MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (185)

Allah’ta yok olmalı diyorsunuz. Peki bunu nasıl yapacağız? Yokluğa nasıl erilir?

Allah’ta yok olmak, diğer yokluklar gibi değildir. Yok olduğumuz varlık, yani Allah, ebedi ve ezeli olduğu için, biz de onunla birlikte ebedi ve baki oluruz. İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık birşey gizlenmez. O, artık güneşten de üstün olur. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık herşeyden haberdardır, herşeyi işitir.

“Oğul, ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen daima emri, nehyi gör, gözet. Derken cezbe kuşu , birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür. Gözler , perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan , dışa bakar, içi görür. Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.” (Mesnevi, VI/1479)

Biz, ‘Ben biliyorum!’, ‘Ben yapıyorum!’ dediğimiz için, bizi çevreleyen Kudret’in meydana çıkmasına engel oluyoruz. Bu öyle bir kanundur ki, biz ‘Benim!’ derken, o Kudret çekilip gider; biz, bizliğimizle ortada kala kalırız. Kendimize yine kendimiz engel oluyoruz.

“Bize ne geliyorsa bizden geliyor! Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz. Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesen azdır. Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.” (Mesnevi, VI/604)

Bizler, eğer Hazreti Mevlana’nın, selam olsun üzerine, güzel huylarıyla huylanmaya çalışırsak, bize de o güzellikler bulaşır ve işte o zaman bizler de güzel birer insan olmaya yola koyuluruz.

“Yoldaşlar, sevgili, yolları bağladı. Biz topal ceylanlarız, o avlanan bir aslan. Ona teslim olmak, emrine boyun eğmekten başka, böyle bir kan döken erkek aslana karşı ne çaremiz var? O, güneş gibi ne uyumakta, ne bir şey yemekte. Ruhları da uyutmamakta, ruhlara da bir şey yedirmemekte. Gel demekte, ya ben ol, ya benim huyumla huylan da sana tecelli edeyim, yüzümü gör.” (Mesnevi, VI/576)

Şu dünyada yaşayan insanlar, hep ‘ben’ ve ‘biz’ deyip duruyorlar. Şu yüz binlerce ben ve biz içinde acaba ‘Ben’ nasıl bir ‘Ben’im? İnsan kalabalığından gelen gürültüye kulak ver! ‘Ben’i konuşturmamak için elini ağzıma koyma!

“Çocuk, oyuna öyle bir dalar ki külahı, gömleği aklına bile gelmez. Gece gelir çatar bir türlü oyunu bırakamaz. Eve bir türlü yüz çeviremez. Duymadın mı, ‘Dünya ancak bir oyundan ibarettir’ denmiştir. Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün. Gece gelmeden elbiseni ara, gündüzü dedikoduyla zayi etme. Hasılı ben de ovada kendime halvet bir yer seçtim, halkı elbise hırsızı gördüm. Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle. O, cüppeyi aldı götürdü, bu, külâhı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık; derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme oyuna gayrı. Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön. Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık alemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar. Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya, o, gizlice elbiseni de çaldı. Aman şu atımı gözet de hırsız çalmasın.” (Mesnevi, VI/455)

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (184)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Aşkta menfaat olmaz, deniyor. Fakat ‘mürid’ kelimesi ‘murad’ kelimesinin çoğuludur, yani isteyen demektir. Ayrıca ‘matlub-istenen’in de mutlaka bir ‘talib- isteyen’i vardır. Müridin, murad ettiği aşka ermesi için her türlü istekten nasıl vazgeçmesi gereklidir?

Her türlü muhabbet, menfaatsiz olmalıdır. En tatlısı ‘Tevhid’dir. Biz muhabbetin esiriyiz. Bizi kim Allah için severse, biz onun esiriyiz. O varlık, ayrım bilmez. O’nun zevki ‘Tevhid’dedir.

“Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur. Biz hepimiz Adem’in cüz’üleriydik… cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! İş bu yüzden güzel sesi dinlemek aşıklara gıdadır… çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Allah ile birleşme zevki vardır. Adamın içindeki hayaller kuvvetlenir, hatta hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden suretlere bürünür. Aşk ateşi güzel seslerle kuvvet bulur!” (Mesnevi, IV/735)

Bizim maneviyatımız, tevhidimiz, sevgidir. Sevginin icabı da şefkattir. Herhangi birimizden bu bağışlayıcı şefkat tecelli edince, ondan manevi gıdamızı almaya, onun gönlünden ‘Deryayı Ahadiyet’e atılmaya çalışırız. Onun akıl ucu o ‘Derya’dadır; göz ucu da bizde. Biz onu ne kadar seversek, bir gün aniden onun gönlüne gireriz. O alemi, kalem tarif edemez. Bu sevgi, menfaat sevgisi değil, Allah sevgisidir.

“Aşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır. Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar. Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak arayanlara bir şahit olmuştur. Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör der. Feleğin, o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme.” (Mesnevi, VI/910)

“Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara. Allah’ın zatından da uzak olduğun için onu Peygamberlerle mucizelerden bilebilirsin. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz Pirlerden gönüllere akseder. Onların gönüllerinde yüzlerce hazır kıyamet vardır… En aşağısı şudur: Komşuları sarhoş olur. Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Allah ile düşüp kalkıyor demektir.” (Mesnevi, VI/1298)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (183)

Bu dünyanın kanunu nedir? Cennet ve cehennem nedir? Dünya, cennet ve cehennem üçgeni içinde aşk nerededir?

Cennet ve cehennem dedikleri bu dünyadır. Biz dünyaya nasıl bakarsak öyle görürüz; bu büyük bir kanundur. Ama o yine bir şey değil. Ondan daha büyük bir kanun var: AŞK. Dünya nedir ki, şöyle bakmışsın, böyle bakmışsın… Şu insanlar aşkı ne zaman görecekler? Ne zaman bilecekler? Allah’ın zat’ında kaybolmayan kimse, daimi cehennemdedir. Bu cehennemin odunu, gurur ve arzularıdır. Vücut hapishanesinden çıkanlar için, azap kalmaz. Bunları temizleyecek yegâne şey aşktır. Aşka düşen, dünyanın altında kalmaz, üstünde gezer.

“O Pir sana gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun için yüzlerce kıyamet var. Cennet, cehennem.. hepsi onun cüzileri. Ne düşünürsen, O, o düşünceden de üstün. Ne düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye sığmayan yok mu? İşte Allah odur. İçinde kim olduğunu biliyorsa, evin kapısındaki küstahlık neden? Ahmaklar Mescidi ulular da, gönül ehlinin gönlünü yıkmaya çalışır. Halbuki o mecazidir be eşekler, bu hakikat. Uluların gönülden başka Mescidi yoktur. Herkesin secdegâhı olan velilerin gönül mescitlerinde Allah vardır.” (Mesnevi, II/3105)

Kalbimizde kandil halinde yanan ‘Aşk’ı güneş haline getirmelidir. Aşk daima büyür, hiç zeval bulmaz. Diğer tabiat maddelerine benzemez. Onlar büyüdükten sonra ölürler; aşk ise ebediyen büyür, ölümsüzdür.

“Subhu sadıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki. Bu sabır ve sebatla şu yedi renkli zâhiri gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.” (Mesnevi, II/755)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (182)

Peygamber Efendimizin, Kur’an-ı Kerim’de bahsettiği Cebrail, bir diğer adıyla Cibril Emin akıl mıdır?

Peygamberin ‘Cebrail’ diyerek anlatmak istediği şey akıldır. Akıl o alemde şaşkına döner. O alemin sultanı aşktır. Aşka teslim olup gözümüzü o alemde açınca bir de bakarız ki, ne dediğimiz gibiymiş ne de duyduğumuz gibi. Bir şeyi tamamıyla bilen bir insan için öğrenmek, yani ‘ilim’ denen şey kalır mı? İçimiz yanıp da ‘Ah’ deyince, ilim, bu ‘Ah’ın yani ‘Aşk’ın arkasında ve ona hizmetçi olarak kalır.

