MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (234)

Minyatür: Şermin Ciddi

Hazreti Şems’in diyor ki: “Mevlana, ruhunun temizliğinden sarhoştu”, Hazreti Mevlana da bir kasidesinde buyuruyor ki, “Boş düşüncelerimiz, endişelerimiz bizim manevi zevkimizin ruhunu, neşemizin boynunu kırmaktadır. Ey Hakk yoluna düşen kişi, gaflet uykusundan uyan. Ya Rabbi, şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder, olup gidenler derler ki, boşyere gamlar yemiş durmuşuz.” Siz bu konuda ne buyurursunuz?

Cenab-ı Mevlana’mız der ki, selam olsun üzerine: “Ey oğul, bana evlad olarak gelmeye kalktığın zaman, temiz bir kağıt gibi gel. O kağıtta hiç bir yazı olmasın. O kağıda ben seni yazacağım.”

Bu sözlerinde Hazreti Mevlana şunu demek istiyor, mademki buraya gelmeden önce sıkıntıların üzüntülerin vardı, hiç bir türlü huzur ve neşe bulamadın, namaz kılıyorsun oruç tutuyorsun, ama bu sıkıntı ve hüzünler yine sende tecelli ediyor. Şimdi artık buraya geldiğinde sana şimdiye kadar sıkıntılar vermiş olan o aklını bırakacaksın. Aklını burayla büyütmeye çalışacaksın. Gönlünde mala, mülke, dünyevi herşeye karşı ne sevgi beslemişsen, onları da gönlünden sileceksin. Gönlünü, iç alemini, kalbini temizleyeceksin ve gönlünü tamamen buraya vereceksin. Kafandaki şimdiye kadar olan bütün boş bilgileri bırakıp, burada sana sunulan bilgilerle kendini yetiştirmeye başladın mı, sen yarınların çok güzel bir insanı olursun. Çünkü bize en büyük ayna Hazreti Şems ile Hazreti Mevlana’daki buluşmadır.

Hazreti Şems, Cenab-ı Mevlana’ya şöyle seslenmiştir:

“Bihamdülillah,
Aldı fikrimi Zikrullah.
Küll isen safi, eğer isen sufi,
Açılır sana bir kapı,
Ayan olur Cemalullah.
Bu tevhidden maksat,
Murada ermektir.
Görünen kendi Zat’ıdır,
Sanma gayrullah.
Şems-i Tebriz bunu bilir,
Ehad kalmaz fena bulur,
Bütün bu alem külli mahvolur,
Yine baki Allah kalır..”

Hazreti Şems, bunları ne zaman dile getirdi, Mevlana başını secdeye vurdu. Hanımından gönlünü çekti, evlatlarından gönlünü çekti, ilminden gönlünü çekti, bunların hepsini kendine engel gördü. Bakın ne diyor Hazreti Şems, “Küll isen safi”, ne demektir bu; misal olarak, mangalda ateş vardır ya, o mangalda bir kıvılcım dahi olmasını istemiyorum, o kıvılcım bile kül haline gelsin, o kıvılcım kadar bir yere bir muhabbetin olmasın senin, eğer olursa, o bir tek kıvılcım senin varmak istediğin yere ulaşmana engel olur.

Bu yol, insanlık yoludur. Saflık ister, temizlik ister, uyanıklık değil… Biri çok uyanıktır ama, bil ki o gerçekte çok aptaldır. Bir Uyku Dede vardır, türbesi Sümbül Efendi’nin yanındadır. Gözleri hep kapalı tefekkürde dururmuş, halk onun için, bu zat her zaman uykuda, derlermiş. O öyle görünüyor ama, herkesin halini dakikada söylermiş. Uykuda görünüyor ama gönül gözü açık, cihanı almış eline herşeyi görüyor. İnsan olandan hiçbir şey gizlenmez.

Pirimiz Cenab-ı Mevlana buyurur der ki: “Ey yolcu, çalış her zerren göz olsun, çalış her zerren kulak olsun.”

İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık birşey gizlenmez, güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık herşeyden haberdardır, herşeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir. Ama malesef toplumun çoğunluğu saflığı bırakmış, dünyayı gönüllerine koymuş, evlad konulmuş, hanım konulmuş, para konulmuş, mal mülk konulmuş, at araba konulmuş.. sonra da diyor ki, ben bilirim.. Yok öyle şey, sen gönlüne dünyayı koymuşsun, Hakk’ı koymamışsın, gönlünde Hakk’tan başka herşey var, sen hiçbir şey bilemezsin. Zengin görünüyorsun ama aslında fakirsin, kayıplardasın. Gözlerin açık ama, nefsine ait olan şeyleri görüyorsun. Kulakların işitiyor ama, hep nefsine ait olan şeyleri duyuyorsun. Hakk’ın muhabbetine kulağını uzatmıyorsun. Hakk’ın güzelliklerine göz yönlenmemiş.

Bakın Hazreti Mevlana, bir gece yarısı bir değirmenin yanından geçiyor, bakıyor değirmen nasıl buğdayı değirmen taşının altında eziyor un haline getiriyor, kaldırıyor ellerini, “Ya Rab” diyor, “Beni de bir buğday haline getirdin, dünyayı da bir değirmen taşı yaptın, ezip duruyorsun, benden ne istiyorsun?” Allah’tan nida geliyor, “Ey benim Efendim! Sen değirmen taşının altındaki buğdayı hangi ışıkla gördün bu gece karanlığında?” Hazreti Mevlana diyor, “Ya Rab, Ay’ın ışığıyla gördüm.” Allah’tan yine bir nida geliyor, “Pekala, ışık girmiş değirmen taşının altına, acaba o taş o ışığa bir zarar veriyor mu? Sen de benim ışığımsın, zarar görecek bir varlık varsa, o da nefsindir.”

