MANEVİ MENKIBELER – 33

O taç yerinde durması lazım…

Peygamber Efendimizden sonra, Ebubekir-i Sıddık hilafete geçip Hazreti Peygamberin tacını başına taktığı zaman, hutbeyi okurken, Hazreti Peygamber Efendimizin hutbe okuduğu basamağa çıkmadı, bir basamak aşağıda durdu. Saygı duydu Hazreti Peygamberin basamağına, öyle hutbeyi okudu.

Ebubekir Hakk’a yürüdü, arkadan Hattapoğlu Ömer geçti. O da saygı duydu, hem Resulallah’ın basamağına hem Ebubekir’in basamağına, Ebubekir’den bir aşağıdaki basamakta hutbesini okudu.

Şimdi sıra geldi Osman-ı Zinnuri’ye. Osman-ı Zinnuri, Hazreti Resulallah’ın tacını başına taktığı zaman, günlerden Cuma gelince, hem Ömer’in basamağına bastı hem Ebubekir’in, geçti Resulallah’ın basamağına ve orda bir süre tefekkürde durdu. Hemen hutbeyi okumadı, tefekkürde durdu.

Rivayet ederler ki, tefekkürü esnasında camiyi nur kapladı. O tefekkürden sonra kalktı Osman-ı Zinnuri hutbesini okudu. 

Hutbesini bitirdikten sonra sordular, “Neden sen, Ebubekir gibi, Ömer gibi basamaklara saygı göstermedin?”

İşte Osman’ın verdiği cevap… “Başımdaki taç Resulallah’a ait, ben o tacı aşağılara alamam. Ben aşağılarda dururum ama, o taç yerinde durması lazım.”

Bakın o da bu şekil bir saygı duymuştur…

MANEVİ MENKIBELER – 32

Üçer hurma…

Peygamber Efendimiz bir gün sahabesiyle yolda gidiyorlar. Giderlerken sahabe acıkıyor. Karşıda bir hurmalık görüyor Hazreti Muhammed. Kalkıyor o hurma bahçesine gidiyor. Selam veriyor bahçe sahibine. Bahçe sahibi Musevi. Hazreti Muhammed, bahçe sahibine dönüp diyor, “Ben bu bahçeyi sulamak istiyorum. Karşılığında bizlere üçer hurma verir misin?”

Bahçe sahibi, “Benim kuyumda su yoktur ki, sen bu bahçeyi sulayasın” diyor, “belki çok dibinde biraz su vardır.”

Hazreti Muhammed, “Bir göreyim kuyuyu” diyor.

“Buyrun” diyor, “görün.”

Hazreti Muhammed indiriyor kovayı kuyuya. Birdenbire kova doluyor. Başlıyor bahçeyi sulamaya. O suladıkça kuyuda su çoğalıyor.

Musevi bahçe sahibi bakıyor, hayret içinde kalıyor. Hazreti Muhammed bütün bahçeyi suluyor. Kuyu neredeyse tamamen suyla doluyor.

Bahçe sahibi bırak üçer hurma vermeyi, soruyor, “Sen kimsin? Bu kuyuda hiç su yoktu..”

“Ben” diyor Resulallah, “Abdülmuttalib’in torunu Muhammed’im. Bunlar da benim sahabemdir.”

Bahçe sahibi hemen kalkıyor Hazreti Muhammed’e iman ediyor ve istedikleri kadar hurma veriyor.

Bakın demiyor, “Bana Allah rızası için üç tane hurma verin.” “Ben bir hizmet yapmak istiyorum” diyor. Ve yaptı, kendisi yaptı hizmeti…

MANEVİ MENKIBELER – 31

Saddak ya Resulallah…

Kızılbaşlık Hayber Kalesi’nin fethi sırasında meydana gelmiştir. Nasıl meydana gelmiştir?

Peygamber Efendimiz Ebubekir-i Sıddık’ı çağırdı, “Ya Ebubekir” dedi, “senden Hayber’i fethetmeni istiyorum. Komutayı senin hükmüne veriyorum.” 

Ebubekir, “Eyvallah” dedi, “ya Resulallah.” Hazırladı askerleri. 

Hazreti Ali Efendimiz çok yorgundu, gözleri ağrıyordu. Üç gün ıstırahat istemişti, izin vermişti Resulallah.

Gitti Ebubekir, mağlub oldu. Kaybetti savaşı, geri döndüler.

Arkadan Hattapoğlu Ömer’i gönderdi Peygamber Efendimiz. O da kaybetti. Arkadan Osman-ı Zinnuri’yi gönderdi. O da kaybetti.

