MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (225)

Peygamberimiz Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadisinde diyor ki; “Ahiret ehline dünya haramdır ve dünya ehline ahiret haramdır. Tanrı ehline ise hem dünya hem de ahiret haramdır.” Şems Hazretleri de buyuruyor ki; “Mevlana, Tanrı’ya aşık bir kişidir. Hem bu dünyayı hem de ahireti unutmuştur. Mevlana, Tanrı aşkıyla sarhoştur, fakat aşkta uyanık değildir. Ben ise sarhoşum, ama aynı zamanda uyanığım da. Ben sarhoş olsam da uyanıklığımı kaybetmem. Dünyanın haddine mi bana perde olsun, veya benden saklansın!” Şems Hazretleri bu sözleriyle sizce ne anlatmak istiyor Hasan Dede?

Şimdi burda Şems-i Tebrizi Hazretleri, selam olsun üzerine, şunu dile getirmek istiyor. Hazreti Mevlana’nın, selam olsun üzerine, her zerresi aşktan sarhoştu ve tamamen teslimiyetteydi. Ne dünya ile ne de ahiret ile bir pazarı vardı. Onun pazarı tamamen Allah ileydi. Hazreti Mevlana patlamaya hazır bir volkan gibiydi ve bu patlamayı yapacak bir kıvılcım bekliyordu. İşte Hazreti Şems, Mevlana’nın kıvılcımı oldu. Cenab-ı Mevlana, Hazreti Şems’in ateşinde öyle bir parladı ki, hem Şems yandı hem de bütün dünya onun muhabbet ateşinin nuruyla aydınlandı.

Bundan şunu anlamamız lazım, yine Hazreti Mevlana‘nın tabiriyle: “Aşka biraz akıl girerse aşk tamam değildir.”

Hazreti Şems şöyle buyurur der ki; “Ben Mevlana’yı bir sefer irşad ettim. O beni sayısız sefer irşad etti.” Bu da şöyle zuhur etmiştir. Hazreti Mevlana, devamlı Feriduddin-i Attari’nin kitabını okuyordu ve elinden hiç düşürmüyordu. Bir gün Hazreti Şems, onun kitabını elinden aldı, suya attı ve Cenab-ı Mevlana’ya şöyle seslendi; “Sen neden hala başkalarının kitaplarını okuyorsun? Sen bundan böyle kendi eserlerini yazacaksın.” Hazreti Mevlana kitabın suya düşmesinden çok üzüldü. Şems Mevlana’nın bu üzüntüsünü görünce dayanamadı ve uzandı kitabı tekrar sudan çıkardı, kitap hiç ıslanmamıştı, kupkuruydu. Hazreti Şems gösterdiği bu keramet üzerine yine Mevlana’ya şöyle buyurdu; “Aradığın o yüce varlık sensin, ne diye hala başka yerlerde arıyorsun.” Cenab-ı Mevlana bunu duyunca kendinden geçti ve işte o anda parladı ve onun bu parlamasından onbinlerce beyit meydana geldi.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (224)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hasan Dede, bilindiği üzere, Kirman, İran’da kimyonun en çok yetiştiği şehirdir. Şems-i Tebriz Hazretleri’nin bir benzetmesi var, diyor ki: “Kimyonu Kirman’a götürmekte ne fayda var? Tanrı kapısına da canını götürsen bunun aynıdır, ne faydası var? O kapı canların yaratıldığı yerdir, oraya orda olmayan bir şey götür. Sen O’na niyaz ve yalvarma, yakarma götür. Zira niyazsız olan Allah, niyazı sever. Oraya yokluğunu götür ki, sana lütufda bulunulsun. O da aşktır. Bir kere aşk tuzağına düştün mü? O seni sarar gider.” Şöyle bir ayet-i kerime de var: “Allah’ı severseniz, O da sizi sever!” Bunun hakkında ne buyurursunuz?

Şimdi Şems-i Tebrizi Hazretleri, selam olsun üzerine, bu menkibede şunu dile getirmek istiyor: Sevgili, senin canını istemekte değildir. Sen O’na canını verirsen, o Sevgili kiminle muhabbetini dile getirecek? Kiminle kendini yadedecek? Sevgili’nin istediği şey sevgidir. O’na sevgini büyüteceksin, gönlünü vereceksin, o sevgi aşka dönüşecek. Sevgi, aşka dönüştükten sonra, senden kimlik kalkacak ve sende Sevgili kimliğini gösterecek.

