MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (113)

İnsan çok mukaddes bir varlıktır, diyorsunuz. İnsanın görevi nedir, bu mukaddes varlık olan bedeni nasıl kullanmalıdır?

İnsan olmazsa, Hakk’ın büyüklüğü, güzellikleri, dili sunulamaz; Cenab-ı Hakk, bu insan bedeniyle, kendini ve diğer her şeyi dile getiriyor. Fakat bir çok kişinin gözleri bulanık görür; fakat sadece geçmişte değil, bugün bile hala birçok kimsenin gözleri bulanık görmeye devam ediyor. Neden? Çünkü içini temizlememiş, içinde bir sürü dünya muhabbeti var. Böyle kimselerin gözleri hakikati göremez, körce yaşar, bulanık görür.

Hazreti Muhammed Efendimizi gelince, selam olsun üzerine, o da diyor ki: “Bana bende olan, beni toplumda methiye kılan o kişi gelmiş geçmiş nebilerden evladır.”

Bakın bizlere nasıl bir mesaj veriyor ve güzel bir rütbe veriyor. Bugün geçmişlerden alırız mesajı, fakat bugün bizler sizlere mesaj vermekle mükellefiz. Güzel mesajlar vererek sizleri güzel yaşamlara sürüklemekle mükellefiz. Sizlerin yarınların birer aydınları olarak topluma çıkmanızı sağlamak bizlerin vazifesidir. Biz her zaman şunu deriz; Hazreti Muhammed Efendimiz, İmam Ali Efendimiz, Ehlibeyt Efendilerimiz, yüce Mevlana’mız ve Piran Efendilerimiz bizim sünnetlerimizdir, bizleri de sizlere farz kılmışlar. Onların yüzleri bizden görünür, onların dilleri bizden dile gelir; hiçbiri kabirden dile gelmez. İşte bir Mürşid-i Kamil kainattır ve yüzyirmidört bin nebinin ve sayısız velinin varisidir. Sizler hakikate ulaştığınız zaman, kimliğinizi bildiğiniz zaman, kimliğinizle yola koyulduğunuz zaman, sizler işte o zaman zengin bir kişiliğe sahip olursunuz. Peki zenginlik nedir? Benim en büyük varlığım, Mürşidimin vasıtasıyla Pirim’dir, en büyük varlığım odur. Hazreti Muhammed de orada, İmam Ali de orada, Ehlibeyt de orada, Piran da orada; hepsi oradadırlar. Ben orayı kendime ruh ettim, orayı kendime ışık ettim. Gökyüzündeki güneşin ışığı onların ışığının yanında sönük kalır. Sizlerinde günün aydın kişileri olmanızı istemekteyiz. Öyle, Allah ceza verir, cehennemde yakar, gibi sohbetler burada yoktur. Burada insandan söylettiriyor, insana dinlettiriyor. Bakın Hazreti Muhammed, “İkre” diyor, Hazreti Mevlana diyor, “Bişnev”. Biri “Oku” diyor, diğeri “Dinle”. Dinledin, işittin, oradan can buldun, o zaman tefekkürde dur, onlar ne ikram ederlerse, bilin ki mutlaka güzel şeyler ikram ederler; onların ikramı hiçbir zaman çirkin değildir. Hem senin vücuduna faydası olur, hem de karşı tarafa faydası olur.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (112)

Bir zat diyor ki: “Zamanı gelince herkes kendi hedefini tutturacaktır. Sonunda böylece herkes kazanacaktır ve herkes sonunda inandığı şeye dönüşecektir. Herkes neyi bozmadan koruduysa, onu elde edecektir. Kimi sefilliğini, hatalarını ve ölümü; kimi ise mükemmelliği, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü bulacaktır.” Siz bu konuda ne buyurursunuz Hasan Dede?

Kişi en çok neyi severse, onun Allah’ı odur. Kişi eğer nefsinden arınanamamışsa, kopamamışsa, nefsani isteklerine kavuşacaktır. Ama bazıları da var ki, onlar namütenahi güzelliklere ulaşacaklardır. Kimlerdir bu kişiler? Kulağını güzel sözlere kapamayanlar, hatta güzel sözleri işitirken daha fazla kulak verenler, o güzel sözlerin yansıdığı kişilerdir, iç alemini o güzel sözlerle nurlandıran ve bu güzelliklerle ömrünün sonuna kadar yaşamını sürdüren kişilerdir. Bu kişilerin suretlerine örnek, Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana ve diğer Piran Efendilerimizdir. Onlar güzellikler kaynağıdırlar.