“Yetiş ya Ali” dedi Resulallah Efendimiz. Geldi Hazreti Ali, tak… selam verdi, “Buyrun ya Resulallah, beni emretmişsiniz” dedi.

“Evet ya Ali” dedi, “Hayber’in fethini senden istiyorum.”

İşte Hazreti Ali Efendimiz, “Saddak ya Resulallah!”

Hemen askeri teftişten geçirdi. Arkadan çıktı çarşıya, bir sürü kırmızı kumaş aldı. Hepsini bir türbanlık kadar kesti. Bütün askerin başına bağladı. Sahabenin de başına bağladı. Ebubekir’in de, Ömer’in de, Osman’ın da , kendinin de başına bağladı.

Sabah namazını kıldılar, daha tam şafak doğmamıştı, döndü Resulallah’a, “İki rekat” dedi, “gaza namazı kıldır ya Resulallah.” İki rekat da gaza namazı kıldılar. Hemen gün doğdu. Eğildi Hazreti Ali, Resulallah’ın elini öpmeye, Resulallah gördü Hazreti Ali’nin başındaki kırmızı şalı, “Ya Ali” dedi, “bu hal nedir? Başına neden kırmızı şal bağladın?”

“Ya Resulallah” dedi Hazreti Ali, “bütün ordunun başına bağladım. Sahabenin de başına bağladım. Bunun manasını sorarsan, manası şudur: Ya bu başlar gidecek, ya Hayber fetholacak!”

Bakın, kızılbaşlık Muhammed aşkı için yapılıyor. Veriliyor başlar…

Geldi mi Hazreti Ali Efendimiz Hayber’e? Geldi…

Seslendi Musevilere, “Kan dökülmeden teslim olun!”

“Hayır” dediler, “teslim olmayız.”

İşte Hazreti Ali Efendimiz atını geriletti ve hücum etti dörtnala, atladı Hayber Kalesi’nin önündeki hendekten geçti karşı tarafa. İndi atından, sarıldı Hayber Kalesi’nin kapısına tek kolla, “Ya Hayy!..” Koskoca Hayber Kalesi’nin kapısını söktü yerinden.

Rivayet ederler, Hayber’in kapısını kırk kişi zor kaldırabilir. Hazreti Ali, o kapıyı kalkan gibi kaldırdı havaya ve hendeğin üzerine bıraktı, köprü yaptı.

Girdiler içeriye, duman ettiler Hayber’i. Aldılar önüsıra halkı, geldiler Resulallah’a.

İşte Ali’nin, “Saddak!” demesi… Söz, suret buldu.

MANEVİ MENKIBELER – 30

Boncuk değil bu, inci…

Bir çocuk bir inci bulmuş, getirmiş manava. Demiş, “Buldum bunu amca, alır mısın?” Manav almış bakmış inciye, boncuk olarak görmüş, çocuğu boş çevirmemiş, vermiş bir elma. Sonra tutmuş o inciyi çay markalarının durduğu kutuya atmış. 

Bir gün bir sarraf gelmiş manava. Meyvalar, sebzeler almış. Manavın hoşuna gitmiş, sarrafa demiş, “Efendi, epey bir alışveriş yaptın benden, gel otur bir çay içelim.”

Sarraf da, “Haydi” demiş, “kırmayım gönlünü, içelim.”

Manav söylemiş çayları. Çayları içerlerken gelmiş kahveci marka alacak. Manav marka çıkarırken, o boncuk geçmiş eline, sarraf da bunu görmüş, hemen demiş, “O nedir?”

“Boncuk” demiş manav, “çocuğun biri getirdi.”

“Ver bakayım” demiş sarraf, almış bakmış. Dönüp manava, “Ah kardeşim” demiş, “bu boncuk dediğin senin bütün dükkanının malını satın alır. Boncuk değil bu, inci… Bunun yeri orası değildir. Ben bunun hakkını vereyim sana.” Almış inciyi, getirmiş kendi dükkanına, vitrinde kadife kutuya koymuş.

Manav bir gün sarrafın dükkanının önünden geçerken selam vermiş sarrafa. Sarraf hemen çağırmış manavı, “Gel buraya” demiş, “bak senin boncuğunun yeri neresidir…”

Bu yüzden, bulunduğumuz yer sarraf yeridir. Burası ayar verir insanlara.

