyük alim, İblis’ti. Onun ismi İblis olmadan önce, Azazil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün azaların efendisiydi. Adem’e, ondan daha mütevazı birine, bir rençbere baş kesmesi için emir geldiği zaman, “Hayır, ben ateştenim o topraktan, nasıl eğilirim, o hiçbir şey bilmiyor” dedi. Orada kim (Hakk) gizlenmiş görmedi. Ondan sonra lanet halkasını boynuna aldı. Azazillikten İblisliğe geçti. İblis kimdir? İnsan insanın İblis’idir, insan insanın Rahman’ıdır. Bir insan arkadaşlarını doğru yola götürür, güzellikler ikram ederse onun Rahman’ıdır, kötü yola götürürse onun İblis’idir.

Hazreti Mevlana’mızın çok bir kasidesi vardır, şöyle buyurur:
“Ay mı istiyorsun, güneş mi arzu ediyorsun? İşte; ay da burada, güneş de burada! Yok, feyizli seher vaktinin gelmesini, sabah olmasını mı istiyorsun? Onlar da, işte şurada, sevgilinin yanında!..
Ey Kenan Yusufu, ey Süleyman’ın canı; taç ve taht mı istiyorsun? İşte taç, işte taht; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey savaşların Hamzası, ey cenklerin Rüstemi! Kılıç, kalkan istiyorsanız, başka yerde aramayın; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey hoş gül kokuları koklayan bülbül, ey tatlı sözler söyleyen papağan; gül mü istiyorsunuz, şeker mi arzu ediyorsunuz? Geliniz, geliniz; gül de burada, şeker de burada, sevgilinin yanında!..
Ey Hakk yoluna düşen, Hakk’ı arayan, ilahi tecelliye mazhar olmak dileyen zamanın Musa’sı! Hakk’ı görecek mana gözü, O’nun buyruklarını duyacak mana kulağı istiyorsan, işte, onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey gönlü kinle, nefretle dolu şeytan, ey bizim eski düşmanımız; fitne mi istiyorsun, fesat mı istiyorsun, şer mi arzu ediyorsun? O kötülüklerin hepsi burada, sevgilinin yanında!..
Sus; bu kadar fazla söyleme! Kalk Hakk yoluna düş! Yol arkadaşı mı istiyorsun? İşte burada; sevgili yol arkadaşı! Başka ne arıyorsun?..”