Hazreti Mevlana’mız buyurur ki: “Aşık ölüdür, aşıktan görünen Maşuktur!”

Aşk, insanı hedefine ulaştıracak en hızlı vasıtadır. Hem hedefe ulaştırır, hem de ulaştırdığı yerde yokluğa erdirir. Nereye sevgini ve aşkını verdiysen, orası sende tecellisini gösterir.

Yine Hazreti Mevlana’mız der: “Ey Aşık! Benim makamıma geldiğinde, bana Maşuk diye hitab ediyorsun. Ey Aşık! Aşk ile geldiğinde, ziyaret eden de sensin, ziyaret edilen de sen…”

İşte Şems-i Tebrizi Hazretleri’nin anlatmak istediği de budur. Sevgili’ne sevgini, aşkını, muhabbetini, gönlünü götürürsen, o Sevgili senden hoşnut olur.

“Bir gönülde aşk ve muhabbet ateşi yoksa, o kişi karanlıklarda. Allah’ın nürundan haberi yoktur” diye buyuran Mevlana’mız bir kasidesinden de şöyle seslenir:

“Kimin gönlünde aşktan eser yoksa, onun üstüne bir bulut çek! Çünkü o Ay’a düşmandır. Gönül aydınlığından kaçar.

Aşk bahçesinde yetişmeyen ağaç kupkuru bir ağaçtır. Onun ne yaprağı vardır, ne de meyvesi. Fakat aşk bahçesinde yetişen meyveli, yapraklı ağacın gölgesinde bulunmayan değerli bir kişi de, değerini kaybeder, hor ve hakir bir kişi olur.

Bir kişi çok değerli, eşsiz bir inci gibi olsa, aşktan haberi yoksa ondan uzaklaş! Çünkü dünyada insana aşktan başka ne akraba vardır, ne de baba!..

Aşıkların mezhebinde her gün aşk derdinden daha beter bir hale gelmeyen kişi, ölüm hastalığına tutulmuştur.

Kimin yüzünde aşktan bir eser, bir nur görürsen, gerçek olarak şunu bil ki, o bildiğin, tanıdığın insanların cinsinden değildir.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (223)

Hasan Dede, Hazreti Muhammed’in ümmeti nasıl bir ümmet olmalıdır, ne vasıflara sahip olmalıdır?

Size Peygamber Efendimizden bir misal vereyim: Bir gün biri Hazreti Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve, “Ya Resulullah, sana bir sorum olacak” demiş. Peygamber Efendimiz bakmış, hemen adamın bir sıkıntısı olduğunu anlamış. “Buyur, sor.” demiş. Adam devam etmiş, “Bilerek bilmeyerek hatalara düştüm, suç işledim. Yarın bir gün Hakk’a yürüyünce, korkuyorum, cehennemde yanacak mıyım?” Tam o sırada da, karşıdan bir anneyle çocuğu geçiyormuş. Hazreti Peygamber’imiz cevap vermiş, “Şu anneyle çocuğunu görüyor musun?” “Evet” demiş adam “Görüyorum.” Hazreti Resulullah devam etmiş, “O anne ister mi çocuğu ateşte yansın?” “İstemez” demiş adam. “Peki, demiş çocuk ateşe düşse annesi ne yapar?” Adam yine cevap vermiş, “Anne hemen atar kendini ateşe.” “Neden?” diye sormuş Hazreti Peygamber. “Çünkü” demiş adam, “Anne şefkat doludur.” Peygamber Efendimiz gülümseyerek devam etmiş, “İlahi Hakk! Annede bu kadar şefkat varsa, Allah baştan aşağı şefkattir.”

Hazreti Muhammed Efendimizin bir diğer adı Habibullah, yani Allah’ın sevgilisi. Öyle Tanrı kulları var bu alemde, onu giymiş, onun yüzüyle topluma çıkmış, onun dilinden konuşuyor, onu anlatıyor. Bizler de burada Hazreti Muhammed’in ruhuna büründük, ondan konuşuyoruz ve onu anlatıyoruz. O bizim sevgilimiz.

Hazreti Muhammed Efendimiz bir seslenişinde şöyle diyor: “Benim ümmetim, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerden efdaldir.”