Bir gün Hazreti Mevlana’ya şöyle bir soru soruyorlar; “Ya Mevlana! Senin sohbetinde bulunuyorum ve doyamıyorum. Senin sohbetinden ayrıldıktan sonra başka bir yerlerde de Hakk muhabbeti dinliyorum, ama hiçbiri senin muhabbetin gibi zengin değil, fakat cemaatleri çok, merak ediyorum, acaba bunun nedeni nedir?”

Mevlana cevap veriyor: “Oralarda kalabalığı görüyorsun, ama benim gönderdiğimi görmüyorsun. Burası bir sarraf dükkanıdır, biz burada gelenlere ayar veririz. Ayar altına verilir, gümüşe, pırlantaya, zümrüte, yakuta verilir. Değeri olmayan birşeye ayar verilmez.”

Bunun üzerine Hazreti Mevlana’ya, “Sen kimsin?” diye soruyorlar.

İşte Hazreti Mevlana şu cevabı veriyor:

“Ben, dünyamızda ne kadar güzellik varsa, bütün o güzelliklerin kaynağıyım ve de doğasıyım.”

İşte bizler böyle bir yerdeyiz, burada zerre kadar karamsarlığa yer yoktur. Ya gönlünü Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Mevlana’mızın, Piran Efendilerimizin hakikat sohbetleriyle dolduracaksın ve güzel bir insan olacaksın, yahut da nefsinin esiri olup gideceksin.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (111)

Bir insan bedeni tarafından aşağı çekildiği, yani bedenin arzu ve zevkleri ile meşgul olduğu sürece, feleklere yükselemez. Ve orda yüksek manevi değerlere sahip bulunanları doğrudan müşahade edemez, deniyor. Siz ne buyurursunuz?

Bir insan, kendisini devamlı bedeninin arzuları ile meşgul tutarsa, hiçbir zaman hakikatlerin güzelliklerine ulaşamaz. Neden? Çünkü nefsi arzularının peşindedir ve onlardan arınamamıştır. Bu gibi kişilerin de geçirdikleri ömürler boşa gitmiş olur ve kişiye yazık olur.

Cenab-ı Mevlana der ki:

“Bu kadar ‘Allah’ dediniz, daha mı Allah’laşamadınız.”

Bu sözleriyle ne demek istiyor bizlere? Allah ismini zikrettiğiniz zaman, bu esmanın arkasında zat olarak birini görmek isterseniz eğer, o zat Hazreti Resulallah’tır. Misal olarak, güzel bir kız gördüğünüz zaman, onun o güzelliğine hayran olursunuz. Ama onun o güzelliği, Peygamber Efendimizin güzelliğinin sadece küçücük bir zerresidir. Resulallah’ın güzelliğini, nasıl nur ala nur bir varlık olduğunu mürşidinizden dinliyorsunuz, ama yine Onun güzelliğine koşmak yerine, Onun cüzi bir güzelliğine tamah ediyorsunuz. Kızdan maksat dünyadır. Bırakın dünyayı, çıkarın gönlünüzden. Resulallah’ı koyun o gönlünüze, öyle zikredin Allah’ı, bakın o zaman nasıl güzellikler zuhur eder sizlerde, hayran olursunuz o Güzele. Zaten O yüzünü gösterdi mi, başka bir güzel de istemezsiniz artık.

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (110)

Hazreti Ali Efendimizin bir sözü vardır, der ki, “Ben Hazreti Muhammed’in yanında büyüdüm. Ama hayatım boyunca bir kez olsun yüzüne bakamadım.” Bir hadis-i şerifte Hazreti Muhammed Efendimiz buyuruyor ki, “Biriniz din kardeşini seviyorsa, ona bildiğini öğretsin.” Cenab-ı Hakk da Asr suresinde, “Birbirinize Hakk’ı tavsiye ediniz” buyuruyor. İnsanın değeri ve manevi güzelliği, onun ilahi marifetten elde ettiği değer kadar mıdır? Çirkinliği de bundan mahrumiyeti yüzünden midir? Ne dersiniz Hasan Dede?