MANEVİ MENKIBELER – 29

Hep hizmette…

Hazreti Peygamber, selam olsun üzerine, evine bir misafir geldiği zaman, O kalkardı kapıyı açsın.

Bir gün de misafirlerine su ikram ediyor testiyle. Kapı çalınıyor, alıyorlar misafirleri içeriye. 

Soruyorlar, “Bu evin sahibi, Resulü kimdir?” diyorlar.

İşte Hazreti Muhammed, “Misafirlerine hizmet eden, su verendir” diyor. Bakın, “Ben” demiyor.

Gençler şimdi görüyorlar, Peygamber yaşlılara su ikram ediyor. Kendi kendilerine konuşuyorlar, “İlahi Hakk” diyorlar, “kimin elinden su içiyor bu yaşlılar.”

Bunları işitiyor Hazreti Peygamber, selam olsun üzerine, “Gam yemeyin” diyor gençlere, “sizlere de vereceğim.”

Merhamet dolu, sevgi dolu, hizmet dolu…

Şimdi bizlerde eskiden, Mevlevi tekkelerinde çay ikram edilirken, Dede yaşlıysa meydancı çayı verirdi, Dede de şeker koyardı bardaklarına. Öyle anlıyor musun, ben şeyhim, sen kalk hizmet et, yok. Kendileri hizmet ederlerdi. Neden? Peygambere örnek olacaklar, çünkü Peygamber hep hizmette, hep hizmette…

MANEVİ MENKIBELER – 28

Bir nefes dahi almam onlarsız…

Az yaşa çok yaşa, akıbet bir gün gelecek başa. Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner. İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. Ehli iman sahibi, iman ettiği yerle dünya durdukça yaşam sürer.

Bu yüzden, gelmedik ölelim; geldik, dünya durdukça imanımızla hem yaşayalım, hem yaşatalım. İnsanın vazifesi yaşamak ve yaşatmaktır; değil yaşamak sonra ölmek.

Şehrin tanınmış alimlerinden, bilginlerinden bir adam, anlamış ki artık bu alemden göç edecek, bir deve yükü kitap yazmış, onları yüklemiş. “Bu kitapları” demiş, “götüreyim Padişaha. Oraya emanet edeyim, ileriye doğru, bilginlere verir, okurlar.”

Kalkmış bir deve yükü kitapla saraya gelmiş. Bekçiye selam vermiş. “Padişah” demiş, “sarayda mıdır?”

“Evet” demiş bekçi, “sarayda.”

“Kendisine selamımı iletir misiniz?”

Bekçi girmiş içeriye, selam vermiş Padişaha. Demiş, “Şehrin tanınmış bir bilgini bir deve yükü kitap yüklemiş, seninle görüşmek istiyor ve o kitapları sana hediye etmek istiyor.”

Padişah dönüp diyor ki, “Söyle o bilgine, benim hiç vaktim yoktur kitap okumaya. Üç sözü varsa anlamlı, gelsin huzuruma; yoksa dönsün gitsin, gelmesin.”

Bekçi bunları söylemiş bilgine. Bilgin şimdi kıvranıyor, “Aman efendim bir kitap vereyim Padişaha.”

Padişah onu da kabul etmiyor. Ama bilgin Padişahın yüzünü görmeden ayrılmak istemiyor. Padişah’tan maksat Tanrı…

En sonunda “Var” demiş, “üç sözüm.”

Padişah, “Buyursun gelsin” demiş.

Gelmiş Hoca Efendi, girmiş içeri. Selamı vermemiş sesle ki, söz sayılmasın. Başını eğmiş, Padişah da eğmiş.

“Buyrun” demiş, “söyle üç söz.”

İşte şimdi bilginin seslenişi, “İnsan” demiş, “doğar, yaşar, ölür.”

“Yazıklar olsun sana” demiş Padişah, “bir deve yükü kitap da yazmışsın, eserlerinle kainatı öldürmüşsün. Hadi burdan uzaklaş.”

Bilgin vurmuş başını secdeye, secdeden sesleniyor, “Şevketlim” demiş, “arz et doğrusunu bu sözlerin, bileyim.”

İşte Padişahın seslenişi, “İnsan doğar, yaşar, yaşatır…”

Şimdi bizler burda, hepiniz şahitsiniz, sohbetlerimde, Üstadım Mevlana’yı, Hazreti Muhammed Efendimizi, İmam Ali Efendimizi her zikretmemde onları yaşatmakla vazifeliyim. Onları yaşatmak, onları sevgiyle anmaktır, onların kimliklerini bilip öyle topluma sunmaktır. Boş konuşup cemaati uyutmak değil. 