‘Ümmet’ in manası nedir? Bütün kendine faydası olmayan bilgilerden arınmış, bedenine Hazreti Muhammed Efendimizi baş etmiş, onu kendine bilgi edinmiş olandır, onun diliyle konuşandır, her yerde onu methedendir; işte ümmetin manası budur.

O ilk ve son Peygamberdir, ondan önceki bütün Peygamberler onun nuruyla gelmişlerdir bu aleme.

Bizler Hazreti Muhammed Efendimizi ne kadar methetmeye kalkarsak kalkalım, yine kabımızın aldığı kadar ondan bahsedebiliriz; çünkü o manevi bir okyanustur, onun rahmeti sonsuzdur, o iki cihanın nurudur, onun güzelliklerinin ne başı vardır ne de sonu. O hiçbir varlığa kem gözle bakmamış ve kırıcı konuşmamıştır. İncinmiştir ama incitmemiştir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (222)

Hasan Çıkar Dede

Hasan Dede, siz sohbetlerinizde daima insandan bahsediyorsunuz, nedir insanı bu kadar değerli kılan?

Evet, biz burda hep insanı işliyoruz. Bizler kazançdayız, çünkü ölümsüzleri kendimize dost edindik ve en başta Hazreti Muhammed Efendi’mize yüz tuttuk. Bizler, bir mürşid-i kamilin vasıtasıyla onları gönlümüze koyarsak ve onlarla yola çıkarsak, bir gün gelir dünya ömrümüz biter ama, yine mürşid vasıtasıyla Hazreti Muhammed’e yola çıkılır, ölümsüzlüğe ulaşılır. Çünkü Allah, bilgileri insanla bildirir. Bütün bilgiler, Hazreti Muhammed Efendi’mizin iç aleminde zuhura gelerek, insan toplumuna sunulmuştur. Hazreti Peygamber Efendi’miz, bütün varlıklara sevgi ile bakmış ve ne varsa bu alemde, hepsi hal diliyle ona kimliklerini açıklamıştır. Allah, Hazreti Peygamber Efendi’mizle dile gelmiştir. Ne diyor Hazreti Muhammed? “İkre!” Bunun anlamı nedir? “Oku!” Peki Hazreti Mevlana ne diyor? “Bişnev!” Bunun anlamı da, “Dinle!” demektir.

Hazreti Muhammed Efendi’mizin, Cenab-ı Mevlana’mızın ve bütün Piran Efendi’lerimizin davası, bizleri kendilerine vakfetmek, bizleri kendileri gibi ortaya çıkarmak ve bizlere kimliklerimizi kazandırmaktır.

Şimdi buraya belki yüz kişi gelir ama, bu güzelliklere ancak beş ya da on kişi vakıf olur.

İşte Hazreti Mevlana’mız buyurur: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.”

Bir yere sevgini vermemiş isen, sevgini aşka dönüştürmemiş isen, sen yaşıyorsun ama, aslında ölmüşsün. Bir’i buldun mu hepsini bulmuş olursun. Bir peygamberi buldun mu hepsini bulmuş olursun.

Allah akıl vermiş, onu da başa koymuş. Şimdi sen bu güzel eserleri okur ve bu güzellikleri kendinde büyütürsen, sen de güzel bir insan olursun.

Evliyaullah’ın hepsi Hazreti Muhammed Efendi’mizin kardeşleridir. Hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla nurlanarak bu topluma çıkmışlardır. Onların gönlünde, Hazreti Muhammed Efendimiz ve Ehl-i Beyt’imiz vardır.

Bu nedenle biz burada devamlı Hazreti Muhammed Efendimizi dile getiririz. Çünkü o şefkat ve merhamet doludur. Güzel kerametleri sonsuzdur. O, bir öcü değildir. O, bir kanun adamı değildir. O, bu aleme kendisini sevdirmek için geldi, bizleri korkutmak için gelmedi. Bizleri ateşlerde yakmaya, ızdırap vermeye, cehenneme atmaya gelmedi. Eğer bizler Hazreti Muhammed’i bu şekilde tanıtırsak, Onun dostu değiliz demektir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (221)

Hasan Dede, siz sohbetlerinizde çoğu zaman Mesnevi’den anlatıyorsunuz. Bizlere Cenab-ı Mevlana’nın eseri ‘Mesnevi’ hakkında ne söylemek istersiniz?

