İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 50

“Bana, beni sorarsan, ben zamanın bütün olaylarına sabırla direnirim.”

Hüdavendigar Mevlana, “Mana gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret” diye buyurur.

Her zaman söylediğimiz gibi, Hazreti Muhammed Efendimiz kadar zulümlere maruz kalan ve çileler çeken bir Peygamber daha gelmemiştir bu aleme. Fakat O, bütün bu çektiği çilelere rağmen hep sabır göstermiş ve bir an dahi Allah’ı anmaktan vazgeçmemiştir, hatta kendisine zulüm edenlere hidayet dilemiştir. İmam Ali Efendimize baktığımızda ise, O da henüz çocuk yaştayken, müşrikler Hazreti Resulallah’ı ortadan kaldırmak için evine girdiklerinde, O’nun yerine yatağına yatarak, canı pahasına Resullallah’a siper olmuştur.

Hüdavendigar Mevlana’nın yatağına uzanıp da bütün gece uyku uyuduğuna dair hiçbir eserde bir belge yoktur. Çünkü Mevlana hep diz üstünde otururdu ve devamlı tefekkür halindeydi, her an Rabbine niyazda dururdu. Şems-i Tebriz Hazretlerine baktığımızda, o da bir tuğlayı kendine yastık yapmış onun üstünde başını dinlendirirdi. Yani hep ıstırap çekmişler, hiç rahatlarına düşkün olmamışlardır.

Sizlere yine Mevlana’mızdan bir misal vereyim…

Hüdavendigar Mevlana bir gün hamama gider. Deriyle kemik haline bürünmüş vücudunu ovarken, kaburgaları ellerine dokunur. Bu sırada Allah’tan nida gelir: “Ey benim sevgili Efendim Celaleddin! Bu beden sana verdiğim bir ilahi emanet, orada gizli olan ben idim. Neden bakmadın, bu hale getirdin? Bu bedeni ne kadar zayıf düşürmüşsün.”

Hüdavendigar Mevlana bakın nasıl bir yanıt veriyor: “Bedenimde hem sen varsın, hem nefsim var. Nefsimin isteklerine düşmeyerek, sabır gösterdim, bedenimi bu hale getirdim. Ne kadar şükretsem az, seni aşikar gördüm. Eğer nefsimin isteklerine hürmette bulunup sabretmeseydim, başıma belalar gelecek ve seni de göremeyecektim, bunu senin için yaptım.”

Peygamber Efendimiz de iki günde bir lokma yerdi, hatta zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı.

Onun için, Allah yolunun başı da sonu da sabırdır. Bu kolay bir yol değildir, ama karınca misali olsa da yine yol alınır. Sabır göstermeden yol alınmaz, ama sabırla ve sebatla yola çıkıldığında er geç güzelliklere kavuşursun.

Ne güzel der Mevlana… “Ey sabır, varlığın anahtarıdır sırrının Emiri, bu kervanı güzel güzel ta Hacca kadar çek, götür!”

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 49

“Birisi hakkında söylenen sözleri muhakeme ediniz. İşittikleriniz o kişiye yakışmıyorsa, o sözün doğruluğuna inanmayınız.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Şimdi kalkarsın herkese yardım edersin, sonra biri kalkar der, benim tarafımı tut, öbürü der bana yardım et. Ama sen doğru bildiğini yaparsın. Ama karşı tarafın istedikleri olmadı mı onun ağzından beklemediğim kötü sözler duyarsın, hatta iftiralara da maruz kalırsın.

Şimdi, Hazreti Ali Efendimiz, bu iftiraları duyan, işiten kişilere sesleniyor: Böyle sözleri duyduğunuz zaman, bu sözleri muhakeme ediniz. Bu sözlerin aslı var mıdır, yok mudur?.. Birdenbire tek tarafı dinlemeyin. Eğer tek tarafı dinlerseniz siz de onlardan aşağı değilsiniz demektir, demek istiyor.

Aklı selim bir kişi bu gibi konuşmaları, iftiraları dinlemez, bu iftiralı konuşmaları ancak aynı cinsten olanlar dinler, hiç düşünmeden taşınmadan onlar da katılır iftira atanlara.

Sonra muhakeme karşılıklı olur. İftira atanla, iftira atılan kişiyi alırsın karşına ikisini de dinlersin, bu böyle diyor bunun aslı var mıdır, diye sorarsın. O zaman kimin doğru kimin yanlış olduğunu anlarsın. Muhakeme böyle yapılır, peşin hüküm vermek doğru değildir.