Bir insan ne kadar güzelliklere bürünürse, onun iç aleminin güzelliği yüzüne vurur. Biri de ne kadar karamsar düşüncelerde olursa, bu kişinin de yüzünde çirkinlikler zuhura gelir. Bu nedenle üstadımız Mevlana, her zaman huzurlu olmamız için bizlere daima kendimizi güzel düşüncelerde tutmamızı öğütler. Kendini daima güzel düşüncelerde tutan kişi, bahçesi güllerle, nergislerle, sümbüllerle dolu olan bir eve benzer. O evin sahibi, gecenin hangi vaktinde ışığı uyandırsa, bahçesinde o gülistanı görür. Karamsar düşüncelerde olan kişiler de, bahçesi dikenlerle, akreplerle, yılanlarla dolu olan bir eve benzer. Evin sahibi ışığı yaktığında bahçesinde o çirkinlikleri görür. İnsan düşünceden ibarettir. Bizlere en güzel örnek Hazreti Muhammed Efendimizdir. Ne dediniz biraz önce? Hazreti Ali, Peygamber Efendimizin yüzüne bakamazdı, dediniz. Hazreti Ali Efendimiz, Resulallah’a aşıktı, hayrandı. Hazreti Mevlana ve Hazreti Şems’in aralarındaki ilahi aşk gibi. Esasen, Onun da cemali en az Resulallah kadar nurluydu. Pembe beyaz yanakları vardı, gözleri de resimlerde gösterildiği gibi siyah değildi, Pirimiz Mevlana’nın gözleri gibi ela renkteydi. Hazreti Muhammed Efendimizin gözleri ise kahverengiydi. Hazreti Hasan’ın da kahverengiydi, ama Hazreti Hüseyin’in gözleri yine elaydı. Ama hepsinde Hazreti Muhammed Efendimizin nuru vardı. Onların cemallerine bakmak kendinden geçmektir. Bu yüzden filmlerde onların yüzlerini göstermezler, neden? Çünkü onların yüzlerine benzeyen yüz yok kimsede. Onlar tamamen nurdurlar.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (109)

Bu alemin yaratılma sebebi insandır, insanın yaratılma sebebi de Hakk’ın görünme ve bilinmesidir, çünkü Hakk insanda aşikar olmuştur. O halde bizim kendi hakikatimizi aramamız bir emri ilahi değil midir?

Cenab-ı Hakk, bu kainatı Hazreti Muhammed’in yüzü hürmetine yaratmıştır ve “Sen olmasaydın ben bu alemi yaratmazdım” demiştir. Allah, bu alemi Kendisinin bilinmesi için, güzelliklerinin dile gelmesi için yaratmıştır. Hazreti Allah’ı da en güzel dile getiren Hazreti Peygamber Efendimiz olmuştur ve bizlere sunduğu her kelamı bencilce değil tamamen yokluğa bürünerek dile getirmiştir. Onun dilinden zuhura gelmiş olan bütün güzellikler Yaratıcının sözleridir. Hazreti Muhammed, Akl- ı Küll’dür. Ve Hazreti Ali Efendimiz olsun, Hazreti Mevlana olsun ve bütün Piran Efendilerimiz de Akl-ı Küll idiler. Bunun manası, onların her zerresinden akıl fışkırmaktadır. Çünkü onlar akıllarını Hazreti Muhammed Efendimizin aklıyla büyütmüşlerdir ve söyledikleri her söz bu sebeple bal şerbet gibidir. Onlar her zaman topluma tebessümlü yüzleriyle ve birleyici sözleriyle çıkmışlardır. Ve insanlara bu şekilde örnek olmuşlardır ki, onların sözleriyle akıllarını büyütmüş olan, onları kendilerine ruh etmiş olan kişilerle dünya durdukça anılmaya devam etsinler. Yani sonuç olarak, başta da söylemiş olduğumuz gibi, insan herşeyden üstün bir varlıktır. İnsan demek kainat demek, kainat demek insan demektir. Nurlu bir insanın cemali Ay’ı andırır. Gözlerindeki ışık çoğaldığı zaman da, o insan Ay’dan Şems haline döner. Misal olarak, Yusuf Aleyhisselam’ın yüzünün nuru o kadar parlaktı ki, gece yürüdüğü yollardaki evlerde oturan insanlar, onun nuru evlerine yansıma yapsın diye pencerelerini açarlardı.

