Allah’ın istediği şey sevgidir. Peygamber Efendimizin ilmi de Allah ilmidir, sevgi ilmidir.
İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan, bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar.
Şehadetin manası: Eşhedü en la ialhe illallah; yani, şehadet ederim bütün cihan boş, ancak sensin Allah. Ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu; yine şehadet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim, demektir. İşte şehadet budur. Şehadet ağızdan çıkıp, kulaklar işitti mi, onun manasına inip manasında yaşamak gerektir. Eğer Müslümanlar şehadetlerinde yaşasaydılar hiçbir zaman kötülük yapmaz, birbirleriyle kavgaya savaşa girişmezlerdi. Çünkü hepsi Muhammedi’leşir ve tertemiz insanlar olurlardı. Herkes tarafından sevilen ve sayılan insanlar olurlardı. Dünya bir barış, sevgi yuvası olur ve huzur içinde yaşarlar, yaşatırlardı.
Hazreti Muhammed Efendimizin dini yüksek ahlak üzerine kurulmuştur. Allah, bizleri sevgi için, sevmek için yaratmıştır. Allah’ın en büyük mucizesi insandır, yani sizlersiniz.
Mevlana’mız da şöyle der; “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.” Eğer sevgi olmadan, aşk olmadan yaşıyorsan, bil ki sen ölmüşsün. Ama Hakk’a gönlün varsa, muhabbetin varsa, o zaman sen, Hakk ile yaşıyor ve yaşatıyorsun.
İki kardeş bile, bazen birbirlerine zıt olabiliyorlar; fakat iki Allah aşığının birbirine zıt olduğu görülmüş müdür? Biri ister ki öbürü ihya olsun; öbürü de ister ki diğeri ihya olsun. Onların birbirlerini sevmeleri, ebedi hayat demektir.
Bütün amacımız kavgadan, çekişmekten uzak durmak, Hazreti Muhammed’i, Hüdavendigar Mevlana’yı güzel tahsil etmek, Yaratandan ötürü bütün topluma sevgi ile bakmak, sevgiden söz etmek olmalıdır. Böyle davranırsak Allah katında iyi bir yere sahip oluruz.
Bütün olay kendini tanıyarak, insanca yaşamaktır. Tasavvuf dediğimiz Allah yolu, ne okuma, ne yazma, ne riyazat, ne başka bir şey, hiçbir şey değil; sadece karşılıklı sevgidir o kadar.
Şöyle bir deyiş vardır: Duvara güvenirsin, gün gelir duvar yıkılır. Birisine güvenirsin, gün gelir ölür. Ama Allah’a güvenirsen, O’ne yıkılır, ne de ölür… O, her daim diridir, hem daim ‘Hay’dır.
Bir dost da dedi ki: “Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasi ve veli olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır.” Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir.
Bozulmayan, çürümeyen ve rengi değişmeyen bir şey varsa, o da Allah’tır. Oysa dünyevi nimetler hem çürür, hem çürütür. Allah’ın bizlere sunduğu en güzel nimet akıldır ve onu da insanın başına koymuştur. Eğer insan aklını ve sevgisini daima Allah’ın güzelliklerine yönlendirirse, o zaman o kişi daima güzelliklerde yaşamını sürdürür.
Bakın ne güzel söylüyor Hüdavendigar Mevlana: “Sen aklını tutarsan her an bende, daim beni görürsün sende…” Akıl başa, sevgili kalbe konuldu. Eğer sevgili başa konulsaydı, rüzgar onu uçururdu… Ama o kalpte duruyor. Eğer ki sevgili Allah olursa, muhakkak sevenin aklını da en güzel şekilde işletir.
Biz her zaman ne diyoruz? İnsan düşünceden ibarettir… Neyi düşünürsen onu çekersin kendine. Bu tarafı, bu güzellikleri sık sık düşünürsen bir gün gelir, artık düşünmene de gerek kalmaz; baştan aşağı güzellik olursun.
Bizler, Hakk yolunun yolcularıyız. Bizler, yüce Allah’ın sunduğu nimetlerden yiyenleriz; dünyaya düşkün değiliz. Hüdavendigar Mevlana’mızın buyurduğu gibi: “Ya Rabbi! Bu kaseyi, bu sofrayı ebedi kıl, kıyamete kadar yaşat! Allah’ım bu bahçeyi sonsuz baharının lütfu ile daima yeşert, yemyeşil, ter-ü taze sakla! Allah’ım, bu duaya, sen de amin de! Zaten dua da senin duan, amin de senin aminin.”