Mesnevi, Kur’an ayetlerinin aşkla yapılmış yorumlarıdır, tevilidir ve bizi bizlere anlatır, kesinlikle bizim dışımızda değildir.

Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i yazdıktan sonra istihareye yatmıştır ve Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, daha ilk akşam onun manasında tecelli etmiştir. O manada, Peygamber Efendimiz, Mesnevi’yi eline almış ve gülümseyerek “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, böyle bir eser yazmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime sun, mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif, insan toplumuna sunulmuştur.

Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, diyor ki: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişilerden bizarım.”

Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevilidir ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet etmiştir.

Muhammed Mevlana’mız, Hazreti Resulullah Efendi’mizin bendesi olarak, onun iç alemini en güzel şekilde keşfetmiş, Hazreti Peygamber Efendi’mizi yaşadığı devire göre taşımış, bütün insanlık alemini kucaklamış, dinlerde ayrım yapmamış, hepsini bir görmüş, birlikten söz etmiş ve ikiliğe hiç yer vermemiştir. Bu yüzden dünyamızda, onun kadar sevgiden, aşktan ve birleyici sözlerden konuşan başka bir mütefekkir zuhura gelmediği için, bugün bütün insanlık alemi Pirimiz Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı sevmektedirler. Hazreti Mevlana’ya saygı Hazreti Muhammed’e saygı demektir, çünkü Peygamber Efendi’mizin, selam olsun üzerine, yaşadığı devirde toplum o kadar cahildi ki, bu yüzden halka iç alemini açamamıştı.

Hazreti Mevlana’mız, selam olsun üzerine, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmıştır ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben nanayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi.”

Bunu söyleme sebebi şu idi; bir insan sevgilisinin hakiki cemalini görürse, onun kimliğine vakıf olursa, onda kendini fani kılarsa, o güzel yüze aşkla baktığı için güzel manalar çıkarır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (220)

Hasan Dede, sizin 1965 senesinden beridir Hazreti Mevlana’yı manen giydiğinizi ve Onu temsil ettiğinizi söylemeden geçmek istemiyorum. Hatta 1987 senesinde Konya’da düzenlenen Şeb-i Arus törenlerinde postnişin sıfatıyla Hazreti Mevlana’yı temsil etmiştiniz. Ve Galata Mevlevihanesi’nde 1981 senesinden itibaren, Mevlevihanenin tadilata girdiği 2007 senesine kadar hizmet edip, meydan açmıştınız, öyle değil mi?

Evet, ne kadar şükretsek az, Hazreti Mevlana’nın yüce keremleri sayesinde bu yolda çok güzel hizmetlerde bulunmak, Çağdaş Mevlana Aşıkları olarak yüce Pirimizi yurtiçinde olduğu kadar, yurtdışında da birçok ülkede temsil edebilmek nasip olmuştur. Ve halen, Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı adı altında, Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’nde hizmet vermeye devam ediyoruz ve Allah’ın yardımıyla son nefesimize kadar da hizmetlerimize devam edeceğiz.

Galata Mevlevihanesi’nden söz açılınca; Mevlevihane’nin postnişinliğini yapmış ve Hazreti Mevlana’yı kendisinde bende etmiş olan Şeyh Galib Dede’nin de, selam olsun üzerine, Mevlevilik yolundaki hikayesi oldukça ilginçtir.

Şeyh Galib Hazretleri, 17 yaşlarında posta oturmuştur. Yaklaşık 13 yaşlarında iken, annesi ve babası onun dergaha gitmesinden hoşnut değillerdi. Oğullarının dünyevi ilimler üzerinde tahsil görmesini istemekteydiler. Kendileri bunu Şeyh Galib Efendi’ye söyleyemedikleri için mürşidi Esrar Dede’ye, oğullarını dergahdan göndermesi için bir mektup yazmayı uygun görmüşlerdi. Fakat Esrar Dede’nin buna cevabı şöyle olmuştu, “Burası red kapısı değil, Hakk kapısıdır. Ben bu kapıdan kimseyi geri çeviremem. Bana bir daha böyle bir mektup yazmayın.”

Bunun üzerine anne ve babası Şeyh Galib’i başka yollarla dergahdan soğutmaya çalışmışlar ve Şeyh Galib, bir süre sonra anne ve babasının bu konuşmalarından etkilenmeye başlamış ve kafasına dünya girmişti. Mürşidi Esrar Dede, onun bu halini görmüş fakat hiçbir şey söylemeyerek susmayı tercih etmişti.