Yüce Mevlana buyurur der ki:

“Beri gel beri, daha beri daha beri,
Ben senim, sen bensin,
Biz bir top inciydik, bir baştık, bir akıldık,
Bu şaşılık niye?
Hiç aydın aydınlıktan kaçar mı?
Gel…”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (233)

Cenab-ı Ali Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan, bilmediği şeyin düşmanıdır.” Düşman, insana korku veren bir varlıktır. İnsan neden korkar, diye sorarsak eğer, ortaya çıkan şey şudur; insan kendi gerçek kimliğini bilmemekte ve hayata nasıl tutunacağı korkusunu taşımaktadır. Benliğimizi, egomuzu kaybetmekten korkmaktayız, yani, ölüm, hastalık, fakirlik gibi korkular… İnsan, Cenab-ı Hakk’ın mana ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifiri karanlıktadır. Oysa ki, Cenab-ı Peygamber Efendimizin ışığıyla aydınlansa, korkacak bir şey olmadığı görülecek, teslim oacak ve huzur bulacak. Korku, bir insanın kendi asıl benliğinin bilincinde olmamasıdır. Tek bir korku vardır, derinlerde bir yerde ‘Ben olmayabilirim’ korkusu… Bunu nasıl yorumlarsınız Hasan Dede?

Bir insanı korkulara sürükleyen her zaman nefsidir. İnsan imanıyla yaşamını sürdürürse, hiç bir zaman korkuya yer vermez. Neden? Çünkü bilir ki, ona ait hiç bir şey yoktur. Her an kendisini hazır tutar ki, Dost yüzünü gösterdiğinde Ona koşsun da bu alemdeki çilesi sona ersin.

Cenab-ı Mevlana, son demlerinde, Şeyh Sadeddin Efendi’nin gelip kendisine şifa dilemesi üzerine şöyle buyurmuştur: “Ey Efendi, şifa senin olsun. Benim Sevgiliyle buluşmama, nurun nurla buluşmasına, bir soğan zaresi kadar mesafe kalmıştır.”

Ama bunu ancak iman sahipleri söyleyebilir. Ehl-i iman sahibi olmayanlar söyleyemezler. Onlar zaten yaşarken ölmüşlerdir. Sultan Ulema Hazretleri, talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizi Allah’tan kim ayırdı biliyor musunuz?” Talebeleri cevap veriyorlar: “Bilmiyoruz, siz anlatırsanız bilebiliriz.” Sultan Ulema Hazretleri bu cevabın üzerine, onlardan bir kova su istemiş, getirmişler. Talebelerinden birine, kovadaki suyu toprağa dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Bir kova su daha istemiş, onu da nehire dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Sonra şöyle buyurmuş: “Kovadan maksat vücudunuz, sudan maksat ruhunuzdur. Dünyaya meyil verirseniz ruhunuz toprağa gidecek, ayak altı olacaksınız. Eğer Hakk ile yaşamınızı sürdürürseniz tekrar aslınıza döneceksiniz, Allah anıldıkça siz de anılacaksınız.”

İşte Yunus Emre, selam olsun üzerine, şöyle buyurur: “Ey Yunus, sen bu aleme niye geldin? Allah’ı zikretmek için. Bir gün gelecek dünya ömrüm bitecek, Allah’a döneceğim, Allah anıldıkça ben de anılacağım.”

Cenab-ı Mevlana yine şöyle dil döker: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.”

Eğer bir insanın bir yere sevgisi ve aşkı yoksa, o yaşarken ölmüştür. Bizim bulunduğumuz yer bir sevgi yuvasıdır. Yolcu, Mürşidiyle yola çıkar, Mürşidi vasıtasıyla Pir’e ve Hazreti Muhammed’e ulaşır. Ama eğer yolcunun imanı ve inancı yoksa yol bir işe yaramaz. Bu yol iman ister. Yolcu, Mürşidine imanla bakacak ki, yol alabilsin. Hepimiz günü gelecek o kıyamete gideceğiz, ama kıyamet ne demektir, Hazreti Muhammed Efendimizin buyurduğu gibi: “Kıyametin büyüğü benim.. Gerçek yüzümü gösterecek olsam cihan yerinden oynar.” O, nur ala nur bir varlıktır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (232)

Hasan Dede, alfabede 29 harf vardır. Bildiğimiz üzere başında A, sonunda Z. Yunan alfabesinde ise ilk harf Alfa, son harf Omega vardır. Hazreti İsa’nın da şöyle bir sözü vardır: “Ben Alfa’yım ve Omega’yım.” Yani, ben başlangıç ve sonum, diyor. Sizce ne demek istiyor?