Evet, Allah’ı sevelim, Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun. Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Mutlaka bilinmelidir ki, Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur. Her ev yıkılır, fakat Allah’ın evi yıkılmaz.
“Çalışanlar fenalık düşünmeye fırsat bulamazlar. Çalışmayanlar ise kendilerini fenalıktan kurtaramazlar.”
İmam Ali Efendimizin bu sözü çok güzel ve yerindedir. Bir insan çalışmaya daldı mı, artık Ahmed’i, Mehmed’i, Fatma’yı düşünemez. İşini bitirsin de bir an evvel evine gitsin, yemeğini yesin, arkadaşlarıyla buluşsun, bunları düşünür. Çalışmayan, bir işle meşgul olmayan bir kişi ise, aklını her tarafa götürür. Böyle bir akıl insanı dedikoduya sürükler. Başkalarının dedikodusunu yapan kişi, Adem eti yiyor demektir.
Samatya yolu üzerinde bir cami vardır. Caminin ismi Etyemez Camii. O devrin padişahı bir gün merak ediyor, bu camiyi yapan kişiler acaba hiç mi et yemediler, yemedikleri etin parasını biriktirip de mi bu camiyi yaptırdılar, diye düşünüyor. Sonra diyor ki kendi kendine ne kadar et yemeyerek parasını biriktirse de, o parayla bu cami yapılamaz. Vezirine soruyor, “Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Acaba bunlar halkı mı kandırıyor?” Vezir diyor, “Çağıralım cami sahiplerini, etli yemekler ikram edelim, bakalım yiyorlarsa, o zaman halkı kandırıyorlar demektir.” Çağırıyorlar cami sahiplerini, onlar da teşrif ediyorlar. Hal hatır soruşuyorlar, bir vakitten sonra sofra kuruluyor. Sofrada her türlü et yemeği var. Bakıyorlar ki, cami sahipleri hiç tereddüt etmeden bütün etli yemekleri yiyorlar. Yemek bittikten sonra padişah soruyor, “Efendi! Siz bir cami inşa ettiniz, adını da Etyemez Camii koydunuz. Ama gördüm ki siz et yiyorsunuz. Bu nasıl oluyor?” Cami sahibi şu cevabı veriyor: “Şevketlim, kesilen bütün hayvanlar bir mümine can verecekleri için seve seve verirler canlarını. Çünkü hayvaniyetten Ademiyata yola çıkıyorlar. Ama diğer taraftan öyle insanlar da vardır ki bu kesilen hayvanlar onlara can feda etmek istemezler. Çünkü onlar hayvandan da beterdirler. Ayaklarını direrler yürümezler.”
Bir hikaye daha anlatayım: Bir gün bir mandayı kasaplar tutmuşlar kesecekler, manda kurtarıyor kendini onların elinden, başlıyor kaçmaya. Koskoca çarşının içinde, o kadar insan içinde, koşup geliyor Mevlana’ya. Kafasını sürüyor Mevlana’ya, gözlerinden yaşlar geliyor. Mevlana okşuyor mandanın başını, diğer taraftan da bakıyor ki kasaplar koşa koşa geliyorlar. “Durun Efendiler” diyor, “bu hayvan bu kadar insan içinde hiçbirine sığınmadı, geldi bana sığındı. Bu mandanın değeri ne kadarsa ben onu satın almak istiyorum.” Diyorlar ki şu kadar, Mevlana veriyor parayı, kasaplara “Hadi siz gidin” diyor. Mevlana, mandayı çayırlık bir yere götürüyor ve orada serbest bırakıyor. Manda biraz dolaşıyor sonra uzaklaşıyor, gözden kayboluyor, sırlanıyor. Hazreti Pir böyle bir keramet gösteriyor.
Hasıl-ı kelam, Şahımız Ali’nin bütün sözleri doğru ve yerindedir. Çalışan insan fırsat bulamaz dedikodu yapmaya, çalışmayan insan durduğu yerde dedikodu üretir, Adem eti yemeye başlar.