Bir gün Şeyh Galib, dergahdan çıkmış, kafası karışık bir halde yolda yürürken, Karaköy yokuşunda başı dönmüş, ayağı kaymış ve diz üstü yere düşmüş. Yerden başını kaldırdığında bir de ne görsün, gökyüzünden yeryüzüne doğru bulutlar akın akın geliyor. Bunun üzerine duraklamış ve, “Rabbim” demiş, “bunlar yağmur değil, kar da değil, nedir bunlar?” İçinden şöyle bir nida gelmiş, “Ya Galib, bunlar denizdeki ve yeryüzündeki mahluklara rızıktır.” “Peki” demiş Şeyh Galib, “insanın rızkı nedir?” İçindeki ses yine cevap vermiş, “İnsanın rızkı nurdur, diğerleri hepsi nefsi gıdadır.”

Bunu duyar duymaz, kalkmış yerden dosdoğru dergaha geri gelmiş. Esrar Dede, onu görünce şöyle seslenmiş, “Deme Galib gelmem, gayri getirirler.”

İşte böyle, açarlar kapıyı, gösterirler, sen yerinden bile kıpırdayamazsın.

Şeyh Galib, kimliğine ulaştıktan sonra şöyle bir şiir yazmıştır; şimdi bu şiirden bir alıntı yapalım.

“Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü.” Öyle bir coşku var içimde ki, ama karşımda beni anlayacak, kemalata ermiş insan yok.

“Dayanır mı şişedir bu reh-i seng sare düştü” Senin, diyor, esrar-ı rengin, yani kainatı yarattın girdin içime, nasıl anlatayım ki seni ben.

“Reh-i Mevlevide Galib bu sıfatla kaldı hayran. Kimi terk-i nam u şane kimi i’tibare düştü.”

Şimdi bir insan, bir Hakk yoluna, hangisi olursa olsun, intisab etti mi, bilsin ki, kendini ölümsüzlüğe götürmektedir. Ama bunun için çalışacak, o güzellikleri kendinde çoğaltacak ve O olmaya çalışacak. Bunu söylediğimiz zaman, O kimdir? Hakk’dır.

Hazreti Mevlana’mız şöyle der, selam olsun üzerine: “Sen O’musun? O sen misin? Sen O isen, O sen ise, bu alemde ne diye gam çekersin?”

Galip Dede Hazretleri de Hazreti Mevlana’nın bu sözlerinden etkilenerek, şöyle buyurmuştur: “Gam, keder ne varsa bu alemde, halk-ı cihanındır. Aşıkta gam, keder ne gezer.”

Hakk’ı var etmiş kendinde, vermiş gönlünü iman ettiği yere. Hiç onda gam, keder olur mu? Kendinde yaşamıyor ki, geçmiş kendinden, tüm varlığı Hakk olmuş.

Yine Hazreti Mevlana’mız der: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.” Eğer sevgi olmadan, aşk olmadan yaşıyorsan, bil ki sen ölmüşsün. Ama bir yere gönlün varsa, muhabbetin varsa, o zaman yaşıyor ve yaşatıyorsun.

Biz, Allah’ı yaşatmak için geldik bu aleme. Dünya nimetleri için gelmedik. Ama bu demek değil ki, dünyadan elini ayağını çekeceksin. Elin dünyada olsun, ama gönlünü verme. Gönlün Allah’da olsun. Kazandıklarınla da hayır yapmaya koş, Allah yolunda harca ki, Allah’ın rızasını kazanasın. Çünkü dünya nimetlerinin hiçbiri kabire gitmez.

İşte Yunus da şöyle diyor: “Kim bu malın sahibi? Kim bu mülkün sahibi?Nerde bunun eski sahibi? O yalan, bu yalan; vermişler eline biraz oyalan.”

Yani sonuç itibariyle, dünya nimetleri yine dünyada kalır, ancak işlediğin güzel ameller seninle beraber yola çıkar.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (219)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hasan Dede, sizinle yaptığımız sohbetlerde aşktan bahsettiğimiz zaman, sizin derinliklerinizdeki zevkler ortaya çıkıyor ve geçmiş ile gelecek bir oluyor. Var olan tek zaman şimdiki zaman oluyor. Aşkın derinliklerinden söz ediyorsunuz. Peki o halde; bu kainatın sırları iki kişinin soru cevap şeklindeki bir aşk diyaloguyla ortaya çıkar; yani bir mürid mürşidiyle böyle bir sohbete girerse perdesi kalkar. Aksi takdirde perdeler kalkmaz, diyebilir miyiz?