Onlar her an diridir, her an… seveniyle diridirler. Benim diriliğim onlarla, onlar da benimle diridirler. Bir nefes dahi almam ben onlarsız, katiyyen… Onlarsız nefes almak, dünyanın kötü kokularını içine çekmek demektir. Bu kadar açık konuşuyorum. İmansızların nefesleri bu kadar pis kokar, uzak durursun.

MANEVİ MENKIBELER – 27

Yağma edin…

Ne güzel söylüyor Mevlana… “O yaratıcı Allah” diyor, “baştan aşağıya aşktır, baştan aşağıya güzelliktir…” Ama demek ki biz Allah’ta yaşamıyoruz , başka yerlerde yaşıyoruz, dalmışız çamurlara.

Şimdi bir gün hava yağmurlu, Mevlana almış dervişlerini, demiş, “Sizlere dünyayı göstermek istiyorum, görmek istiyor musunuz?”

Dervişleri demişler, “Dünyadayız ama, göstersen fena olmaz Efendi Hazretleri.”

“Kalkın gelin benimle.”

Kalkmışlar çıkmışlar tekkeden. Mevlana koymuş cebine beşi bir yerde altın, bozdurmuş sarrafta, yaptırmış hepsini urbiye. Getirmiş pazar yerine dervişlerini, çamurlu bir yerde durmuşlar.

Mevlana, pazarcılara dönüp, “Ey ahali” demiş, “avucumda nedir bunlar?”

“Altın…”

“Yağma edin” demiş, atmış altınları çamura.

Pazarcılar bırakmışlar tezgahlarını, dalmışlar altınları toplamaya. Hepsi kalmış çamur içinde…

Sonra almış dervişlerini, “Hadi” demiş, “yürüyün tekkeye.”

Tekrar tekkeye dönmüşler. Mevlana, “Yaptığım imtihandan bir ders aldınız mı?” diye sormuş.

Dervişler, “Sen anlatsan daha güzel olur Efendi Hazretleri” demişler.

Mevlana sormuş, “Pazarcıların üstlerindeki elbiseler kaç para ederdi?”

“On lira, bir lira, bir çeyrek…”

“Bir urbiye” demiş, “çeyreğin de dörtte biri. Onu almak için hep çamurlara battılar. Bazıları aldılar, bazıları da alamadı. Şimdi misal, Padişah onları çağırırsa saraya, bunlar bu elbiselerle gidebilirler mi?”

Dervişler, “Yok” demişler, “gidemezler.”

Mevlana demiş, “Onun için dünyaya fazla muhabbet vermeyin, sonra Allah’ın huzuruna çamurlu çıkarsınız, gidemezsiniz.”

Elin olsun dünyada ama, gönlün olsun Hakk’ta… Hep böyle dersler vermiştir Mevlana.

MANEVİ MENKIBELER – 26

Kur’an ne derse, onu söylerim…

Biz kimseden menfaat beklemiyoruz. Dünyayı benim cebime koysalar atarım önlerine, istemem. Benim kalbimde Muhammed Ali var, biz Hakk ne söylerse onu söyleriz.

Bakın, Hanefi mezhebinden İmam Azam, Kur’an’dan va’z veriyor her Cuma. Yezid nesli haber gönderiyor: Biraz bize göre konuşsun, Yezid’i halka sevdirsin. İmam Azam Hazretleri, “Ben” diyor, “Kur’an ne derse, onu söylerim. Hükümdar falan tanımam.” Ve yine devam ediyor va’z vermeye, Resulallah’ın dininden konuşuyor.

Tuttular İmam Azam’ı kürsüden aldılar, nezarete attılar. Bir cahille kapattılar nezarete. O cahili insan sandı İmam Azam, ona da anlatıyor Allah’ın büyüklüğünden. Cahil ağlıyor karşısında. İmam Azam dönüp ona, “Efendi” diyor, “benim sözlerim belki seni duygulandırdı, rahatsız etti, en iyisi konuşmayayım.” 

“Yok yok” diyor, “konuş, ben onun için ağlamıyorum.”

“Ya ne için ağlıyorsun sen?”

“Benim bir erkek keçim var. Sen konuşurken sakalını onun sakalına benzettim, onu hatırladım, ona ağlıyorum.”

Bakın cahile, koskoca İmam Azam’ı keçi görüyor konuşurken.

İşte İmam Azam nezaretin kapısını çalıyor. Gardiyan geliyor, soruyor, “Nedir sıkıntın?”