“Akıl, bu ne aşktır, bu ne haldir… onun ayrılığına mı şaşmalı, kavuşmasına mı… hangisi daha ziyade şaşılacak şey diye hayran olmuştu. Gök, o anda kıyametnameyi okumuş, saman uğrusuna kadar elbisesini yırtmıştı! Aşk, iki âleme de yabancıdır; aşkta yetmiş iki türlü divanelik var! Aşk, pek gizlidir ama şaşkınlığı meydanda… Padişahların canları bile ona hasret çekmektedir. Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır. Padişahların tahtları, aşka karşı alelade bir tahta parçasından ibarettir. Aşk çalgıcısı, sema vaktinde şunu çalar: Kulluk bir bağdır, efendilik baş ağrısı! Şu halde aşk nedir? Yokluk deryası! Aklın ayağı, orada kırıktır! Kulluk da malûm sultanlık da… aşıklık bu iki perdeden gizli!” (Mesnevi, III/4717)

Aşk her şeyi saran bir kudrettir, vücudu görülmeyen bir kudret… Onun kudreti, yine aşkla görülür. Aşkı olmayan insan aşkı bilemez. Aşk kudreti herkese verilmiştir. Mürşid-i kamilin terbiyesi olmadan insanlar, bu aşk kudretini herhangi bir şeye veya bir eğlenceye sarfeder, yitirirler; sonra da ‘Allah bize nasip etmemiş’ derler. Halbuki bize verilen bu aşk kudretini, o aşkın kaynağını, hazinesini aramak için sarfedersek, aradığımızı mutlaka buluruz. O hazineyi bulup orada yok olmak en büyük devlettir. Bizi bu aşka ancak tefekkür götürür. Tefekkür bize yokluğumuzu, hiçliğimizi öğretir.

“Evi yık! Hazine, ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele geçmesine çare yok, evi yıkmaktan ürkme, durma! Çünkü bu hazinenin ele geçecek bir parasıyla zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev yapılabilir. Nihayet bu ev zaten viran olacak, altındaki hazine de apaçık meydana çıkacak! Fakat o vakit hazine senin olmaz, çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma ücretidir.” (Mesnevi, IV/2540)

“Kendine gel ey katra da bu şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol! Böyle bir devlet, kimin eline düşmüştür! Bir deniz, bir katrayı dilemekte, istemekte! Allah hakkı için Allah hakkı için çabuk sat ve satın al… bir katrayı ver, incilerle dolu denizi elde et! Allah hakkı için, Allah hakkı için hiç geciktirme… bu söz, lütuf denizinden gelmede!” (Mesnevi, IV/2620)

Bizim yapmamız gereken, ahlakımızdaki kirleri, kibri, buğzu, yalanı, riya ve hasedi temizlemektir. Çünkü zevk-i ilahi, bunların arkasındadır. Ama bunların hepsine galip olan aşktır. Onlarla mücadeleye gücümüz yetmez. Aşk için yalvaralım. Ne diyor bir Tanrısal ilham? “İmdat senden, ya Hazreti Aşk, yetiş!”

“Ma remeye iz remeyte; iyi bil. Canın nesi varsa canlar canındandır. Elini tutan, yükünü yüklenen odur. Her an, her nefes, o anı, o nefesi ondan um! Onun feyzine geç mazhar olduysan gam yeme. Bilirsin ki ihmal etmez, imhal eder. Allah rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an seninledir. Bu vuslatın, bu muhabbetin şerhini duymak istersen adamakıllı düşünerek ‘Vedduha’ suresini okuyuver!..” (Mesnevi, II/2530)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (181)

İlmin, aşk ile bir bağlantısı var mıdır? Aşka ilim yoluyla ulaşılabilir mi?

Ateş, ancak diğer bir ateşten yanar. İlmin bir hududu vardır; ama aşk, insanı alır götürür. Aşkla tepeye çıkan kişiye, ilmin ne lüzumu var. İlmin menbağı akl-ı cüz, aşkın menbağı Akl-ı Küll’dür.

İnsanı Allah’a aşktan başka hiç bir şey götüremez. Her varlık bir koruyucu ister. Aşkın hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Aşk ebedidir; yıkılmaz, geçmez, karanlık kabul etmez. Daimi bir şefkat lambasıdır aşk. Aşk, karanlıksız, gecesiz bir gündüzdür. Gündüz bile karanlık vardır da, aşkta yoktur. Gündüzün bir mağarada karanlık vardır ama, aşkın ışığına hiçbir şey engel olmaz.

“Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin? Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup, ya Rabbi, o karaltıyı gider, yine nurunu ver demez misin? Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağın, yahut aman dileyeceğin güneş nerede? Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur… halbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur. Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun! Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim… bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen! Onun, temiz ruhtan başka doğuşu… yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz. Gündüz, onun doğduğu zamana derler… geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz. Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür! Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır! Arşın nuruna… arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!” (Mesnevi, IV/579)

Mananın da çağları var. Tabiatın mevsimlerine benzeyen mevsimleri var. Mana mevsimleri aşkla terbiye edilirse, Tanrı ilhamları meydana geliyor ve Tanrı ilhamları, büyük bir bulanıklığı parçalaya parçalaya yürüyor. Çünkü toplumumuza bu aşk gerektiği kadar aşılanmamış.

“Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın! Çünkü gönül cevherdir.. söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, âriyettir,maksat cevherdir. Mânası gizli kapalı, yahut başka olan bu çeşit lâflar, ne vakte kadar sürecek? Yanıp yakılmak isterim ben, yanıp yakılmak. O ateşe düş! Canda sevgiden bir ateş tutuşur.. düşünceyi, sözü, baştanbaşa yakıver! Ey Musa, edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış Aşıklar başka…” (Mesnevi, II/1760)

İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur: Kül rengi… Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder.

“Öküzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara! İyi renkler, temizlik küpünden hasıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir. O latif rengin adı ‘Sıbgatullah- Tanrı boyası’ dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lanetidir. Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır. Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşka karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!” (Mesnevi, I/ 765)

Bizler, o ‘Kudret’e arzusuz ve emelsiz teslim olmalıyız. Aşık’ın yanıp kül olmaktan başka hiçbir arzusu yoktur, olmamalıdır. Cenab-ı Mevlana: “Aşk okullarda öğrenilmez” der. Aşk gözden doğar. Sevgi ile aşk aynı değildir. Aşk insanı deli eder, akıl bırakmaz. Aşık gece gündüz hep Sevgilisini düşünür.

“Aşık, yaşarsa Allah için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir. Bu ahlak, ona ezelden verilmiştir; gözü sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş aydın olmuştur.” (Mesnevi, III/1910)

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (180)

Aşkta korku var mıdır? Korku neden kaynaklanır?

Ne kadar öğrensek, ne kadar bilsek, her şey yanıltabilir bizi. Aşk olmazsa insanı çoluğu çocuğu bile yanıltabilir. Aşk olursa, bütün dünya gelse yanıltamaz. Külün bir daha ateşte yanmadığı gibi, insan da aşkta fani olmuşsa, ne kendi aklına ne de başkasının aklına aldanmaz. Korkak olan akıldır. Aşk hiç korkar mı? Aşk hizmetçi değil, sultandır. Herkes ve herşey onun hizmetçisidir.

“Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, aynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, âşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne galip gelemez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder. Tanrı’nın doğruluk makamında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!” (Mesnevi, I/3492)

Bir insan Allah’ı sevdikten sonra, Allah’ta onu sevdikten sonra, korku kalmaz. En büyük bela korkudur. Fakat sevgi tecelli edene kadar korku da lazım. Allah’la dost olmuş bir insana ‘Allah’tan kork’ derlerse, garibine gider. Sevdiğimiz dostumuzdur; korktuğumuz ise düşmanımızdır.

“Hakk’a dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister. Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı? Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun. Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik murat ve maksadı terk etme değil mi? Onun her bir yıldızı yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir. Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk. Ey âşık ! Aşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.” (Mesnevi, I/1745)

Aşkta ‘Celal’ bulunmaz. Aşk daima ‘Cemal’in zat’ıdır. Aşkın yabancısı yoktur. Aşk, herkesle herkestir; kucağını herkese açar. Ebedi hayatın menbağı aşktır. Aşk öyle bir şeydir ki, hayata da muhtaç değildir. Hayatı olmayanın korkusu da olmaz. Korku, hayatın bekçisidir. Zerre kadar korkusu olan aşık değildir. Hayat dediğimiz zaman, ölüm de onunla beraberdir. Aşk ise ölümsüz bir hayattır.