Evet, aynen öyledir. Bakın Şems-i Tebrizi şöyle der: “Hazreti Mevlana’nın konuştuğu sohbetlere kanmayın. Ona daha derinden kazmayı vurun. Onda öyle akılların almayacağı güzellikler vardır ki, onları duysanız hem siz kendinizden geçersiniz, hem de çevrenize ışık doğar.” Bizlerin de burada yaptığımız sohbetlerde, hem sizler güzellikler elde ediyorsunuz, hem de aynı zamanda bizler bu güzelliklerden faydalanıyoruz. Çünkü bizler buraya hazırlıklı gelmiyoruz, gönlümüze ne doğarsa ona göre konuşuyoruz.

“Ey oğul! O Allah eri, kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Allah erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder. Hakim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır.” (Mesnevi, I/1062)

Bakın bir gün Hüdavendigar Mevlana’nın huzuruna geliyorlar ve diyorlar ki: “Ya Mevlana, bugün sohbete Hünkar ile veziri gelecekler, acaba onlara göre bir sohbet açar mısın?” İşte Hazreti Mevlana onlara şu cevabı veriyor: “Efendiler! Sohbet bana ait değildir, sohbet yolcuya aittir. Benim ağzımdan dile gelen Cenab-ı Hakk’ın ilhamıdır.”

“Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha layık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder! Bir bucağa git, mektubu aç, oku… bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara layık olan sözler mi? Layık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırlarını apaçık görürdü! Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil! Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız… çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız! Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah, doğruyu daha iyi bilir!” (Mesnevi, IV/1564)

Bizim bütün davamız; her zaman dile getirdiğimiz gibi, Peygamberlerin, Velilerin, Mürşid-i Kamil’lerin bu aleme gelmelerindeki maksatları, makam sahibi olmak için değil, bilakis sadece cemaatlerinin rızasını almak için, Allah’ın rızasını almak için gelmiş olmalarıdır. Çünkü sizler, Hakk’sınız. Burada hepimiz biriz ve Hakk’tan söz ediyoruz. Eğer sizlere bir şeyler verebiliyorsak, o zaman bizden bahtiyarı yok…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (218)

Cenab-ı Mevlana, Hakk yolunda yürüyenlere ve hakikate varmak isteyenlere şunu tavsiye ediyor, diyor ki: “Bu Hakk kapısı ucu bucağı olmayan bir kapıdır, sonu yoktur. Bu yolda herhangi bir yere varırsan sakın yeter deme, durma ilerle.” Başka bir rubaisinde de şöyle diyor: “Her gün benim için yeni bir yola çıkmak ve mesafeler almak gerekir. Bu görünen ben, ben değilim. Şu halde ben.. ben… dediğim kimdir söyle? Söyleyen de ben değilim, peki benim dilimle söyleyen kimdir söyle? Aslında benim görünen şu maddi varlığım, baştan aşağı kadar bir gömlekten fazla bir şey değildir. Benim gömleği olduğum varlık kimdir söyle? Gönlümün içi de dışı da odur. Bedenim de, can da, damar da, kan da bütün odur. Artık böyle bir yere imansızlık ve iman nasıl sığar? Bu halde nasıl olur da benim varlığım kalır? Ben artık yokum, bütün varlığım o olmuştur.” Cenab-ı Mevlana, “Buraya iman ve imansızlık sığmaz” diyor, bu durumda o hale gelende iman kalır mı, kalmaz mı? Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, bu sözüyle şunu söylemek istiyor: Eğer sen aradığın yere ulaştıysan, o olduysan, artık başka bir yere iman edemezsin. Ancak yolcuyu kendine iman ettirirsin.

“Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın. Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva, iman kapısının kilididir.” (Mesnevi, I/1078)

Cenab-ı Mevlana yine şöyle buyurur: “Sende bir can var, sen onunla dirisin. O can, benim gözümde zavallı kaldı. Bir aşk var, sen onunla yola koyuldun. O da benim yanımda garib kaldı.” Demek ki ne kadar Hakk’a vakıf olmuş Mevlana…

“Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garib!..” (Mesnevi, I/2172)

Hazreti Muhammed de şöyle buyurur: “İki günü bir olan benden değildir.” Yani bir yerde durma, yarınlara koş… Cenab-ı Mevlana da şöyle der: “Bu akşam güzel bir sohbet yaptık. Bu sohbet bu an içindi, yarına varsak yarına göre konuşalım.”