Biz burada her zaman ne diyoruz? Eğer yapacaksanız bir dedikodu, Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünün dedikodusunu yapın. O zaman siz ruhen banyo yapmış gibi olursunuz, temizlenmiş olursunuz. Eğer dünya muhabbeti yaparsanız, dünya hep çamurdur, bakarsınız onun çamuru sizin üzerinize de sıçrar.
“Ömür çok kısadır. Her beğenilen şeyi öğrenmek mümkün değildir. En mühimini öğrenmek icap eder.”
Ömür bir günü andırır. Aynen sabah ve akşam gibi… Şimdi düşünün bu yaşlara geldiniz geçmiş günleriniz unutuldu, geçmiş yaşamlarınızı unutuldu. Gün geldi dedin ki: Allah Allah nasıl geçti 50 sene, nasıl geçti 60 sene, 70 sene… görüyorsun ki bir an gibi. İşte Hazreti Ali Efendimiz diyor: Her şeyi öğrenmeye çalışma, öğreneceksen kimliğini öğren. Eğer kimliğini bulursan sen artık benimle dirilirsin. Eğer kimliğini bulamadıysan hayatın boşa geçmiş olur.
Bu konuda sahabeye sordukları zaman en güzel cevabı Hazreti Ali Efendimiz vermiştir. İlk önce Ebubekir’e sordular: “Sen bu alemden göç ettikten sonra seninle anılacak bir sözün var mıdır? Onu yazalım.” “Var” dedi. “Nedir?” “Geldik bu aleme ağaca konmuş bir kuş gibi, meyveyi yiyoruz ama neticeyi bilmiyoruz” dedi. Aynı soruyu Ömer’e de sordular, o da şöyle bir cevap verdi: “Yaşa bu alemde ölmeyecek gibi.” Sıra Osman-ı Zinnuri’ye geldi, o da şöyle dedi: “Benim söyleyecek bir sözüm yok. Kur’an-ı Kerim’i elinize aldığınız zaman beni hatırlayın, Kur’an-ı Kerim’i kitap haline getiren benim.” Söz sırası Ali’ye geldi, “Ya Ali” dediler, “Sen anadan doğma Hazreti Muhammed’in terbiyesinde yetiştin. Senin seninle anılacak bir sözün var mı?” “Var” dedi. “Nedir?” “Haber vermediler bu aleme gelişine, haber vermezler gidişine, daim hazır ol.” İşte Hazreti Ali kesti yolları, hep hazırda dur, dedi. Çünkü nerede kapı çalınacak bilemezsin. Bilse insan zaten yaşamını sürdüremez, umudunu yitirir. Çünkü yaşam umutladır.
Hüdavendigar Mevlana bu dört sahabenin konuşmalarını takip etti, bakın o da şöyle buyurdu: “Ey insan! Bu beden bir mektuptur, postalanmış padişaha…” çünkü daha anadan doğar doğmaz çıktık yola gidiyoruz Allah’a, “Layık ise postala layık değil ise yırt, yenisini yaz, çünkü zaman az.” Bakın Hazreti Ali Efendimizin sözünden ne kadar güzel bir ilham almıştır.
Biz burada sizlere sayısız sefer insanın kimliğini söylüyoruz, nasıl söylüyoruz?.. Dünya üzerindeki bütün varlıklar insandan önce yaratıldı. İlk güneş yaratıldı, hiçbir varlık Yaratanı dile getiremedi. Ne güneş ne ay ne yıldızlar, ne dağlar ne taşlar, ne çiçekler ne çimenler, ne hayvanlar… hepsi kendi vergisinde yaşamlarını sürdürdüler. E ama Allah istiyor şimdi bilinsin, tanınsın. Ve Allah insanı yarattı. İşte insanda kendini yarattı. İnsan gözüyle bütün yarattıklarını seyretti, insan diliyle bütün yarattıklarını isimlendirdi. Ve kendi ismini de yine insandan aldı. Suretine bakıyorsun fakat hangi surettesin biliyor musun? İnsan suretindesin. Pekala, ne kadar güzel… Peki suretine layık hizmetlerin var mı? Kontrol ettiğin zaman bakıyorsun ki insani hizmetlerin çok az. Şimdi o zaman insanlığa ulaşabilmek için bir İnsan-ı Kamil’in huzuruna gideceksin, ona baş kesip benliğinden arınacaksın. Orayı kendinde varlık edeceksin ve böyle yola koyulacaksın.