“Kötü yürekliler, korkularından savaşta kaçma sebeplerini ele alırlar, onlara yapışırlar. Cesur erlerse yine can korkusundan düşman saflarına hücum ederler. Korku ve tasa Rüstem’leri ileri götürür… o kötü yürekli korkaksa korkusundan olduğu yerde ölür gider. Belâ ve can korkusu mihenktir… onun içindir yiğitler, tehlike anında korkaklardan ayırt edilirler.” (Mesnevi, IV/2916)

“Ölümü içenler, onun aşkiyle dirildiler; gönüllerini candan da çekmişlerdir, abıhayattan da. Aşkının suyu mademki bize el verdi, abıhayatın bizce hiçbir değeri yok artık. Her can, abıhayattan diridir. Fakat abıhayatın suyu da sensin. Her an bana bir ölüm, bir haşir verdin de o keremin neler yaptığını gördüm. Senin yeniden dirilteceğine güvenim var; o yüzden bu ölüm, bana uyku gibi görünmede ey Tanrı. Her an yedi denize de serap olsa ey suyun suyu, sen onu kulağından tutar, getirirsin. Akıl, ecelden titrer durur, halbuki aşk, neşe içindedir. Taş, toprak parçası gibi yağmurdan korkar mı hiç?” (Mesnevi, V/4220)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (179)

Hazreti Mevlana’nın aşkın kemali olduğunu söylediniz. Hatta Hazreti Mevlana’nın bir ismi de ‘Aşk Peygamberi’. Siz de O’nun bendesi olarak bizlere aşkı anlatır mısınız? Aşkın, bir insanda kemal bulması ne anlama gelmektedir?

Aşk, Allah’ın elidir. Aşk’a tutulan, Allah’a tutulmuştur. Aşıklık, kendi varlığından, benliğinden söz etmemektir. Daima bir aşıkla düşüp kalkmak ve daima aşıklığı seçmek gerektir. Aşık olmayanlarla bir dakika bile beraber oturmak haram sayılır. Allah herkese ‘Aşık olun’ diyor, o yolu bizlere açıyor. Ama bu nimeti istemeyenden de derhal alır.

“Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti. Ey âşık! Aşk, Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış! Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.” (Mesnevi, I/25)

Hazreti Mevlana’ya, ‘Aşkı bize söyler misin, aşk nasıldır?’ diye sormuşlar. ‘Nasıl söyleyeyim, benim gibi ol da anla’ demiş. İnsan kolay kolay duygusunu ortaya koyamaz, o duygu onu alır, başka alemde tutar. Onun için tatmayana aşkı anlatamayız. Kim tatmışsa aşkı, onunla rahat konuşulur. Akıllıda akıl bırakmaz, akılsızı da akıllı yapar. Tanrı herşeyin üstündedir. Kişi ona yönelirse o aşkla üstünden gaflet gider, Hakk’ın güzellikleri aşıkta görülür.

“Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… akibet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır.” (Mesnevi, I/ 110)

Aşk her şeyin aslıdır. İlimleri doğuran, akılları ihya eden aşktır. Hazreti Muhammed Efendimizin bir diğer adı Habibullah’dır, yani Allah’ın sevgilisi. Herşey sevgiye, aşka, imana, kendini sevdiğin yere perçinlemeye dayanıyor. Bunları yapabildin mi, sende Hakk’ın güzellikleri meydana tecelli etmeye başlar. Biz en son yaratıldık ama, Yaratan da bizde yaratıldı.

“Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin! Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.” (Mesnevi, I/120)

İçimizdeki varlık ‘Ve nefahtü fihi min ruhi – Kendi ruhumdan üfledim’ gıdasını alır; aldıkça iştahı artar. İşte bu iştaha ‘aşk’ denir. Aşk insanın gönlüne hem gözden, hem de kulaktan girip doğabilir. Aklın sabahına ulaşmak için gönülü illa bir ‘Gönül’e katmak lazım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez.

“Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı! Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün. Onu anlamanın âfeti, sözdür, haldir; kanı kanla yıkamanın imkânı yok! Ben, onun sevdalılarının mahremiyim… gece, gündüz kafes içinde ondan bahsetmedeyim!” (Mesnevi, III/4725)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (178)

Hazreti Mevlana’nın eseri Mesnevi-i Şerif hakkında bugüne kadar farklı yorumlar yapılmıştır. Bazılarına göre Mesnevi, Kur’an-ı Kerim’in tevili niteliğindedir; fakat bazılarına göre de Mesnevi’yi Kur’an-ı Kerim’in tevili olarak görmek tamamen aykırı bir davranıştır. Siz, Hazreti Mevlana’nın manevi temsilcisi olarak bu konuya nasıl bir açıklık getirmek istersiniz?