“Bu günün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup dururlar da, hazineden bir pul bile görmezler. Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir. Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur.” (Mesnevi, II/1610)

Cenab-ı Mevlana, bir gün bir tabakhaneye gitmiş. Orada gezerken gözü, kurumaları için üstüste serilmiş derilere ilişmiş. Derilerden damlıyan sular, bir yerde toplanıp, kirli bir su birikintisi haline gelmekteymiş. Yine başka bir yerde serilmiş olan derilerden akan kirli sular da birikmeden, akıp gitmekteymiş. Mevlana bunu görünce şöyle seslenmiş: “Ey su şükret ki yürüyorsun. Bir gün gelecek bu yürümenle gidecek aslına kavuşacaksın, o olacaksın. Vay yürümeyip durana!” Yani bizlere hiçbir zaman durmak yoktur. Eğer hiçbir şey yapamıyorsan, güzel bir fikir üretmeye çalış, tembellikte kalma.

“Allah’a hamd olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu. Sohbetlerin bir kimya idi herhalde… gönül evinden ayağın eksik olmasın! Sen cennet fidanından bir daldın… ona yapıştım da beni cennete dek götürdü. Bedenimi kapıp götüren bir seldi… bu sel, beni de lütuf ve ihsan denizinin kıyısına dek iletti. Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim. ‘Allah müminleri satın aldı’ sırrından bir şerbet içtim ki artık kıyamete kadar susamam ben! Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu!” (Mesnevi, IV/3507)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (217)

Hazreti İsa buyuruyor ki: “Yaşamı bulmak istiyorsanız, yani kendi kimliğinizi bulmak istiyorsanız, kendi içinize bakmak zorundasınız. Çünkü Tanrı saltanatı sizin içinizdedir.” Siz ne dersiniz?

Bu çok doğru bir sözdür. Çünkü insan kendini kontrol etmeden, kendi iç alemine bakmadan yola koyulursa kazalara düşebilir. Ama eğer bir insan kendi iç alemini kontrol ederek, kendinde Allah’a uygun güzelliklerin olmadığının farkına vardıktan sonra arınma yoluna girip, mürşidiyle beraber yürürse, onun yolu aydınlığa çıkar.

“Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Allah, Peygamberleri yollar mıydı? Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!” (Mesnevi, IV/3197)

Şöyle bir misal vereyim: İki atlı yolculuğa çıkmışlar. Gece olunca çayırlık bir yere gelmişler. Orada dinlenmeye karar vermişler, atlarından inmişler. Birisi atını bağlamadan, başı boş çayıra bırakmış ve demiş, “Allah’a emanet olsun.” Öbürü de atını bir ağaca bağlamış ve demiş, “Ya mürşidim, ya şeyhim atım sana emanet olsun.” Sonra uyumuşlar. Gecenin bir vaktinde biri gelmiş, bağlı duran atı almamış, gitmiş bağsız, başı boş duran atı almış. Sabah olunca atını kaybeden adam dönüp öbürüne, “Sen atını mürşidine emanet ettin, ben ise Allah’a emanet ettim. Benim atımı çalmışlar, senin atın bağlandığı yerde duruyor. Bu iş nasıl oldu böyle?” İşte derviş olan şu cevabı vermiş: “Allah’ın kulları çoktur. Bir kulunun ata ihtiyacı oldu, tuttu atını ona verdi, bak sen yaya kaldın. Ama ben atımı mürşidime teslim ettim, mürşidim hiç uyumaz, o yüzden benim atımı o beklemiştir.”

“Arifin hali , uyanıkken de budur, Allah, ‘Onlar uykudadırlar’ dedi, bunu inkar etme. Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler. Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır. Allah, arifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı. Gaflete dalıp arifi anlamadılar. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir. Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var? (Mesnevi, I/393)

Attan maksat bedendir. Eğer sen, kamil bir mürşidin huzuruna gelip, tam bir teslimiyetle ve imanla ona bağlanır ve iç alemindeki bütün kötülüklerden arınmak için çaba sarfedersen, kendinde bütün güzel huyları toplarsan, o zaman mutlu ve huzurlu bir yaşam sürersin. Tanrı saltanatına kavuşmak, dünya varlıklarıyla olmaz; Tanrı huylarıyla huylanmakla olur. Hayale gitme, hakikate gel!..