Öncelikle biz Peygamberleri zikrederken şöyle bir dil sarfediyoruz: La ilahe illallah Musa kelamullah, yani Hazreti Musa Allah’tan kelam buyurdu; Hazreti İsa’ya gelince şöyle diyoruz: La ilahe illallah İsa ruhullah, yani İsa Allah’ın ruhudur; Hazreti Resulallah’a gelince de şöyle zikrediyoruz: La ilahe illallah Muhammeden Resulallah, yani Hazreti Muhammed Allah’ın elçisi ve Resulüdür. Hazreti Muhammed Efendimizi aynı zamanda şöyle de zikrediyoruz: La ilahe illallah Muhammed Habibullah, yani Muhammed Allah’ın sevgilisidir. Bakın kiliselerdeki levhalarda şunu yazar: Dünya fethisi İlly. ‘İlly’ nin manası ‘Ali’ dir. Size şu hikayeyi anlatmak istiyorum. Bir gün bir papazla muhabbet ediyoruz. Bana dedi ki: “Hazreti İsa’yı zikreder misin?” Ben de zikrettim. Sonra: “Peygamberini nasıl zikredersin?” dedi. Ben yine zikrettim. “Peki bunların manasını verebilir misin?” dedi. Ben de manasını söyledim. “Şimdi bak” dedi, “Biri Allah’ın canı, diğeri de Allah’tan söz ediyor, elçisi. Madem manası böyledir, sen nasıl Muhammed’i daha üstün tutuyorsun?” Ben de bunun üzerine, “Biz Hazreti Muhammed’i bir de Habibullah diye zikrederiz” dedim, “Yani Sevgili olarak.” Ve devam ettim, “Şimdi” dedim, “İyi dinleyin, bunu size şöyle izah edeceğim: Varsayalım ki, biz çok yakın arkadaşız ve birbirimizi çok seviyoruz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor. Zamanımızı hep birlikte geçiriyoruz, ancak yatmadan yatmaya evlerimize gidiyoruz. Ve diyelim ki, birileriyle aramızda bir kırgınlık yaşanıyor ve karşı taraf bize kin besliyor. Ve bu kişilerle bir gün bir yerde karşılaşıyoruz, yolumuzu kesiyorlar ve diyelim ki, içlerinden biri benim canıma kastediyor. Sen bu durumda, benim can dostum olduğun halde, onlardan birinin beni öldürmesine göz yumar mısın?” “Hayır” dedi, “Bırakmam!” “Niye?” diye sordum. “Çünkü, biz birbirimizi çok seviyoruz.” “Peki, ya tam o anda beni vurmak için silahını çekerse, ne yaparsın?” dedim. “Seni korumak için önüne atlarım” dedi. “Gördün mü?” dedim, “Kurşun sana isabet etti, sen beni korumak için canını feda ettin. İşte demek ki sevdiğin uğruna canın o kadar da kıymeti yokmuş!” Sevgili, her şeyin üzerinde kıymetlidir, ruhtan daha üstün nurdur. Hazreti Adem’den bu yana ne kadar Peygamber geldiyse bu aleme, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla gelmişlerdir. Biz canı neyleyelim Canan olmadıktan sonra…

Hazreti Mevlana’nın buyurduğu gibi…  “Can her yerde vardır; can, ancak Canan’ını buldu mu kıymetlenir.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (231)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’nde, Hazreti Muhammed’in, Ehlibeyt Efendilerimizin, Hazreti Mevlana’nın, Hazreti Şems’in ve bütün Piran’ın hiç sönmeyen maneviyat ateşi yanıyor. Buradan beklentileriniz nelerdir Hasan Dede?

Şimdi burada beklentiler sönüyor, son buluyor. Şöyle söylemek gerekirse; düşmüşüz aşk şarabına… Aşk şarabı hakikatte gönüldür. İnsanın gönül verdiği yer, zaten aradığı yerdir. Bu aşkla dünya durdukça yanmaktayız ve biz yokuz hep O var, çünkü aradığımızı bulmuşuz. Peki ya bulamayanlar? Ne arıyorlar, neden başka yollara saptılar? Bu yollardan beklentileri nelerdir? Bizim vazifemiz buraya gelenlerin beklentilerini bir yere kadar akıl yoluyla onlara hitab ederek karşılamak ve daha sonra o güzelliklere yolcuyu çekmek, sevgisini çoğaltmak ve aşka dönüştürmektir. Yolcu aşka düştüğü zaman aradığını bulmuş sayılır ama aşka düşmedi mi yolda kalmış sayılır.

Bakın Cenab-ı Mevlana ne diyor: “Aşık yoktur bu alemde, aşık ölüdür, varolan sadece Maşuk’tur.”

Misal olarak; Hakk aşıkları diyoruz, Evliyaullah diyoruz… Peki bunun manası nedir? Yolcu temiz bir gönülle Mürşidine bağlanıyor, riyazatını yapıyor, gecesini gün ediyor hizmetlerde bulunuyor, sonra bir gece manasında perde kalkıyor ve kabının aldığı kadar Hakk’ın o güzel cemaline nail oluyor ve aşka düşüyor. İşte Hakk aşığı… Peki Evliyaullah’ın manası nedir? Allah’ta fani olandır. Mademki Allah’ta fani oldu, O’nda yokluğa erdi, bu kişinin dilinde artık sadece Allah vardır, her zaman her yerde O’nu dile getirir, çünkü çok güzel bir Sevgilisi var… İşte Evliyaullah…

Hazreti Mevlana bir beytinde şöyle buyuruyor: “Beni yokluktan var eden, beni yaratan her an beni söyletmededir. Sonunda beni söyleten kerem buyurdu, bütün söylediğim sözler O oldu.”

Bir beyitinde de yine  şöyle söyler: “Ben sözü aşkla söylüyorum. Çünkü dersi aşktan alıyorum. Ben canımı O’nun önüne koyuyorum, O’na armağan ediyorum, çünkü O pek azını kabul eder, her şeyi kabul etmez.”