Hüdavendigar Mevlana’ya bir gün diyorlar ki: “Bir alim, bütün bilgilere sahip olsa, maneviyatın tadına erebilir mi?” İşte koca Mevlana şu cevabı veriyor: “Bir insan bütün bilgilere sahip olsa bile, ancak meyvanın kabuğuna kadar gelir, tadına varamaz. Neden? Çünkü sahip olduğu ilimlerle benliğe bürünmüş. Bir Mürşid-i Kamile bağlanıp orada benliğini kırmamış, teslim olmamış. Onun için bu kişi ancak kabuğa varır ve dışarıda kalır.”
Ömürler malesef çok kısadır. Önemli olan manevi bir büyüğe bende olmaktır. Örneğin Hazreti Muhammed’e, Hazreti Ali’ye, Hazreti Mevlana’ya bende oldun mu, onlar anıldıkça sen de anılırsın. Eğer bir manevi büyüğü bende etmezsen kendine yaşadığın kadar yaşarsın, yaşadığın kadar anılırsın, öldükten sonra da unutulur gidersin.
“Dünya nimeti kimseye baki değildir; şiddeti de nimeti de devamsızdır.”
Unutmayın ki, bu dünyada hiçbir şey bizim değildir, bize ait değildir. Bizde olan ve bize verilen her şey geçici birer emanettirler.
Dünyadaki yaşamımız boyunca her an bizlerden kısmen veya tamamen alınabilirler ve her şey aslında tekamül yolunda ilerlememiz içindir.
Bizlere verilmiş olan emanetlere ne kadar çok bağlanır ve onları elde etmek için ne kadar uğraşırsak o nispette kendimizi mahkum etmiş oluruz ve bağlandığımız şeylerin kölesi haline geliriz.
Dünyaya yakınlaşmış, Allah’tan uzaklaşmış oluruz.
Kendini bilen insan ne dünyaya ne de dünya nimetlerine bağlanır. Onların geçici olduklarını bilir. Ancak yaşamını sürdürmek için çalışır ve çalışmasının karşılığını alır, fakat onlara bağlanmaz. Dünya nimetleri kendini bilen insan için ancak araçtır, amaç değil. Onların kendisine ancak emanet olarak verildiğini bilir ve huzurlu yaşar.
Önemli olan, bir kenara çekilip hiçbir şeyle meşgul olmamak değil, tam aksine her şeyin içinde olup hiçbir şeye bağlanmamaktır. Dünya ve dünya nimetlerine karşı beslediğimiz istek ve arzularımızı dizginlemek ve böylece benlikten ve nefsten arınmaktır.
Bizim diye zannettiğimiz her şey, bedenimiz, canımız da dahil olmak üzere, Allah’ındır. Elimizdeki her şey, Allah’ın bizlere vermiş olduğu geçici emanetlerdir. Emanetlere hiyanet etmeyelim, bağlanmayalım ve sahiplenmeyelim. Zira Cenab-ı Allah gün geldiğinde hepsini bizden geri alacak. Canımız da Allah’a ait olduğuna göre, o halde Allah’ın bahşetmiş olduğu bu lütfu hor kullanmayıp zayi etmeyelim ve onu Allah’ın hakikatinin doğrultusunda kullanalım.
Hüdavendigar Mevlana, Divan-ı Kebir’inde, bu konuda bizlere şöyle bir nasihatte bulunuyor ve diyor ki: “Aşıkların arasından başka yerde ömür sürme, meyhaneden başka bir yerde oturma! Etrafına dikkatle bak da gör ki, dünya bir tuzaktır; dünyaya ait arzularımız, isteklerimiz ise o tuzakta bulunan birer yemdir! Dünya tuzağına koşma, yem hevasına düşme! Dünya tuzağından kurtulunca, gökyüzüne ayak bas; gökten başka bir eşiğe ayak basma! Güneşe, mehtaba iltifat etme, yüz verme! Çünkü sen, bu dünyaya ait değilsin! Sen, ötelerden geldin; o eşsiz güzelden başkasını dileme! Kase nasıl suyun üstünde durmaz çalkalanırsa, sen de o olmayınca bir yerde karar kılma, sen de çırpın dur! Eline kaseyi alıp her mutfağa koşma! Hava, zaman olur aydınlanır, zaman olur kararır; bazan sıcak olur, bazan soğuk olur! Sen, zamanların kaynağına git ve o kaynağın başından ayrılma!..” (Cilt 4, 2076)
“Hayra niyet ettiğiniz zaman acele edin, ta ki havai nefsiniz sizi yenmesin.”