Hazreti Mevlana’mız da buyurur der ki:

“Hazreti Muhammed’in yüzünün nuru nice Yusuf’un nuruna bedeldir.”

Yani Yusuf Aleyhisselam’ın yüzündeki o nur da, Hazreti Muhammed Efendimizin nurunun ancak bir yansımasıydı. Hazreti Muhammed Efendimiz, bu kainatın yaratılışına sebep olan nurdur. O iki cihanın Güneşidir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (108)

Hazreti Mevlana, “Bir insan, kendi varlığında Hakk’ı bulunduğunda, ebediyetin anahtarını bulmuştur” diyor, bunu açıklar mısınız?

Bizler bizlikte ne kadar kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz. Istıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Bizler kendimizi ne kadar teslimiyete bırakırsak, o kadar teslim olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin manevi kazançlar elde etmemizi sağlar. Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur içinde olur.

Yunus Emre, selam olsun üzerine, şöyle buyurur:

“İlim, ilim bilmektir; ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır. Var hoca, git bin hacca; hacca gitmek hüner değil, bir gönüle girmektir.”

İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan, bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar. Şöyle misal vereyim; yediğimiz gıdalar bedene kuvvet verir, güçlendirir. İnsan eğer maneviyattan uzaksa, bu güç, kuvvet insanı hayvaniyete sürükler.

Hazreti Mevlana şöyle der:

“İnsan kulaktan beslenir, hayvan ağızdan beslenir.”

Bizler burada sayısız hakikatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlana’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip ruhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar. Bu güzelliklerin kendilerinde zuhur etmesi için de yokluğa bürünmeleri gerekmektedir. Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrar verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zahiri bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pirimiz Mevlana’mızı bedenimizde ruh edersek, onların bilgileriyle kendimizi büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz. Halk arasında, ‘Kalp gözünün kapalı olması’ diye bir tabir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o kalpte konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin kalp gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve kalbinde en güzel yeri Ona verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık haline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir an dahi olsun ayrılmak istemez. Fakat genelde insanların bedenleri dünya muhabbetleriyle dolu, bu sebepten dolayı bağdaşamıyoruz. Boşaltalım dünya varlıklarını içimizden, varlık olarak Hazreti Muhammed Efendimizi kalbimize koyalım, bakın o zaman nasıl güzel haller zuhur eder bizlerden.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (105)

Hasan Çıkar Dede

Hasan Dede bu alemde en çok ne yapmak istedi, insan toplumuna neyi vermek istedi?