Bizler, evlatlarımızı hem madden, hem manen her şeyin üstünde görmek isteriz. Bütün gençler yarının büyükleridir. Onlardan güzel hizmetler vermeleri, yarınları güzelliklerle donatmaları beklenir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (230)

“İnsanlıktan maksat herşeyi birlemektir” deniyor, bundan dolayı kudret ve kuvvetin Allah’a mahsus olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bununla ilgili şöyle bir hikaye dile getirmek istiyorum: Adamcağızın biri ormandan geçerken bir arslana tesadüf etmiş, çok korkmuş ve, “Aman ya arslan, ben Resulullah’ın kölesiyim” demiş. Arslan bunu duyunca adamcağızın yanından usulca geçip gitmiş. Yani bir hayvan bile bu tevhidin bilincinde. Hazreti İbrahim de kendini ateşe attı ama ateş nura döndü ve onu yakmadı. Peki bunun sebebi nedir? Teslimiyet midir? Bu konuda ne dersiniz?

Bir insan sıdkı bütün imanla Allah’a yola koyulursa, bu kişide artık kendine ait birşey kalmaz ve ondan varlığını gösteren iman ettiği yer olur. Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yani diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, bizim İbrahim Halilullah gibi olmamız gerekir. Onun gibi teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kainat ona hizmettedir. Fakat bu yere akılla varılmaz, insan akla düştü mü, acaba mı nasıl mı neden mi niçin mi, diye sorgu sual etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, nefsine düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren de nefsidir. Teslimiyetin manası nedir? Ben yokum demektir; bütün zerrelerimde varlık olan sensin Allah’ım, demektir. Bu durumda mademki kainatı Allah yarattı, mademki bütün kainat Ona hizmettedir, o zaman ne ateş ne arslan hiçbiri sahibine zarar vermez, hepsi saygıda dururlar, saygıda bulunurlar.

Hazreti Mevlana şöyle buyurmuştur: “Allah’ı zikretmekle kalmayın, çalışın Allah’laşın, beşeriyetten dışarı çıkın.”

Gerek Hazreti Muhammed, gerekse diğer Piran hepsi Allah’ı güzel bir dille andılar, anlattılar. Çünkü Allah insanla dile gelir, insanla kendini kanıtlar. İnsan küçük bir varlık değildir, hakikatte bütün kainat insanı zikretmektedir, insanı aramaktadır. Fakat ne yazık ki insan kimliğinden haberdar olmadığı için kendisini herşeyden aşağı görüyor. Oysa Hazreti İnsan kainatın hakimidir, Hazreti İnsan’ı sevmek de Allah’ı sevmektir, Hazreti İnsan’ın dışına çıkmak Allah’sız kalmaktır. İnsan elbisesi son makamdır ve bir örtüdür, bu örtünün içinde de Hakk’tan başka bir varlık yoktur.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (229)

Aşık Maşuk’ta kendini yok edip Maşuk oluyor. Hz. Şems ile Hz. Mevlana buluştuklarında, Şems Hazretleri Hz. Mevlana’ya diyor ki; “Gerçi siz iç aleminizin sırlarına vakıf oldunuz, amma ben ise iç alemin içiyim, sırların da sırrıyım ve nurların da nuruyum.” Sultan Veled Hazretlerinin ifadesine göre; “Şems Mevlana’yı aşıklık makamından Tanrı’nın Maşuku, Sevgilisi makamına ulaştırdı.” Sorum şu; Hazreti Muhammed Efendimiz insanlığa şeriat-ı ilahiyeyi getirdi, bu haliyle hitab edip kendini gösterdi. Efendimizin ‘Habibullah’ tarafını bize Hazreti Ali Efendimiz göstermiş olmuyor mu, aynen Hazreti Şems gibi?

Hazreti Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, Habibullah, yani Allah’ın Sevgilisidir. Allah Onun için, ‘Sen olmasaydın ben bu alemi yaratmazdım’ dedi. Hazreti Ali Efendimiz Hazreti Muhammed Efendimizin namütenahi güzelliğini keşfetti, Onun güzellikleriyle içini donattı. Mirac’ta da Hazreti Muhammed Efendimiz Hazreti Ali ile karşılaştığı zaman, Hazreti Ali’nin gönlünde kendi güzelliklerini gördü. Şeriata gelince, ismi üstünde şeri at, yani kötülükleri at manasındadır. Ama bu yanlış anlaşılıyor, misal olarak, bir el uzanmış başka birinin hakkına haksız yere tecavüz ediyor diyelim. Elden maksat nefstir, yani nefsine hakim ol, nefsinin yolunu kes hakkı olmayan yere gitmesin. Hazreti Muhammed böyle buyurmuştur, ama malesef bu böyle anlaşılmadığı için insanların kollarını kesiyorlar, ellerini kesiyorlar, ayaklarını kesiyorlar. Hazreti Muhammed dememiştir ki, el, ayak kesin. İnsan yeryüzünde Allah’ın binasıdır. Şöyle izah edeyim; bir insan-ı kamil dendiği zaman, o insan-ı kamil kainattır, böyle bir kişiye çirkin muameleler yapılırsa bütün kainata yapılmış olur. Ama kişinin gözü kör oldu mu, nefsi galip geldi mi bütün kötülükleri yapar. Misal olarak Hazreti Hüseyin Efendimize de yaptılar, işte Kerbela vakası. Kime kılıç çektiler? Resulullah’ın torunlarına. İmam Hasan Efendimizi kimin vasıtasıyla zehirlettiler? Hanımı vasıtasıyla. Sonra şunu düşünmek lazım, bu kötülükleri yapanlar, sonra hangi yüzle Hazreti Muhammed’den şefaat bekleyebilirler. Sonuç olarak insan aslında çok mukaddes bir varlıktır, Peygamber Efendimiz bütün kötülüklerden münezzehtir, hiçbir zaman dilinden kötü bir söz çıkmamıştır.