“Tanrı’nın verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir (batıl) ise nimeti elinden çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma! Ey dikkatsiz Cebri! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma. Ki rüzgar her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün. Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak aynı şeydir. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Allah’a dayan!” (Mesnevi, I/939)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (216)

Hasan Dede, Tibetli budistler düşüncelerini öylesine olgunlaştırıyorlar ki, üzerlerinde sadece ince, cübbeye benzer bir giysiyle, gece vakti -10 derece soğukta oturabiliyorlar ve hatta sıcaktan terliyorlar. Bunu düşünce gücüyle yapıyorlar. Demek oluyor ki, düşünce ile herşeyi yapmak mümkün. Aslında siz de burada düşüncelerimizi olgunlaştırmaya çalışıyorsunuz ve bir insanın düşünceyle Hazreti Muhammed olabileceğini , Hazreti Ali olabileceğini, Ehlibeyt olabileceğini söylüyorsunuz. O halde, bütün mesele insanın düşüncesini olgunluğa eriştirmesidir, diyebilir miyiz?

Bu konuda Mevlana şöyle buyurur: “İnsan düşünceden ibarettir. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. İnsandan düşünce alınacak olursa, geriye sadece deri ile kemik kalır.”

“Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin. İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.” (Mesnevi, VI/811)

“Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül suyu isen seni başa sürer, göğsüne serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.” (Mesnevi, II/279)

Şimdi, bir insan tefekküre dalar ve düşünür. Eğer güzel bir şey düşünüyorsa, o güzellikleri seyreder ve o anda kendisinden geçer. O anda artık hiçbir şey hissetmez, çünkü tek bir noktaya aklını vermiştir.

“Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.” (Mesnevi, V/588)

Şöyle bir misal vereyim: Savaş esnasında, Hazreti Ali Efendimizin iki omuzunun arasına bir ok isabet ediyor. Etrafındakiler hemen koşup oku çıkarmak istiyorlar. Hazreti Ali Efendimiz hemen onları durduruyor ve “Durun, oku şimdi çıkarmayın. Ben namaza durduktan sonra çıkarırsınız” diye buyuruyor. Namaza durduktan bir zaman sonra oku çıkarıp alıyorlar. Hazreti Ali Efendimizin ağzından bir ses dahi çıkmıyor. Herkes şaşkınlık içinde kalıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını bitirdikten sonra ona soruyorlar: “Ya Ali, biz oku çekerken sen hiç ses çıkarmadın, hiç acı duymadın mı?” Hazreti Ali Efendimiz, “Hayır, duymadım” diyor, “Çünkü namazın ruhaniyetiyle kendimden geçmiştim.”

“Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tabidir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şulelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.” (Mesnevi, I/3003)

Bir insanı sevgilisine en kısa yoldan ulaştıracak şey, aşktır. Çünkü bir insan aşka düştüğü zaman, o artık kendinde değildir. Bütün düşüncesi aşık olduğu yerdedir, sevgilisindedir. Yolda yürürken onunla konuşur, işyerinde çalışırken onunla çalışır, yemek yerken onunla yer, gece uyurken onunla uyur, rüyasında onu görür; her zerresi sevgilisyle doludur, her düşüncesi sevgilisi olmuştur.

“Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar… bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar, Tanrı abdallarıdır! Aklı, dost aşkında kurban et… akılların hepsi de o taraftandır, odur! Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgilisi olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!” (Mesnevi, IV/1423)

Gerek Hazreti Muhammed Efendimiz, gerek bütün Evliyaullah, hepsi muratlarına aşk ile ermişlerdir, akılla değil. İşte Yunus Emre ne kadar güzel söyler: “Ey insan! Bu akılla, yürüttüğün fikirle aradığın dostu bulamazsın.” Neden böyle söylüyor? Çünkü akıl, perdedir. Bu yola akılla çıkılmaz, akıl yolu keser. Bizim yolumuz aşk yoludur.

“Ateşli aşk şarabını ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret. O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen Allah’a sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme!..” (Mesnevi, VI/2017)