Evet, herşeyde olduğu gibi bu konuda da fikir ayrılıklarının olması kaçınılmazdır ve çok doğaldır. Fakat bize göre Mesnevi, Kur’an ayetlerinin aşkla yapılmış yorumlarıdır, tevilidir ve insanı insana anlatır, kesinlikle insan dışında değildir.

“Mana denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki her an Mesnevi’yi, ancak ve ancak mana denizi göresin. Yel, derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır.” (Mesnevi, VI/65)

Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i yazdıktan sonra istihareye yatmıştır ve Peygamber Efendimiz, daha ilk akşam onun manasında tecelli ederek, Mesnevi’yi eline almış ve gülümseyerek, “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, böyle bir eser yazmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime sun, mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif, insan toplumuna sunulmuştur.

“Mesnevi’nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur. Allah da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.” (Mesnevi, VI/655)

Hazreti Mevlana, bir beyitinde şöyle der: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişilerden de, onların sözlerinden de bizarım.”

Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevilidir ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet göstermiştir. Muhammed Mevlana’mız, Hazreti Resulullah Efendi’mizin bendesi olarak, onun iç alemini en güzel şekilde keşfetmiş, O’nu yaşadığı devire göre taşımış ve bütün insanlık alemini kucaklamış, dinlerde ayrım yapmamış, hepsini bir görmüş, birlikten söz etmiş ve ikiliğe hiç yer vermemiştir.

“Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevi de yokluk dükkanıdır oğul. Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.” (Mesnevi, VI/1525)

Hazreti Mevlana kadar sevgiden, aşktan ve birleyici sözlerden konuşan bir mütefekkir daha dünyaya gelmemiştir ve gelmeyecektir. Bugün bütün insanlık alemi Pirimiz Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı çok sevmektedirler, çünkü onun sevgi dolu sözleri bütün insanlığa etki etmiş ve ona gönül verenlerin kalblerine huzur ve sükunet bahşetmiştir.

“Sen Mesnevi’de ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir.” (Mesnevi, VI/70)

Hazreti Mevlana’ya saygı Hazreti Muhammed’e saygı demektir. Neden? Çünkü Peygamber Efendimizin yaşadığı devirde toplum çok cahildi ve O, bu nedenle topluma iç alemini açamamıştı. Ama Hazreti Mevlana hem Peygamber Efendimizi hem de O’nun kitabı Kur’an-ı Kerim’i en güzel şekilde dile getirmiş; hatta gerektiği yerde, toplumun bilgilenmesini istemeyen kişilere rağmen, hiç çekinmeden hakikatleri konuşmuş ve hiçbir zaman iman ettiği yerden taviz vermeyerek daima insanları aydınlığa davet etmiştir.

“Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur’an’dan ‘Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar’ âyetini okuyun!” (Mesnevi, V/3820)

Hazreti Mevlana’mız, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmış ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben manayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi…”

“Bil ki Kur’an’ın bir zâhiri var… zâhirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var. O bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir. Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi! Kur’an’ın zâhiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!..” (Mesnevi, III/4244)

Gönüller sultanı Hazreti Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir…

Hazreti Mevlana aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile yüceliği öğreten bir hal abidesidir. Peygamber-i Zişan’ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.

“Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti.” (Mesnevi, VI/751)

O’nun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj aşk, sevgi ve birliktir. O, bir Veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş; bir Pir, bir Mürşid olarak insan kalbini saflaştırmış; bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin temsilcisi olmuştur. Onun içindir ki hangi alim Mevlana’yı tanısa yücelmektedir. O’nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır. O, hiç bir şeyi inkar etmez ama her şeyi birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, herşeyin Allah’ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal olarak yansıtır.

“İnsan yaratılmışların en şereflisidir” düsturuyla her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hazreti Mevlana sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.