Hazreti Muhammed Efendimiz buyurmuştur: “Allah hiçbir zaman insanlığa kötülük ihsan etmez.”

Fakat insan Allah’a yüz tutmadığı için, yani Onun Habibine, kendisini kötülüklere atar ve Allah buna üzülür, nasıl üzülür, Peygamberi üzüldüğü için üzülür. Onun için insana seksen doksan senelik bir ömür verilmiştir ki, belki bir gün gelir de yaptıklarından utanır, tövbe eder ve nadim olur. Eğer nadim olmazsa da hiçbir zaman başına gelen kötülüklerden dolayı Tanrı’yı suçlamaya hakkı yoktur. İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsidir. Bununla ilgili şu hikayeyi anlatmam yerinde olacak; Hazreti Peygamber Efendimiz ve askerleri Uhud Savaşı gibi büyük ve zorlu bir savaştan dönüyorlar, Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor; “Bu çok zorlu ve büyük bir savaştı, fakat asıl zor ve büyük olan savaş bundan sonra başlayacak. Uhud’da görünen düşmana karşı savaştık, şimdi ise görünmeyen düşman olan nefislerimize karşı savaşacağız.”

Seyyid Burhaneddin Efendi de şu sözleri dile getirmiştir: “Kim nefsi ile barışık ise bu alemde, bilsin ki, Allah ile savaştadır.”

Bir insan Allah ile savaşa girerse galip gelebilir mi? Allah hepsine hidayet nasib etsin.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (228.2)

Hazreti Şems Efendimiz, Mevlana’nın putlarını kırmak için onu türlü imtihanlara soktu. Şems olmak kolay değildir, herkes Şems’i taşıyamaz. Bunun üzerine bir gün Şems Hazretleri, Cenab- ı Mevlana’dan meydandaki bir meyhaneden şarap almasını istedi. Hazreti Mevlana o güne kadar hiç bir meyhaneye girmemiş, şarap da ağzına koymamış; ama diğer taraftan Şems’e de ikrar vermiş, gitmese olmaz. Kalkıyor Cenab-ı Mevlana meyhanenin yolunu tutuyor, giriyor meyhaneye. Meyhaneci karşısında Mevlana’yı görünce çok şaşırıyor, “Buyrun Mevlana Hazretleri, bir şey mi oldu?” diyor. Hazreti Mevlana, “Şurdan bana bir testi şarap doldurur musun?” diye sıkılarak cevap veriyor. Meyhaneci şaşkınlıklar içinde bir testi şarabı Hazreti Mevlana’ya ikram ediyor. Mevlana şarabı alarak çıkıyor meyhaneden, sokakta kimse onu elinde şarapla görmesin diye de şarabı cübbesinin altına saklıyor ama, tam kalabalık halkın arasından geçerken, testi kayıyor, yere düşüyor ve kırılıyor. Her yer şarap oluyor ve etraftaki halk da bunu görüyor ve aralarında söylenmeye başlıyorlar; biri diyor, “Mevlana şarap mı içiyormuş”, öbürü diyor, “Yazıklar olsun, biz kime inanmışız, kime iman edip sözlerini dinlemişiz!”

Cenab-ı Mevlana’nın canı bu duyduklarına çok sıkılıyor, eve dönüyor ve üzüntüden sakalları titreyerek çıkıyor Şems’in karşısına. Hazreti Şems, Mevlana’nın bu halini görünce gülmeye başlıyor ve soruyor, “Hayırdır Mevlana ne oldu?” Hazreti Mevlana başına gelenleri olduğu gibi anlatıyor Şems’e. Şems Hazretlerine tabi ki herşey zaten malum, diyor ki, “O şişeyi gayb aleminden ben düşürdüm. Şimdi söyle bana, seni halkın mı sevmesini istersin, yoksa Hakk’ın mı?” Cenab-ı Mevlana, “Hakk’ın sevmesini isterim” diye yanıt veriyor. Bunun üzerine Hazreti Şems şöyle devam ediyor, “Ben de bunu seni halktan uzak etmek için yaptım.”

Hazreti Şems, Mevlana’yı buna benzer daha birçok imtihanlara tutmuştur. Bundan şunu anlamamız gerekir; bir insan putlarını kırmadıktan sonra hakiki kimliğine ulaşamaz. İnsanı bütün güzelliklerden uzak eden küçük aklıdır. Böyle bir kişi kendi aklını beğenir ve başkalarını hor görür.

Cenab-ı Mevlana, Hazreti Şems’in elinde piştikten ve bir güneş gibi parladıktan sonra bakın ne diyor: “Ey insan! Kusursuz kul bu alemde arama. Kusursuz insan yoktur bu alemde, herkeste bir kusur vardır. İnsanlarla iyi geçinmek istersen, herkesin iyi taraflarına bak, o zaman huzurlu olursun.”