Allah’a giden yol çetin ve zor bir yoldur. İnsanın önüne bu yolda bir çok engeller çıkar, ki bunlar, insanın çabasının, isteğinin ve imanının ne kadar güçlü veya ne kadar güçsüz olduğunu meydana çıkaran imtihanlardır. Ancak bütün bu imtihanlara göğüs gererek pes etmeyen kişi Allah’ın hakikatine ulaşır, kurtuluşa erer.
Bütün Peygamberler, bütün Veliler, Erenler ve Azizler, hepsi Allah’tandır ve Allah’ta fani olmuşlardır ve Allah ile yaşamlarını sürdürürler.
Din, ibadet ve iyilik, kişinin kendi istek ve arzusuna bağlıdır. Kişi ne kadar saf ve temiz bir niyetle ve hiçbir karşılık beklemeden ibadet ve iyilik yaparsa, o kadar Allah’a yakınlaşır ve Allah da o kadar ona yaklaşır.
Din, gerçek anlamda nefsine egemen olmaktır ve dinde en önemli olan, kişinin nefsiyle mücadeleye girip, nefsine tamamen sahip olması ve kendini bilip, bulmasıdır. Kendini bilen Rabbini bileceği gibi, kainattaki her türlü sır ve manayı kavrayıp, öğrenir ve anlar.
Çünkü nefsini yenen ve benlikten kurtulan insanın zihni durgunlaşır ve berraklaşır; rüzgarsız havada yanan bir mumun alevi gibi sabit olur.
Bakın, Hüdavendigar Mevlana, Mesnevi-i Şerif’inde şöyle buyuruyor: “Mum, ay gibi maksadını gösterir… bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der! Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin! Fakat mumun yoksa buna imkan yoktur.” (Cilt 4, 1698-1700)
“Mustafa, ‘Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu’ dedi. Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir. İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan… hiç fark yok. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.” (Cilt 1, 1946-1950)
Cihan Sultanım, kainat nurum, Şahlar Şahım, ya Ali! Sevenlerine kıblesin, muma ışık, alevsin, Bir bitmez hikayesin, söyle de söyle… Sen ab-ı hayatsın, sen şekere tatsın, Sen Allah’ın sırlarını bilensin, Sen her zaman gülen, söyle de söyle… Şahlar Şahı Ali’m! Gam sana gerek değil, öfkeli yürek değil, Al eline rebabı, bırak dövüşü kavgayı, İmanına hamdolsun, gönlümüz neşe dolsun, Söyle de söyle, ya Şahım Ali…
“Kudret bulup da düşmanına üstün olunca, şükrane olarak onu affetmeli ve ona karşı iyi muamelede bulunmalı.”
Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, çok mertti. Öyle ki bu dünya üzerinde insanların merti Hazreti Ali’dir, hayvanların merti aslandır, kuşların merti de şahindir.
Hazreti Ali Efendimiz hiçbir zaman nefsi için savaşmamıştır, ancak nefs sahiplerine karşı savaşmıştır.
Hazreti Ali Efendimiz bu sözünde demek istiyor ki, madem sen o güce sahipsin, o kudrete sahipsin, madem düşmana galip geldin, şimdi düşman senden aman diliyor, aman diledikten sonra o halde ona kötü muamele etme, onu cezalandırma. Onu bağışlarsan bu çok büyük bir lütuftur.