Bütün insanlık alemini bir görmek, hepsini birbirine karşı sevgide saygıda görmek istedi. Onun bütün yaşamı bunu için geçti. Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana ne istediyse biz de aynısını istedik. Hazreti Muhammed’e tam bir imanla yüz tutanlar rahat ettiler. Hazreti İsa’ya, Hazreti Musa’ya yüz tutanlar rahat ettiler. Kim Peygamberlerin sözünün dışına çıkıp egosunda kaldıysa perişan oldu. Çünkü Peygamberler, Evliyalar menfaatsiz dostturlar. Onlar bu dünyaya insanları irşad etmek, gel benim gibi ol, demek için geldiler. Sevdiler, hep sevgiden söz ettiler, hiç usanmadan cemaatlerinin yanlarında bulundular. Onların sözleri ferahlık verip, huzura kavuşturdu. En sonunda gözler açıldı, gönüller büyüdü, ruh ferahlığa kavuştu ve oraya imanla baktılar. Onların gövdeleri kalktıktan sonra kim oraya tam vekalet ettiyse aynını söyler. Hasan Dede ikilik tohumu atmadı, küfrü de iman bildi. Temize dokunamazsın ama öbürleri ile uğraşırsın, küfürde olanları yavaş yavaş bıkmadan yola getirmeye çalıştı.
Hazreti Muhammed’e gayrimüslim bir bedevi misafir gelmişti. Hazreti Muhammed’in bir keçisi vardı. Diyelim iki, üç bakraç süt veriyordu. Bu bedeviyi nasıl doyuracağım diye düşünürken, keçi birkaç misli süt verdi. Bedevi tıka basa karnını doyurdu. Bir vakitten sonra gece sıkıştı fakat kalkamadı, yatağı berbat etti. Sabah kalkınca da Hazreti Muhammed’in serdiği o temiz çarşaflarla, üstünü başını temizleyip, heyecandan haçını unutarak, haber vermeden gitti.
Peygamber Efendimiz, sabahleyin hal hatır sormak, kahvaltı ikram etmek için misafirini kaldırmaya gittiğinde, odada berbat bir koku ile karşılaştı.
Bu pisliği madem ki benim midem kaldırmıyor, bu çarşafları temizlemesi için kimseye veremem diye düşünerek, kuyudan su çekip, tekneyi doldurdu ve o çarşafları kendi elleriyle temizlemeye başladı. Mübarek kimseye yük vermiyor…
Bedevi putunu unuttu ya, bütün inancı ondan, onsuz duramadığından tekrar Hazreti Muhammed’in evine gelip, kapı aralığından baktı. Hazreti Muhammed’i onun pisliklerini temizlerken gördü, utanç içinde içeri girip, selam verdi.
Hazreti Muhammed, “Rahat uyudun mu? Olmuş, insanlık hali, sıkılma. Niçin geldin?” diye sordu.
“Putum için.”
“Al putunu.”
“Hayır istemiyorum. Senin gibi büyük insan zor bulunur, senin yoluna girmek istiyorum” diyerek Peygamber Efendimizin elini öptü. Daha sonra da, “Benim halim ne olacak? Ben doyamıyorum” der.
“Bundan sonra çok az şeyle doyacaksın.”
“Nasıl?”
Hazreti Muhammed, ona güzel bir nasihatte bulundu.
“Yemeğe başlarken, Besmele çekeceksin. Hakk’ı düşün, Allah sana yardımcı olacaktır.”
O doymayan adam Besmele çektikten sonra, Hakk’ı düşününce iştahı kesildi, çok azla misal çeyrek ekmekle doydu ve çok güzel bir insan oldu. Kim onu insanlığa sürükledi? Hazreti Muhammed’in büyüklüğü. Öf, uğraşamam demedi. Ya sabır diyerek, hizmete girdi.
Hazreti Mevlana, bir gün ılıcaya gitmişti, o sırada havuzda cüzzamlılar yıkanıyordu. Hazreti Mevlana gelince cüzzamlıları çıkarıp, suyu temizleyip, elma yaprakları atmak istediler. Hazreti Mevlana, “Hiç kimseye dokunmayın” diye seslendi. Cüzzamlılarla beraber yıkanarak, onlara su atıp onlarla hasbıhal oldu. Hazreti Mevlana’nın onlara su atmasıyla yaraları şifa buldu.
İnsan olmak çok zor. O derdi veren de, dermanı veren de Allah. Madem elçisin, her şeye katlanacaksın. O, seni imtihana tutuyor, ben yapamam, edemem demek yok.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (100)

Kur’an-ı Natık, tam olarak ne manaya gelir?