“Sanır mısın ki Mesnevi sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın! Yahut hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin ağzına gelsin! Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir… dışyüzünü duyarsın, iç yüzünü değil! Bir güzel, başına, yüzüne çarşafını örtmüş, senden yüzünü gizlemiş! İnadından Kur’an, sana nasıl gelirse Şehname yahut Kilile ve Demine de öyle gelir! İnayet sürmesi gözünü aydınlatır, açarsa doğrucuyla mecazı o vakit ayırt eder, anlarsın!” (Mesnevi, IV/3459)

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (177)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Mesnevi’yi okuyan benimle sohbet etmiş gibidir. Yani Mesnevi ona mürşidlik eder.” Fakat başka bir yerde de Hazreti Mevlana diyor ki: “Temiz olmayanlar bu Mesnevi’den bir şey anlamazlar.” Yine bir başka sözü daha var, o da şu: “Bizi öldürmek isteyenler bizde dirildiler.” Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Benim eserim Mesnevi’yi elinize alıp okumaya başladığınızda benimle konuşmaya başlarsınız. Fakat okurken kulaklarınızın işiteceği kadar sesinizi yükseltin ki, o zaman sizin dilinizden sanki ben konuşmuş gibi olurum ve siz de dinlemiş olursunuz. Eğer sessiz okursanız, o sırada aklınız başka yerlere kayabilir ve siz birçok şeyi kaçırmış olursunuz.”

“Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta… Kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte. Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Alemin bağları, bostanları onun fer’inden ibaret. Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi, hemen ‘O, bahçelerin inişlerinde nehirler akar’ ayetini oku artık.” (Mesnevi, II/2452)

Fakat Mesnevi okuyanların bir kısmı da vardır ki, okurlar ama birşey anlamazlar. Neden anlamazlar? Çünkü kitab sahibini tanımamaktadırlar. Tanımadıkları için de Mesnevi’yi sanki bir masal kitabıymış gibi okurlar. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim de birçok kimse tarafından masal gibi, bir kuru bilgi gibi okunmaktadır. Neden? Çünkü Peygamber Efendimizle duygusal bir bağ kurmuyorlar. Eğer O’nunla aşk ile muhabbete girilmiş olsaydı, o zaman Kur’an, o kişilerin dilinde bambaşka bir hale bürünürdü.

“Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. Yanmadıkça o bilgi, Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal. Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.” (Mesnevi, II/860)

Aşk ehli birini çok sevdi mi, sevgilisinin o yüce sözlerini sayısız manalara yönlendirir. Ama sevgisi, aşkı yoksa ve Peygamberimizi bir elçi olarak görürse, o takdirde yapılan tefsirler kuru bir mana taşırlar ve okuyan kimselere de pek bir fayda sağlamaz.

“Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı. Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın. Bu kapının afeti, heva ve şehvettir. Yoksa burada daima şerbetler içilir durur. Bu ağzı kapa da o âlemi gör. O aleme gözbağı, boğaz ve ağızdır.” (Mesnevi, II/8)

Bakın Hazreti Mevlana şöyle bir hikaye anlatır: “Aşığın biri, bir gün sevgilisiyle buluşuyor ve onun için o güne kadar ne hizmetler yapmış ise hepsini birbir anlatmaya koyuluyor. Hatta onun için namusundan da olduğunu söylüyor. Sevgilisi de sessizce dinliyor ve aşığı sözünü bitirince ona dönüp: “Eğer söyliyeceklerin bittiyse şimdi ben de sana şunu söylemek istiyorum: Evet, benim için bunların hepsini yaptın, ama tek bir şey yapmadın…” Aşığı soruyor: “Nedir o yapmadığım?” Sevgilisi ona şu cevabı veriyor: “Benim için ölmedin! Bana karşı hala tam bir teslimiyetin yok ki, böyle konuşuyorsun.”

Bu yol, yani insanlık yolu, çok ince bir yoldur. Şimdi sorduğunuz sorudaki, Hazreti Mevlana’nın, “Beni öldüren bende dirildi…” diye buyurmuş olduğu sözüne gelelim: En başta nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır. Evet, düşmanımızdır ama, eğer biz ona uymazsak, o bize uymak zorunda kalır ve en sonunda tamamen güzel bir hale gelerek dirilişe ulaşır.

“Ölümünden uzun bir ömür isteyip dur! Nefsinin ‘Bu kötü’ dediğine kulak asma. Çünkü onun işi hep zıddınadır. Onun dediğinin zıddını yap. Alemde Peygamberlerin de vasiyetleri böyledir. Sonun da az pişman olasın diye yapacağın işlerde müşaverede bulunmak vaciptir.” (Mesnevi, II/2265)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (176)

Türbe-i Saadet

Hazreti Mevlana’nın felsefesinin tamamen insan ve ilahi aşk üzerine olduğunu biliyoruz. Bizi bu konuda aydınlatır mısınız Hasan Dede?