Şimdi bakın, evlatlığı Mülçem’i çölde buldular, getirdiler Hazreti Peygambere. Peygamber Efendimiz, Mülçem’e bir baktı ve onun kim olduğunu anladı. Dönüp sahabesine, “Efendiler”, dedi, “sizin haliniz vaktiniz yerindedir, hanginiz bu çocuğu evlatlık olarak alır?” diye sordu. Hiçbiri sahip çıkmadı. Bir tek Hazreti Ali Efendimiz kaldırdı elini. Hazreti Resulallah, Ali’ye dönüp, “Sen dur” dedi. Yine sordu sahabeye, yine hiçbiri sahiplenmedi. Yine Ali sahiplenmek istedi. Üç defa sordu, üçünde de Ali kaldırdı elini. Bunun üzerine Hazreti Resulullah, Mülçem’i Ali’ye verdi. Fakat verirken de, eğilerek Ali’nin kulağına, “Ya Ali” dedi, “bu senin katilindir, bu seni şehadete erdirecek. Onun için bunu sana vermek istemiyorum.” İşte Hazreti Ali’nin verdiği cevap: “Söz veriyorum sana ya Resulallah, ona Hasan’dan Hüseyin’den daha iyi bakacağım ki bileği güçlü olsun, o gün geldiğinde zahmet vermeden beni şehadete erdirsin.”
Kim yapar bunu bakalım?.. Evlatlık aldı Mülçem’i, kendi lokmasından bir fazlasını ona verdi, Hasan’dan Hüseyin’den daha fazla onu besledi.
Mülçem kemalata erdiğinde, fark etti ki Hazreti Ali onu oğulları Hasan’dan Hüseyin’den daha fazla besliyor, sordu Hazreti Ali’ye, “Neden beni abilerimden daha fazla besliyorsun? Neden bana onlardan daha fazla ikramda bulunuyorsun?” Hazreti Ali Efendimiz, “Mülçem” dedi, “ye nimetini sorma hikmetini.” Mülçem dayanamadı yine sordu, “Muhammed aşkına söyle” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ali şu cevabı verdi: “Mülçem oğlum, ben seni besliyorum ki, zamanı geldiğinde, bana kılıç çektiğinde, bileğin güçlü olsun ki bana zahmet vermeden benim canımı alasın, beni şehadete erdiresin.” Mülçem bunu duyunca başladı ağlamaya, feryat figan etmeye, “Hâşâ ne olur baba beni katledin, ben bunu yapamam bana engel olun” diyerek attı kendini yerlere. Hazreti Ali, “Mülçem” dedi, “sen bunu zaten isteyerek yapmayacaksın, sen aşka tutulacaksın, aşk senin gözlerini kör edecek, o zaman bana kılıç çekeceksin.”
Aradan bir-iki sene kadar zaman geçti, Kutame adında çok güzel bir kadın vardı. Hazreti Ali, Kutame’nin iki kardeşini savaşta katletmişti. Muaviye, Kutame’yi kandırdı, ona, “Ne yap et, Mülçem’i kendine aşık et, Ali’yi ortadan kaldırsın” dedi. Kutame, Mülçem’i kendine aşık etti. Mülçem aşık oldu, aklını kaybetti. Kutame’ye evlenme teklif etti. Kutame, “Evleniriz ama benim bir şartım var” dedi. Mülçem, “Nedir şartın?” diye sordu. Kutame, “Ali’yi ortadan kaldırırsan seninle evlenirim” dedi. Mülçem, “Hâşâ” dedi, “ben onu yapamam.” Kutame, “Yapamazsan ben de seninle evlenmem” dedi. Mülçem, “Ali’yi öldürürsem, beni yaşatmazlar, o zaman nasıl evleneceğiz?” deyince, Kutame, “O zaman biz de ahirette buluşuruz” dedi. Böylece Mülçem’in aklını çeldi.
Hazreti Ali Efendimiz artık anladı ki o gün yaklaştı, arkadaşlarına, “Sabah namazına giderken beni almaya gelmeyin” dedi, “ben camiye kendim geleceğim.” Üçüncü gün sabah namazını eda etmek üzere evden çıktı, geldi camiye, doğruldu sabah namazına, ikinci rekatta iken Mülçem kılıcı Hazreti Ali’nin boynuna vurdu. Kılıç boynuna isabet etmedi kafa kemiğine geldi. Bunun verdiği acıyla Hazreti Ali bir nara attı. Mülçem, Hazreti Ali’nin narasından ürküp, kılıcı elinden attı. Hazreti Ali, o haldeyken, acılar içinde kıvranıyorken bile, çevirdi başını Mülçem’e, “Hemen saklan, şimdi abilerin gelirse seni öldürürler” dedi. Bakın o haldeyken bile nasıl koruyor onu… İmam Hasan ve İmam Hüseyin hemen yetiştiler, yakaladılar Mülçem’i, Ali’nin huzuruna getirdiler. Hazreti Ali, “Mülçem” dedi “rahat ol, ben sensiz cennete girmeyecegim. Ben hayattayken sen de hayatta kalacaksın. Ben Hakk’a yürürsem, abilerin de sana zahmet vermeden bir vuruşta canını alacaklar.” Ve imam Hasan Efendimiz babası Hakk’a yürüyünce, bir vuruşta almıştır Mülçem’in canını.