Bir insan, ehli iman, Resulüne ve kitabına bağlı ise Kur’an onunla dile geldiği için o insan canlı Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim rafta durursa sen onun ehli değilsen, ona da Kur’an-ı Sabir derler. O, insanla dile geldiği için, güzel bir insan ele alırsa orada ortalığa can verir, güzellikler meydana gelir, Kur’an orada canlanır. O güzellik Hazreti Ali’ye verilmiştir, selam olsun üzerine.
Şam Valisi, Hazreti Ali’yi hiçbir türlü yenemeyince, ne kadar Kur’an-ı Kerim varsa toplattı, sonra sayfalarını mızraklara koydurup, askerlerine Hazreti Ali’ye karşı yürümelerini emretti. Hazreti Ali taraftarları, mızraklarda Kur’an’ı görünce kılıçlarını kınlarından çıkarmadılar. “Biz Kur’an’a karşı savaşamayız” dediler. Hazreti Ali o zaman, “Çekin kılıçları, yürüyün üzerlerine, mızraklardaki Kur’an sayfaları Kur’an-ı Sabit’tir, insansız dile gelmez. Ben Kur’an-ı Natık’ım, canlı Kur’an’ım” dedi. Yanındaki bir sürü mollalar, Hazreti Ali’ye ayetler okudular, fetvalar verdiler. Hazreti Ali, “Siz Kur’an’ı benden daha iyi bilemezsiniz, ben onun özüyüm” dediyse de, anlamadılar, ayetlerden bahsettiler. Baktı ki, bunlar askerden daha cahil, asker de bunlara inanıyor, savaşı bıraktı.
Bir gün, Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, sahabesi ile otururken der ki: “Aranızda kısa bir süre içinde hatim indirecek biri var mı?”
Sahabenin hepsi sustu. Çünkü Kur’an-ı Kerim normal bir şekilde okunursa sekiz saat zaman alır. En hızlı şekilde okunsa bile altı-yedi saatten daha az bir sürede okunmaz.
Hazreti Ali elini kaldırdı ve üç İhlas ve bir Fatiha okudu. Bu bütün Kur’an’a geçerlidir, daha fazla ders almak isteyen, girer içine okur. Hazreti Ali zaten Kur’an-ı Natık. Hazreti Muhammed Efendimiz de Hazreti Ali’yi tasdiklemiştir.
İhlas-ı Şerif’in manası şudur: “Kulhuvallahu ehad, (Ey kul yemin ederim, O Allah için, o ehad sensin). Allahüssamed, (Dünyada senden merti yok). Lem yelid velem yuled, (Ne doğarsın ne de doğurur bir ana senin gibi). Velem yekullehu küfüven ehad, (Sana bir zarar gelmemesi için, bütün bu alemi mahfederim).” Bakın ne kadar büyük bir mana taşımaktadır.
Kur’an-ı Kerim, en büyük zikirdir. Bütün bu kainatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de insanlık alemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mana ehli, Kur’an-ı Kerim’i ne kadar tefsir etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu alemde hepsini yazması gerekir.
Fatiha suresine gelince… Misal olarak, İsmail Hakkı Ankarevi, kendisi çok büyük bir alimdi, Fatiha suresine mana vermeye kalkmış ve üçyüz küsur sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fatiha’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lazım gelir ki, tüm kainatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fatiha suresinin sadece bir ayetinde bile ne kadar derin manalar vardır.
Hazreti Mevlana’mız da, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmış ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben manayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi…”
Mesnevi-i Şerif’inde, Kur’an hakkında yine şöyle buyurur: “Bil ki Kur’an’ın bir zahiri var… zahirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var. O batının bir batını, onun da bir üçüncü batını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü batınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir. Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Adem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi! Kur’an’ın zahiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!..” (Mesnevi, III/4244)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (99)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Ameli salih insanlar için öldükten sonra en büyük mükafat sevdiklerine, bizim için mürşidimize ve onun vasıtasıyla Hazreti Pir’e, Hazreti Peygamber’e kavuşmaktır. Ancak Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda birçok surede mükafat olarak yiyeceklerden, içeceklerden, nimetlerden bahsediliyor. Niçin?