İnsan, başkalarında kusur ararken kendi kusurlarını görmez, ama kişi önce kendi kusurlarını görür de, başkalarında kusur aramayı bırakırsa, işte o zaman daha mutlu bir yaşam sürer.

Bizler burada her zaman Hazreti Muhammed Efendimizi, Ehl-i Beyt Efendilerimizi, Hazreti Mevlana’mızı, Piran Efendilerimizi ve onların güzelliklerini zikretmekteyiz ki, onların o güzel ruhları bizlerde yansıma yapsın. Bizim ruhlarımız Onların ruhlarıyla güzelleşir ve zenginleşir. Zaten birinin ruhu Onların güzel ruhlarıyla temas etmezse, uzlaşmazsa, bu demektir ki, ondaki ruh hayvanidir. Çünkü insan canlı bir dünyadır. Ne varsa dünyamızda, o vardır insanda. Kin mi besliyorsun; surette insansın ama hakikatte devesin. Gurur mu yapıyorsun; surette insansın ama hakikatte tavussun. Hep hırsta mı tutuyorsun kendini; surette insansın ama hakikatte kazsın. Kavgaları mı seviyorsun; surette insansın ama hakikatte horozsun. Bir toplumda tatlı sohbetler yapılırken, bir acı söz söylersen; surette insansın ama hakikatte akrepsin, yılansın. İnatla yola koyuldun mu; surette insan görünürsün ama hakikatte eşeksin, keçisin. İnsanın varlığında bunlardan sayısız var, ama kişi bunlardan arınmadıktan sonra insan olamaz, insan görünür ama hakikatte hayvandır. İnsan olabilmek için de bir insan-ı kamili kendine ayna etmek gerektir, ayna ile yola çıkan kişi güzel konuşur. Eskiler güzel konuşan bir insan gördüklerinde, “Maşallah, ne güzel konuşuyor, aynaya yüz tutmuş” derlerdi. Bu ne demektir, güzel konuşuyor, çünkü bir Mürşidi var. Mürşidini ayna etmiş kendine, ondan yansıyan güzelliklerle konuşuyor, etrafına güzellik sunuyor. Bazı kişileri de duyarsınız devamlı küfürlü konuşur, onun için de derler, “Aynasız!” Yani, bir aynaya yüz tutmamış, Mürşidi yok, kendi aklıyla yola çıkıyor, kendini beğeniyor, kötü konuşuyor, işte o kişiden her şey beklenir. Böyle bir kişi için hidayet dilemek gerekir ki, bir Mürşide ulaşsın da, insanlığa kavuşsun.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (228.1)

Minyatür: Ömer Faruk Atabek

Hasan Dede, sizin de bildiğiniz gibi Şems-i Tebriz Hazretleri pek öyle herkesle anlaşabilen bir kişi değil. Ve bir gün Tanrı’ya şöyle yalvarıyor, “Allah’ım senin has kullarından biri var mı ki, benim sözlerime tahammül edip, beni anlayabilsin?” Bunun üzerine, gayb aleminden kendisine işaret geliyor, “Aradığın kişi Rum diyarında, oraya git!” Ve Şems gidiyor Mevlana’yı buluyor. Daha sonra, Şems-i Tebriz Hazretleri diyor ki, “Mevlana, Ay’dır, benim Güneş gibi vücuduma gözler dayanamaz. Ay, Güneş’e ulaşamaz ama Güneş, Ay’a ulaşır. Kur’an’da buyurulduğu gibi, “Gözler onu görmez ama, o gözlerin gördüklerini görür.” (En’am Suresi, 203.Ayet) Şimdi Hazreti Şems buyuruyor ki, “Her ayet-i kerime bir mesaj, bir aşk mektubu gibidir. Kur’an’ın gerçek anlamını Hakk aşıkları bilir. ‘En el Hakk’ sözünün anlamı, Tanrı’yı tanımaktır, yani ‘Ben Tanrı’nın tefsiriyim’ demektir.” Hazreti Şems’in bu görüşünü nasıl yorumlarsınız, Hasan Dede?”

Şems-i Tebriz, selam olsun üzerine, buyurduğun gibi, bir münacaatta bulunuyor ve “Allah’ım bana bir mürşit ihsan et” diyor, “çünkü senin sayısız bilinmeyen kulların var.” Bunun üzerine Cenab-ı Hakk kendisine şöyle sesleniyor; “Sana öyle birini ihsan edersem bana ne hediye edeceksin?” İşte Şems’in verdiği cevap; “Sana başımı vereceğim.” Cenab-ı Hakk yine sesleniyor; “Git, Rum diyarında Celaleddin isminde birini ara, onu bulursan, işte aradığın kişi odur.”