Hazreti Ali gibi mert biri daha gelmemiştir dünyaya, ki katilini bile besliyor koruyor. Bu nedenle Hazreti Ali Efendimiz, düşmanı boyun büktü mü, medet diledi mi onu katletmemiştir, bağışlamıştır.
“İhsan ve ikramı, layık olmayan kimseye yapmak aynı zulümdür.”
Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Eğer bir kişi münafık ise ve daima etrafa ikilik tohumları saçıyorsa, insanları birbirine kırdırıyorsa, hep zulüm verecek fikirler üretiyorsa, böyle bir kişiyle karşılaştığın zaman ihsan ve ikramlarda bulunmaya kalkışmayacaksın. Eğer kalkışırsan, sen de zulüm işlemiş olursun. Böyle kimselere ihsanda, ikramda bulunmayacaksın, sessizliğe bürüneceksin, hatta selam vermek bile doğru sayılmaz.
Hazreti Ali Efendimizin menkıbeleri ile Hazreti Muhammed Efendimizin menkıbeleri arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bir nurun bir ruhun varisleridirler.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka Velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz” (Hud, 113) buyrulmaktadır.
Hüdavendigar Mevlanamız da Mesnevi-i Şerif’inde şöyle buyurur: “İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı… ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zalimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı… vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Peygamber ‘Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı’ demiştir. İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki… Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir! Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyanı kaldı… sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!..” (Cilt IV, 1201-1205)
“Zulüm nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona layık olan yerden başka bir yere koyup zayi etme.” (Cilt VI, 1558)
“En büyük mücadele nefsinizle yaptığınız mücadeledir.”
Bir gün Hazreti Ali Efendimiz savaşta dövüşürken karşısındaki cengaveri almış altına tam Zülfikarını çekmiş boynuna vuracak iken, cengaver ansızın Hazreti Ali’nin yüzüne tükürmüş. O esnada Hazreti Ali Efendimizin safrası kabarmış ve hemen Zülfikarı elinden atmış. Cengaver, Hazreti Ali’nin bu hareketine çok şaşırmış ve demiş, “Ya Ali niye kılıcını vurmadın boynuma? Ben sana hakarette bulundum.” Hazreti Ali ona şu cevabı vermiş: “Sen benim yüzüme tükürdün benim safram kabardı. Ben Zülfikarı o haldeyken senin boynuna vurmuş olsaydım, hizmetim nefsim için olacaktı Allah için olmayacaktı. Ben burada nefsim için dövüşmüyorum, Allah için dövüşüyorum. Kılıcı bunun için bıraktım.” Cengaver, Hazreti Ali’nin bu sözünü işitince, “Sizin ne kadar büyük bir inancınız büyük bir imanınız varmış, ne olur bana talkın et, ben de sizin safınıza geçmek istiyorum.” Hazreti Ali, “Gel” demiş, “seni Hazreti Muhammed’e götüreyim, o sana talkın etsin.” Cengaveri Hazreti Muhammed’e götürdü, Hazreti Muhammed ona talkın etti, Müslüman oldu. Büyük bir iman sahibi oldu ve çok güzel hizmetlerde bulundu, Hazreti Ali Efendimizin yanında yer aldı. Cengaver aynı zamanda kalabalık bir kabilenin evladı idi, kabilesini de Hazreti Resulallah’a getirdi, Müslüman ettirdi.