Tefsir eden kişiler zahiri tefsir yaptıkları, batıni tefsir yapmadıkları için insanlar neyi en çok istiyorlarsa onlardan bahsetmişler.
İnsanın ameli, yeryüzünde yaptığı işlerdir. İnsanlara sevgiyle, saygıyla davrandı mı? Allah’ın vermiş olduğu rızıktan, zor durumda olanlara yardımda bulundu mu? Dilini tatlı tuttu mu? Ömrünü güzel işler yaparak geçiren kişinin ameli salihtir. Güzel hizmetlerde bulunan kişi bu alemden göç ederken Cenab-ı Hakk, başta kendi yüzünü gösterir. Ameli salih olan kişi yüzü suyu hürmetine sevdikleri de berat alır.
Hazreti Mevlana’nın Emin isminde bir müridi varmış, otuz sene Hazreti Mevlana’ya hizmette bulunmuş. Onun sohbetini dinlediği zaman dermiş ki: “Bugün o kadar güzel bir sohbet açtın, dil tarif edemez.”
Hazreti Mevlana da, “Beni dinle Emin” dermiş.
Sonra camide hatipleri dinler, Hazreti Mevlana’ya gelip, “Filan camide filan hatip çok güzel konuştu, şöyle böyle dedi” diye anlatırmış.
Hazreti Mevlana da, “Onu dinle Emin” dermiş.
“Beni dinle, onu dinle” diyerek aradan otuz sene geçmiş. Bir gün Hazreti Mevlana’nın sadık dervişlerinden biri Hakk’a yürümüş, onu kabristana getirmişler. Toprağa sırlayınca, Hazreti Mevlana’ya, “Ne olur bir duada bulun, bu senin yakınındı” demişler.
Cenab-ı Mevlana tefekkür ettikten sonra bir münacatta bulunmuş. Münacatı yapar yapmaz, Emin’e bütün kabristandan ellerin çıktığı görünmüş. Kabirlerinden hepsi Hazreti Mevlana’nın münacatına ruhen amin demişler.
Münacattan sonra Hazreti Mevlana yürümeye başlamış, Emin hayretten yerinden kalkamamış. “Hadi Emin kalk” demişler. Emin koşup Mevlana’nın eteklerine sarılarak, “Ne olur beni bırakma ya Hüdavendigar” diyerek yalvarmış.
Hazreti Mevlana, “Ben seni hiç bırakmam, arada sırada başka taraflara gidip sen beni bırakıyorsun. Ama şimdi neden bana böyle sarılıyorsun?”
“Artık senden ayrılmam, başka hiçbir yere gitmem. Senin münacatın üzerine bütün kabirlerden eller çıktı. Hepsi, dost yüzü suyu hürmetine berat aldılar.”
“Orada güzel bahçeler, saraylar, huriler var, bu geçici dünyayı ne yapayım, burada yaşlanırım, hastalanırım ama orada öyle bir şey yok” diye düşünenler, namazları menfaat için kılanlar var. Bu neye benzer; susamışsın, suya yanıyorsun. Bir çeşme başına geliyorsun, Sana, “Hayır içme” deniyor. Çeşme önünde, kaynak önünde ama sen o hararet esnasında onlardan su içmeyip serap görmeye başlıyorsun.
Susamış kişi Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da mürşid-i kamildir. Mürşid-i kamil, susamış kişiye Ab-ı Hayat’tır. Çünkü bir mürşid-i kamil, Kur’an-ı Natık’tır, Hazreti Muhammed’in bütün nurlarına ve hakikatlerine sahiptir. Onun sohbetleri vasıtasıyla tüm bu hakikatleri öğrenirsin, aydınlanırsın.
Her zaman söylüyoruz: İnsan insanın cennetidir, insan insanın cehennemidir. Güzel insanlara karışır, güzel sözler işitirsen, huzur içinde olursun. Orada rahatça gönlünü açıp, ruhunu okşayıcı muhabbetler yaptığın zaman sen cennettesin. Bir de neuzübillah, küfürbazların yanında olursan, onların her sözü bir dikendir, insanı üzüntülere sürükler.
Hazreti Mevlana, “Cenneti görmek isterseniz, aşıkların sohbetine karışın. Aşıkların sohbeti, ilkbaharla yaza benzer. Çünkü hep Allah’tan, sevgiden konuşurlar. Cehennemi görmek isterseniz, küfürbazların yanında oturun, onların sohbetleri de sonbaharla kışa benzer” der. Her şeyi burada göstermiştir. İbadetlerinde güzel şeyler düşüne düşüne senin iç alemine hep güzellikler dolar, kuş gibi hafiflersin. Hep huzur içinde yaşarsın.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (98)

Hazreti Mevlana’nın Hakk’a yürüyüşü herkese çok büyük bir örnek öyle değil mi?