“Bana hangi cezayı verecekseniz verin, yeter ki beni cahille bir yerde tutmayın.”

Çıkarttılar nezaretten. Seksen sopa ceza verdiler. Kırk sopada verdi ruhunu. Kalan kırk sopayı da bağladılar, bir sefer vurdular, seksene tamamladılar.

Böyle verdi ruhunu İmam Azam…

İmam Azam hayattayken, Hazreti Muhammed Efendimize 50.000 hatim okumuştur. Bağdat’tan Medine’ye geldiği zaman, Medine hudutlarında atından inerdi, ayakkabılarını çıkarırdı, atının dizginlerinden tutup yedekte yürürdü çıplak ayakla.

Adamları, “Ne yapıyorsun ya İmam? Resulallah’ın makamına daha 5-6 kilometre var” diye sordular.

İmam Azam şu cevabı verdi, “Hazreti Resulallah bu topraklarda çıplak ayakla yürümüş, ben nasıl at üstünde yürürüm, ayakkabıyla nasıl basarım…” 

İşte saygı…

MANEVİ MENKIBELER – 25

Vazifeni yap, gerisini düşünme…

Bir Veli’nin manevi evladı öğretmen olmuş ve bir gün okula onu ziyarete gitmiş. Evladı onu görünce kalkmış yerinden, elini öpmüş, oturması için kendi yerini vermiş.

Hal hatır soruşurlarken, evladı dönüp demiş, “Efendi Hazretleri, kırkbeş tane talebem var. Hepsine aynı dersi sunuyorum, günlerimi haftalarımı aylarımı hep onlarla uğraşarak geçiriyorum. Ama kırkbeş talebe arasında sadece iki tane çalışkan var. Öbürleri derslerinde pek tam değiller. Neden bu böyle oluyor? Ben nerde yanlış yapıyorum?”

Efendisi, hemen kalkmış yerinden, talebelere arkasını dönmüş ve kendi evladına dönerek, “Gel benim yanıma” demiş, “dur karşımda.” Ve sağ kolunu kaldırmış. “Şimdi” demiş, “kolumun altından talebelerine bak, bakalım ne göreceksin?”

Bir bakmış ki, talebelerinden kimi marangoz, kimi terzi, kimi tornacı, kimi berber, kimi rençber… Hop! Sallamış başını, gelmiş tekrar kendine öğretmen.

“Ne gördün evladım?” diye sormuş Efendisi.

“O çalışmayan talebelerimin hepsini çeşitli sanatlarda gördüm.”

“Gördün mü oğlum” demiş, “hepsi mimar olursa, doktor olursa, öbür mesleklerde kim hizmet görecek? Sen vazifeni yap, gerisini düşünme.” 

Keramet göstermiş evladına, kurtarmış düşünceden…

MANEVİ MENKIBELER – 24

Evlâdiye değil, erbâbiye…

Hüsameddin Çelebi, canı gönülden Mevlana’ya hizmet ettiği için, Mevlana onu çok severdi. Bu yüzden ona hep ruhumun mertebesi diye hitab ederdi.

Hatta şöyle buyurmuştur, “Benim ailem bir ay ekmeksiz kalsa ve bana bir ekmek hediye edilse, ben o ekmeği Hüsameddin’e veririm, Veled’e vermem.”

Bakın şimdi nasıl bir kişiliğe sahip Cenab-ı Mevlana…

Sultan Veled, ilimde hemen hemen babasına yakındı, çok kıskanıyordu babasını. İyi ama Cenab-ı Mevlana manen oğluna soyunmadı. Hüsameddin Çelebi’ye soyundu.

Bugün bakıyorsun herkese şeyhlik veriyorlar. Şimdi sen dükkanını senden sonra işletsin diye kime verirsin?.. Diyelim ki, senin oğlun o kadar sadık değil, kimlerdir müşteriler nasıl satılacak nasıl edilecek, bilmiyor. Dükkanda bulunmuyor, dışarda geziyor. Sen kalkıp onu getiriyorsun dükkanın başına. Sonra ne oluyor? O dükkanı iflas ettiriyor.

İşte Mevlana der, “Bizim yolumuz erbâbiyedir, evlâdiye değil.” Ve getirdi Hüsameddin Çelebi’yi, 11 sene Sultan Veled Hazretleri hizmet etti Hüsameddin Çelebi’ye. Hüsameddin Çelebi Hakk’ın rahmetine ulaşınca o zaman Sultan Veled geçti.