Yani, şifai davranmak nefse uymamak insanı hep kazanca götürür. Ama nefsine uyudun mu her zaman kayba, zarara, ziyana gidersin. Uhud Savaşı çok büyük bir savaştı. Savaştan sonra Hazreti Peygamber aldı sahabesini karşısına, sahabe ona dedi ki: “Ya Resulallah bu savaş kıyameti andırdı.” Hazreti Peygamber, “Bu savaş küçük bir savaştı, asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak” dedi. “Nasıl olur ya Resulallah?” dediler, “bu çok büyük bir savaştı.” Hazreti Peygamber dedi ki: “Biz bu savaşta görünen düşmanla savaştık, biraz gaflete dalsak düşman bizi yenerdi; ama bir de görünmeyen düşmanımız var, her an bize tuzak kuruyor.” “O kimdir ya Resulallah?” dediler. “Nefsimiz” dedi. “Şimdi nefsimizle savaş edeceğiz. Nefsimizin isteklerine karşı gelirsek, biz mümin sıfatına ereriz. Fakat nefsimize ikramda bulunursak mümin sıfatından çıkmış oluruz.”
Hüdavendigar Mevlana’nın ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Hazretleri de şöyle buyuruyor: “Nefsi ile barışık olan kişi, bilsin ki Allah ile savaştadır.” Madem ki Allah ile savaştadır, o hiçbir zaman galip olamaz. Bir kişi nefsine hükmederse, bu kişi Allah ile barışıktır.
İşte Hazreti Ali Efendimiz, insanın nefsiyle savaşında bizlere en büyük örnektir. Bir kişi Hakk’a kulak vermez, nefsi ağır basar, nefsine uyarsa bu yüzden kayba gider. Eğer çalışır nefsini yenerse yolu rahmaniyete çıkar.
“İnsanın yalnız kalması, kötü arkadaşlarla kalmasından daha iyidir.”
Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerinde ve çok doğru bir sözdür. Bir kişi küfürbazlarla arkadaşlık ederse, sohbet ederse, o sohbette onların küfürlü sözlerini, çirkin sözlerini dinler, huzuru kaçar rahatsız olur. Sözü de onlara geçmez. O yüzden onlarla arkadaşlık yapmaz yalnız kalır daha iyi.
Aslında bu kişi yalnız değildir ancak Allahsız kişiler yalnızdır. Sevenler hiç yalnız değildirler.
Şimdi Bayezid-i Bestami Veli’den bir örnek sunayım size: Bayezid-i Bestami Veli, selam olsun üzerine, dervişleri ile oturuyor, sohbet ediyor, onlara bir sürü hakikatler anlatıyor fakat hiçbir dervişi bu anlatılanları anlamıyor. O da sıkılmış bu durumdan, artık konuşmayacağım anlatmayacağım demiş ve halvete kapanmış. Bir ay, birbuçuk ay halvette kalmış, hiç dışarı çıkmamış. Dervişleri merak etmişler sormuşlar, ama Bayezid-i Bestami Veli dışarı çıkmamış. Aralarından bir dervişi onu çok özlemiş, gelmiş kapısını çalmış. Bayezid-i Bestami Veli’nin hanımı açmış kapıyı; “Buyrun” demiş, “kimsiniz?” Derviş demiş, “Ben Efendimin manevi evladıyım çok özledim onu, görmeye geldim. Acaba beni buyur eder mi, içeri girip onu göreyim?” Hanımı, “Burada bekle” demiş, “ben ona gidip bir sorayım.” Gitmiş içeri sormuş, Bayezid-i Bestami Veli, “Buyur et” demiş, “gelsin.” Derviş gelmiş içeri, niyazda bulunmuş, selam vermiş. Dönmüş Efendisine demiş, “Efendim ne bu yalnızlık?” Efendisini orada oturmuş yalnız görüyor ya… İşte Bayezid-i Bestami Veli’nin verdiği cevap: “Evladım, sen geldin ben yalnız kaldım. Sen gelmeden önce ben yalnız değildim.” Gördünüz mü verdiği cevabı?.. Aşık her an rabıtadadır. Ne alemlere gider gelir o. Onun için aşık olan yalnız değildir, aşık olmayan dünya olsa yanında yine de yalnızdır.
Bakın ne güzel buyuruyor Hüdavendigar Mevlana…
“Aşık, kimsesiz, tek başına, yapayalnız kalsa da, o, yalnız değildir; sevgilisi ile gizlice, beraberdir! Çünkü o, nerede olursa olsun, gerçek sevgili olan Allah ile manen beraberdir! Aşıkların şarabı, üzüm şarabı gibi küpten coşmaz, gönülden coşar! Aşık, sırlar aleminde aşka dost olur, arkadaş olur!..”