Evet aynen öyledir. Hazreti Mevlana’nın son günlerinde Şeyh Sadreddin Efendi ziyaretine gelmişti. Mevlana’ya, “Allah sana şifa versin, seni başımızdan eksik etmesin” diye dua edince, Mevlana, “Sakın bana dua etme. Nurun nura kavuşmasına bir soğan zaresi kadar mesafe kalmıştır, bu kavuşmayı bana çok mu görüyorsun” diyerek cevaplamıştır.
Eşi Kira Hatun da, “Ya Hüdavendigar! Rabbine münacatta bulun gitme, bizi yalnız bırakma,” dediği zaman da, “Kimin malını çaldım, kimin mülküne göz diktim, doğuştan beri hep bu anı bekledim. Neyler üflensin, kudümler vurulsun, Yarla buluşma gecemdir bu benim. Ben giderken, vah vah, diye arkamdan ağlama. Ağlarsan kendine ağla. Ben o padişah değilim tahttan tabuta gireyim. Ben o padişahım ki tahttan gönüllere gireyim” demiştir.
17 Aralık Şeb-i Arus, düğün gecesi, kına gecesi, Yarla kavuşma gecesidir.
Yine Kira Hatun’a dedi ki: “İnsanlık tohumunu ektiysen, şüphen mi var insanlıktan. Güneşin battığını görüyorsun, şüphen mi var doğmasından. Güneşi kaybettiysen aya koş, ayı bulamazsan yıldıza yüz tut, onu da bulamazsan vay sana, kaldın ışıksız.”
O, insanlık tohumu ekti, insanlığa yola çıktı. Hep açık konuştu, hiçbir şeyi gizlemedi.
Yine Yüce Mevlana, “Ey insan mumdan örnek al, mum son demine kadar ışığı sunmaktan vazgeçmez, sen bir insansın son nefesine kadar aydınlığı sun ki aydınlığa kavuşasın” der.
Neuzübillah birisinde umutsuz bir hastalık zuhur etti mi, “Aman en iyi doktora gidelim, bütün malımı mülkümü vereceğim, yaşamak istiyorum” der. Yaşatacak seni bir hafta, bir ay, yine gideceksin. İşte sana işaret veriyor, imanını büyüt, hatalarından nadim ol, dost yüz tutmaktadır. Artık gidiyorsun, hiçbir ilaç fayda vermez, sadece imanın fayda verir.
Hazreti Muhammed ve bütün Veliler hep sevgiden söz ettiler. Sevgi ile kendilerini kazandırdılar, ölüm bunlardan uzaklaştı. Onlar sevenleri ile dünya durdukça yaşayacaklar. Onun için bizler de sevgi sözlerini çoğaltalım, birbirimizi kırmayalım. Sevgide saygıda kusur etmeyelim. Çünkü ne gün belli ne saat, aniden davet gelebilir, güzelliklerde yaşarsan korkuya yer kalmaz.

Kaside:
“Senin gibi eşsiz bir padişahın huzurunda öleceğim gün, ne mutlu bir gündür. Senin şeker madeninin kapısında ölmek, tatlı candan ayrılmak ne hoş bir gündür.
Senin gül bahçenin selvisi gölgesinde ölürsem, toprağımdan yüzbinlerce gül biter.
Senin ayak ucunda sevine sevine el çırparak ölürsem, yaşayışa haris olan nice kişi şaşkınlıklarından ellerini ısırırlar.
Kadehime ölüm şerbetini sen dökersen kadehi öperim, sevine sevine ölüm şerbetini içerim de neşeden mest olmuş bir halde salına salına ölüme doğru gider, can veririm.
Can tatlı olduğu için beşer olarak ölüm haberinden sonbahar yaprakları gibi sararıp solarım, ama bahara benzeyen güller gibi gülüp duran o güzel dudaklarının yüzünden, ölümden şikayet etmeden, güle güle can veririm.
Senin nefesinle kaç defa öldüm, yine dirilirim. Senin yüzünden bir kere değil, bin kere ölsem korkmam. Ben yine ilk öldüğüm gibi, yine o çeşit ölürüm.
Anasının kucağında ölen çocuk gibi Rahman’ın rahmet kucağında, acıyış, bağışlayış kucağında ölürüm.
Bu ne biçim söz? Aşık olan ölür müymüş? Ab-ı hayat kaynağında ölmeme imkan var mı?
Ey Tebrizli Şems! Seninle diri olmayanlar var ya, işte ben onların yanında ölürüm de senin yanında dirilirim. ”
(Divan-ı Kebir, C.IV, 1639)