Günümüze kadar insanlık bir çok keşfe sahip olmuş, bilim ve teknolojide büyük atılımlar yapmıştır. Fakat insan sorunu düşünce açısından açıklığa kavuşmamıştır. Hazreti Mevlana yedi yüz yıl önce bu düşüncesini dile getirmiş, adeta insanın nasıl yüce bir varlık olduğunu bize anlatmıştır. İnsan öteki varlıklardan farklı olduğunu şöyle dile getirmiştir: “Kimim ben? Niçin bir sürü vesveseler içindeyim? Neden oradan oraya sürüklenip duruyorum? Fezalardaki birisi miyim ki burçtan burca geçer, ağlar, gülerim. Bazen yanan ateş, bazen coşan sel olurum. Ne asıldanım, ne fasıldanım, hangi pazarlarda satılırım. Bazen içi daralmış hüzünlüyüm. Bazen bu halden de uzağım ve en yüksekten de yükseğim.”

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 4)

Hazreti Mevlana’ya göre her insanın ayrı bir özelliği vardır. Herkesin mizacı, yapısı ve tutkuları değişiktir. Ancak insandaki aşk Tanrısal bir yetenektir. O herkeste ortaktır. Aşkla varlığın hikmeti düşünülür, bedenin tutkuları dizginlenir. Tanrı sevilir. Barış, sevgi ve dostluk duyguları egemendir. İnsan hayatına aşkın buyrukları egemen olursa, davranışlar erdemli olur. İnsanı yücelten aşktır.

“Rabbin balarısına şöyle ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları kovanlardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarına gir. Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibret vardır.” (Nahl, 68-69)

Hazreti Mevlana bir rubaisinde şöyle sesleniyor: “İnsanlar sayılıdır, çoktur amma iman birdir. Cisimleri çoktur ama canları birdir. İnsanda, eşeğin anlayışından başka bir akıl, başka bir can vardır. O dem’e erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişilere insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur. Sen bu birliği dışarda arama. Bu hayvani can ekmek yese, insani ruhun karnı doymaz. Bu yük çekse o kırıntı çekmez. Hatta onun ölümüyle bu hayvani can sevinir, neşelenir. İnsani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de kıskançlığından ölür. Kurtların köpeklerin canı hep ayrı ayrıdır. Bir olan ise Tanrı aslanlarının canlarıdır.”

“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf, 13)

Mevlana’ya göre insan sorumluluk taşıyan bir varlıktır, yaratılmışların en şereflisidir. Yüce Mevlana yine şöyle seslenir: “Burada gizlenmiş birisi var. Eteğimi tutuyor. Kendisini gizlemiş, beni öne sürüyor. Şeker kamışında şekerin gizlendiği gibi gizlenmiş. Gönlü hastalanan ben, hiç kimseden bir derman bulmadım. Şimdi anladım ki meğerse o dert benim dermanımmış.” Mevlana’ya göre insanın asıl varlığı Tanrı katında ve zatında idi. Sonra bu aleme gelerek bir çok derecelerden geçti. İnsan düşünen ve her şeye anlam veren bir varlıktır. Hepsinden de önemlisi, insan, kendi nefsini dizginleyerek Tanrı’ya ulaşmak için O’nda yok olma şerefine ulaşabilen varlıktır.

“Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyseniz düşünün ki, hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra da az bir sudan, sonra bie “alaka”dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir “mudga”dan yarattık ki, size kudretimizi apaçık anlatalım. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra da akıl, temyiz ve kuvvette tam gücünüze ulaşmanız için sizi kemale erdiriyoruz. İçinizden ölenler olur. Yine içinizden bir kısmı da ömrün en düşkün çağına ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hale gelsin. Yeryüzünü de ölü, kupkuru görürsün. Biz onun üzerine yağmur indirdiğimiz zaman kıpırdar, kabarır ve her türden iç açıcı çift çift bitkiler bitirir.” (Hac, 5)

“Allah, ölen insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Zümer, 42)

“O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye layık olandır.” (Şura, 28)