Bunun üzerine bir gün Şems-i Tebrizi Hazretleri Şam’da dolaşırken, Hazreti Mevlana da o sırada Şam’da bulunuyor, ikisi karşılaşıyorlar. Şems-i Tebrizi Hazretleri onun aradığı kişi olduğunu hemen anlıyor ve koşup Cenab-ı Mevlana’nın kolundan tutarak durduruyor ve Mevlana’ya şöyle sesleniyor; “Ey cihanın sarrafı! Ara beni bul!” Daha sonra Hazreti Şems-i Tebrizi Konya’ya geliyor ve bir hana konuk oluyor. Handakilere Mevlana’yı soruyor. O sırada handa konaklayan birkaç bilgin Mevlana’yı tanıdıklarını söylüyorlar ve şöyle buyuruyorlar; “Cenab-ı Mevlana gibi aramızda bir bilgin daha yoktur. Kendisi katıra biner ve kırk tane bilgin arkasında gider, bunların da hepsi atlara binerler. Ve Mevlana Hazretleri kilise avlularında ve cami avlularında durur ve Allah’ın büyüklüğünden söz eder. Ayrıca sayısız da müftü yetiştirmiştir.” Hazreti Şems-i Tebriz, Peki giyimi nasıldır?” diye sorunca bilginler şöyle cevap veriyorlar; “Hırkası ipekten, güzel giyinir, saltanatlıdır.” Bunun üzerine Hazreti Şems biraz duraklıyor ve soruyor; “Peki bu zat buralardan geçer mi?” Bilginler cevap veriyorlar; “Sabah saatlerinde atların ayak seslerini duyarsan, bil ki geçen odur.” Bunun üzerine Hazreti Şems sabahı beklemeye koyuluyor ve gün ağarmaya başladığında atların seslerini duyuyor ve cübbesini giyiyor, tacını takıyor ve aşağı iniyor. Şems-i Tebrizi Hazretlerinin asasında Lavza-i Celal yazıyor, yani ‘Allah’. Harakiyesinde ise ‘La ilahe illallah Muhammeden Resulullah’ yazıyor. Cenab-ı Mevlana atının üzerinde karşıdan gelirken, tekrar çıkıyor karşısına, tutuyor atının dizginlerini ve gözlerini Mevlana’ya dikerek, “Ya Mevlana, sana bir sorum var.” diyor. Hazreti Mevlana, Şems’in yüzüne bakar bakmaz onun halinden kim olduğunu okuyor ve cevap veriyor, “Buyur ya Şems, sorun nedir?” Şems soruyor, “Hazreti Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Beyazid-i Bestami Veli mi?” Bu soruyu işitince Hazreti Mevlana celali ve cezbeli bir tavırla diyor ki, “Bu ne biçim bir soru?! Tabii ki Hazreti Muhammed daha büyüktür.” Hazreti Şems devam ediyor, “Peki” diyor, “Hazreti Muhammed Efendimize ‘Allah’a karşı ibadetini yaptın mı?’ diye sorduklarında dedi ki, ‘Yapamadım.’ Aynı soruyu Beyazid-i Bestami Veli’ye sorduklarında, o dedi ‘Yaptım’. Biri dedi ‘Yaptım’ diğeri dedi ‘Yapamadım’, şimdi bunlardan hangisi daha büyük?”

İşte Mevlana Hazretlerinin verdiği cevap; “Beyazid-i Bestami Veli bir havuzdu, o havuza bir gölün suyu döküldü, havuz taştı ve ‘Hırkamın altında Allah’tan başka bir şey yoktur’ dedi. Hazreti Muhammed ise bir okyanustur, bütün denizler Ona aksa, O taşmak nedir bilmez.”

Hazreti Şems, Cenab-ı Mevlana’dan bu cevabı duyar duymaz başını secdeye vurdu. Hazreti Mevlana atından indi, Şems’in koluna girdi ve tam üç ay boyunca halvet oldular, halvet boyunca sadece üç simitle karınlarını doyurdular. Birbirlerine sayısız manevi inciler döktüler. Ne zaman ki halvetten çıktılar, ikisi de muma dönmüşlerdi. (devam edecek)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (227)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Hakk, Kur’an’da Tebareke Suresinin ilk iki ayetinde diyor ki; “Önce ölümü yarattım sonra hayatı.” Bununla ilgili ne söyleyeceksiniz?

Bu ayetten şunu anlamalıyız; her şey yokluktan varlığa kavuşur. Evliyalar, selam olsun üzerlerine, Evliya mertebesine ermeden önce ilmi zahiri bıraktılar, bir mürşid-i kamilin karşısında öldüler ve onun huzurunda yeniden doğdular. Doğduktan sonra da doğdukları, yani yeniden can buldukları yer ile yol almaya devam ettiler ve topluma faydalı çok güzel insanlar oldular. Ölmekteki mana, nefsin kötü huylardan arınması, manevi güzelliklere kavuşmasıdır. Bir kişi, bu şekilde ölmediyse eğer, diri sayılmaz. Benliğinde yaşamaya devam ettiği ve ikilikte kaldığı müddetçe diri değildir.

Hazreti Mevlana der ki: “Bu kainatta ne görüyorsanız benim nazarımda hepsi uykudadır, ölüdür.”

Ne zaman ki, o kişi, bir Hakk dostuyla, yani bir mürşid-i kamille yola çıkar ve tam bir teslimiyet içinde olursa, işte ölümün arkasından dirilik doğar. Tam bir teslimiyet içinde olmak ne demektir? Kendi aklını bırakarak, ikrar vererek bağlandığın mürşidine uymak, onun aklıyla aklını büyütmek ve olgunlaştırmaktır. Çünkü gerçek bir mürşidin de bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed, Akl-ı Küll’dür. Bunun manası da şudur, Hazreti Muhammed’in her zerresi akıldır, güzelliktir.

Hazreti Mevlana bir kasidesine şöyle buyurur:

“Ey gönül! Eğer sen, sevgiliyi istiyorsan; kendinden kurtul, kendine yabancı ol! Pervane gibi sevgide vefalı ol! Bedenini, canını düşünme; aşk alevinin içine kendine at!

Tamamıyla yüzünü Hakk’a çevir, Hakk’a yönel! Gerçek aşktan bahset, aklını yorma, onun boynuna halka geçir, onu serbest bırakma da, bizim gibi mest ol, divane ol!

Eğer ölümsüzlüğü istiyorsan; kendinden geç, yok ol; Allah adamı ol! Nefsani arzuların kölesi olma da, bu aşk deryasında inci tanesi kesil!

Bir olmak; kesretten kurtulup vahdete gelmek, tevhide ulaşmaktır. Bu dünyada ne bekliyorsun? Eğer sen bizden isen, bizim mezhebimizde isen aşk meyhanesinin köşesine gel!

“Biz onları temiz şarapla doyurduk” ayetinin sırrına eren kişi, hem evveldir, hem ahirdir, hem sakidir, hem de kadehtir.

İbrahim Edhem Hazretleri gibi ol; alemin mülkünden, tacından tahtından kendini kurtar. Aşk yoluna başını koy, Hakk’tan gafil olma, ondan ilgisiz kalma!

Kalenderler gibi o dilberin vuslat kadehinden şarap içiyorsun. Şekle, görünüşe bakma, küfür de, din de bir süsten, bir nakıştan ibarettir. Sen imanın özüne bağlan, masal arama, taklitle yaşama!”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (226)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Şems bir sohbetinde diyor ki; “Bayezid- i Bestami Hazretleri zamanında, bir şeyhin aşık bir müridi vardı. Bu mürid bir gün şeyhine dedi ki; ‘Ben her gün yetmiş defa Tanrı’yı açıkça görüyorum.’ Şeyhi de ona şöyle cevap verdi; ‘Senin bir kere Bayezid-i Bestami’yi görmen, Tanrı’yı yetmiş defa görmenden daha iyidir.’ Şeyhinin bu cevabı üzerine mürid dışarı çıktı ve Bayezid-i Bestami’yi gördüğünde düşüp öldü.” Hazreti Şems bununla ilgili şöyle buyuruyor; “O, sevgili yolunda canını verdi, kendinde bir parça dahi nefs kalmamıştı, onu da feda etti.” Bunu nasıl yorumlarsınız Hasan Dede?

Şimdi bu mürid başka hayali Tanrı’lar peşindeydi, putları çoktu. Ne zaman Bayezid-i Bestami’nin, selam olsun üzerine, hakiki yüzünü gördü, o zaman kendinden geçti ve artık dünyada daha fazla kirlenmemek için de Hakk’a yürüdü. Aslında bütün dava şu; bir mürid sıdkı bütün imanla ikrar verdiği yere bağlanırsa, gönlünü tamamiyle bağlandığı yere verirse, Peygamberini, Tanrı’yı ve Tanrı’nın sevgililerini ikrar verdiği yerde görürse, yavaş yavaş artık onda perdeler kalkar, çok şeyler görünür ve artık kimsenin sözü ona tesir etmez. Hazreti Mevlana’yı ele alalım, Divan-ı Kebir’inde öylesine kasideler dile getiriyor ki, akıllar duruyor. Hazreti Mevlana henüz yedi yaşındayken Cenab-ı Hakk bir sefer ona yüzünü gösterdi. Mevlana bununla yetinmedi, büyük bir aşkla o yüzün peşinde koştu ve onun sayısız sefer değişik yüzünü gördü ve onda yandı. Şimdi herkesin anlayabilmesi için şöyle bir örnek dile getirelim; dünyada altıbuçuk milyar insan var, ve bunun birbuçuk milyarında Hazreti Muhammed’in nuruyla nurlanmış güzel yüz var diyelim. Şimdi o birbuçuk milyar nurlu yüzü bir cemalde toplayalım, acaba kendi aklınızla bu cemale bakabilir misiniz? Bakamazsınız, çünkü anında erir ve su haline gelirsiniz.

Cenab-ı Mevlana buyurur der ki: “Ben hakiki yüzümü gösterecek olsam, başta güneş, ay ve yıldızlar yerinden oynar ve dünyanın nizamı alemi bozulur.”

Onlar, bizler gibi, sıradan bir insan suretine bürünmüşler ve örtmüşler hakiki yüzlerini. Ancak bunu anlıyacak olan yolcudur, yani müriddir. Bir mürid daha önce de söylediğim gibi sıdkı bütün bir imanla ve pürüzsüz bir sevgiyle ve aşkla bağlanırsa ikrar verdiği yere, işte o zaman manasında kabı taşıdığı kadar açarlar yüzlerini ve mürid o yüzde yanar, aşık olur ve artık hep o yüzün peşinde koşar. Bütün Evliyaullah, hepsinin selam olsun üzerlerine, kapları taşıdıkları kadar geceleri Hazreti Muhammed’in yüzünü gördüler ve onun aşkında yandılar. Şimdi, kimse cübbeye, bilgiye veya ilme aşık olamaz, ama hakiki yüzü gördü mü sevgisi artar ve aşka dönüşür.

Hazreti Ali de, selam olsun üzerine, şöyle buyurur: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne de iman ederim.”

Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Muhammed Efendimizin terbiyesinde büyüdü, onun her sözüne inandı ve iman etti. Hazreti Ali, Hakk’ın nurunu Hazreti Muhammed’de gördü. Mürşid-i Kamil’ler de Hazreti Muhammed Efendimizin varisleridirler, onu kendilerine bende etmişlerdir ve onu temsil ederler.