Hazreti Süleyman’a bir sivrisinek rüzgarı şikayet ediyor. Süleyman ona, “Rüzgar gelmeden ben seni dinlemem” diyor, “Bu akşam parmağımda misafir kal, yarın olunca rüzgara söyleriz o da gelir mahkemenizi yaparız” diyor. Sivrisinek o gece Süleyman’ın parmağında konaklıyor. Şafak doğunca Hazreti Süleyman uyanıyor, rüzgara sesleniyor,” Ey İsrafil yetiş, senin hakkında şikayet var.” Rüzgar başlıyor esmeye fakat eserken sivrisineği de Süleyman’ın parmağından uçurup düşürüyor. Süleyman sivrisineğe dönüp, “Dur” diyor, “Nereye kaçıyorsun? Bak hasmın geldi.” Sivrisinek, “Onun bulunduğu yerde ben duramam” diye cevap veriyor. Süleyman, “Hee” diyor, “Demek ki sen durduğun yerde etrafına zarar veriyorsun, iğneni sokuyorsun, rüzgar da seni olduğun yerden uçuruyor, izin vermiyor iğneni batırasın.” Yani sivrisineği tek başına dinlemiyor, bekliyor ki hasmı gelsin. Meğerse sivrisineğin şikayeti, o nereye konarsa, rüzgar onu oradan uçurup kaçırıyormuş, bundan şikayet ediyormuş. Süleyman’a gelmiş ki, rüzgara desin onu uçurmasın, o da rahatça istediğini yapsın.

Yani Hazreti Ali Efendimizin söylediği sözler çok yerindedir. Biri bir şey söyler ama, körü körüne dinlemezsin, muhakeme edersin. Ben bu kişiden bugüne kadar böyle bir şey duymadım, bir şey de görmedim, senin bu sözlerine nasıl güveneyim de kabul edeyim dersin ve doğru olan neyse onu yaparsın. Aklı selim bir insana yakışan da budur.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 48

“Zorluklara tahammül eden kolaylıklarla karşılaşır.”

Hazreti Ali Efendimizin sözleri her zaman yerindedir. Bir insan zorluklarla karşılaşınca isyanlara düşmeyecek, sabrını arttıracak. Ona ne ikram edilirse biraz daha derin düşünecek. Bunların hepsi Yaratıcı tarafından sunuluyor, beni imtihana tutuyor; acaba isyan edecek miyim, kırıcı bir şey konuşacak mıyım diye beni sınıyor, diye düşünecek.

Böyle yapan bir kişi, ne kadar sabrını gösterirse, en sonunda aydınlığa ulaşır. Cenab-ı Hakk o zorlukları kolaylıklara yönlendirir. Fakat kalktı mı o zorluklar içinde isyanlara düşsün, o vakit o zorluklar daha da artar ve kolay kolay başı dertten kurtulamaz.

Hazreti Resulallah, her daim Allah’ın birliğinden konuştu ve sevgi sundu. Onun çektiği cefaları kimse çekmedi.

Hazreti Muhammed beşer görünüyordu ama o bir hidrojendi. Çok büyük sabır göstererek bizlere örnek oldu: Sizin de başınıza çok şeyler gelebilir. Birden bire küfüre, isyana düşmeyin, başınızı derde sokmayın. Karşı taraf yaptıklarına pişman olacaktır. Madem ki beni seviyorsunuz sabırlı olun, mesajını verdi.

İnsan olmak çok zor. O derdi veren de, dermanı veren de Allah. Mademki Hakk’ı temsil ediyorsun, o halde her şeye katlanacaksın. O, seni imtihana tutuyor, ben yapamam, edemem demek yok.

Velilerin başlarından neler geçmiş… Veliler, Nebiler büyük imtihanlardan geçerek insanlara örnek oldular. O’nun aşkına, O’nun hatırına her şeyi yaptılar. Halklarından isyanlara uğradılar ama hiç imanlarını bozmadılar.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 47

“Size nimet geldiği zaman, az şükürle onu uzağa kaçırmayın.”

Hüdavendigar Mevlana, “Sana rızık vereni düşünmek, ona şükretmek, onu hatırlamak, minnet hisleri duymak sana helal rızık yerine geçecektir!” diye buyurur.

Allah’a sevgimizden, saygımızdan temiz bir gönülle ona koşarak, güzel bir tat alırız. Allah, bizlere sağlık, güzel nimetler, güzel dostlar vermiş, bizim vazifemiz ona şükretmektir. Biz yaşadığımız ana gece gündüz şükrederek, Yaratıcıyı dilimizin döndüğü kadar en güzel şekilde anlatmaya çalışıyoruz ve onu kendimizin dışında bir an bile tutmuyoruz.

Gözümüz onun kudretiyle görüyor, kulağımız onun kudretiyle işitiyor, elimiz onun kudretiyle tutuyor, ayağımız onun kudretiyle yürüyor. Vücudumuzda bulunan bütün azalardaki dirilik onun kudretiyledir. Madem ki bizi bu kadar sevmiş, her türlü güzelliklerle donatmış, biz de onu isteyelim, onun güzelliklerini içimize dolduralım. Başkalarının işlerinden bahsetmeyelim. Hazreti Muhammed der ki: “Başkalarının hesabı ile uğraşanlar, benim ümmetimden değildir.” Kendi ihtiyaçlarının peşinde koşacağına, başkasının işlerini merak eden kişi hep kayıptadır.

Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. Biz, onu zikrederken, onun o güzel vasıflarını içimize doldurmaya, onun o güzelliklerini tefekkür etmeye, o esmanın hüsnası olmaya çalışalım. O dışımızda değil, içimizdedir. Çünkü, Allah’ı zikretmesen bile, kalb her saniye devamlı “Allah” diye zikrediyor. Onunla diriyiz ama eğilmiyoruz. Bir an kalbimizi dinleyelim, kalbimiz bir saniye bile sahibini bırakmıyor, biz nasıl onun dışına çıkabiliriz. Ona dört elle sarılmak, onun dışına çıkmamak lazım.

Biri sana bir şey verse, “Teşekkür ederim” dersin. O sana sağlık, iş, güzel dostlar vermiş, hatta kendini de sana vermiş. Onun kudretiyle görüyor ve işitiyorsun. Neden şükretmeyeceksin? Hastalık zamanında, sıkıntı zamanında da Allah’a hamd edersin, yine teslimiyetli davranır, isyan etmezsin.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 46

“Aslan gibi kuvvetli olsan da kavgadan çekin. Sulh daha iyidir.”

Hüdavendigar Mevlana diyor ki: “Bu bedenler birer kılıfa benzer, tamamen dünyaya muhabbet verirseniz, kılıfınızı hep çamurla doldurursunuz. Kavgayı sevenler de kılıflarını kanla doldururlar. Biz hem o kanları, hem o çamurları temizlemeye, onların yerine nur doldurmaya geldik.”

Nur dolunca yüzde ifade değişir. Kişi özünü öğrenir, insan gibi konuşur, insan gibi yaşar. Ömür belli değil. Kimse malına, güzelliğine güvenmesin.”

İmam Ali Efendimiz, “Dünyamızda ne kadar Müslüman varsa hepsinin din kardeşiyim, dünyamızdaki bütün insanların insan kardeşiyim” diyor. İnsanlar farklı görüşlere farklı dinlere bağlı olabilirler ama insan iseler hiç kavga etmeden kardeş gibi yaşarlar.

Mevlana’mızın dünyaya güzel bir seslenişi daha var… “Sevgiye dair ne varsa bu alemde ben oradayım. Kavgaya, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.”

Bütün olay kendini tanıyarak, insanca yaşamak, Yaratan’dan ötürü bütün varlıklara sevgiyle bakıp, yüz tutana sevgiden söz ederek hayatı sürdürmektir.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 45

“İki yüzlü insanlardan uzaklaşınız. İyi vaktinizde etrafınızda dolaşırlar ve kötü vaktinizde derhal uzaklaşırlar.”

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Cenab-ı Hakk buyuruyorlar ki, birbirine hiyanet etmedikleri müddetçe ben iki arkadaşın üçüncüsüyüm. Her ne vakit ki, biri diğerine hiyanet ederse, ben aradan çıkarım.”

Hüdavendigar Mevlana da, “Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir onların yaprağını! Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de saman gibi içsiz bir hale düşerler. Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler. Bu çeşit adamdansa… münafıklardan pek kalabalık kişinin size uymasındansa azlık asker daha iyi. Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem, acımış, kötü fakat çok bademden iyidir elbette” diye buyurur.

Bizler mademki yüzümüzü Allah’a döndük, söyleyeceğimiz sözlere çok dikkat etmeliyiz. Bilmeliyiz ki kimi incitiyor ve hainlik ediyorsak, Allah’ı incitiyoruz ve O’na hainlik ediyoruz demektir. Kime ne ikram edersek döner bize gelirler. Sırat köprüsünü devamlı geçmekteyiz. Bu alemde incinsen de incitmeyeceksin, her varlığa sevgiyle yaklaşacaksın. Hainlik değil, vefa göstereceksin.

Kırık bir kasede su durmaz. Aman sakınalım; kimseyi kırmayalım, kimse bizim kalbimizi kıramasın. Kimseye hiyanette bulunmayalım, çünkü hiyanette bulunan kimse hakikatte kendine hainlik etmiş olur.

Biz her zaman şunu deriz: İnsan, insanın rahmanıdır. İnsan, insanın şeytanıdır.

Hazreti Ali Efendimizin, “Kişi dili altında gizlidir” diye buyurduğu gibi, bizler, mademki sarraf dükkanında çalışıyoruz, toplum ne ayardadır, konuşmalarından anlarız. Fakat bizlerin önemli bir vazifesi de, onların örtülerini kaldırmadan onlara insandan söz etmektir. Böylece belki o insandan örnek alır da, bir gün gelir o da güzel bir insan olur, Hakk olur.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 44

“Hiddetini yenebilen kimse düşmanlarına galip gelir.”

Hüdavendigar Mevlana buyurur, der ki: “Bez yıkayan, güneşe kızar; balık, denize hiddet ederse, bir bak, ziyanı kime? Sonunda bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır? Allah seni çirkin yarattıysa kendine gel de bari hem yüzü çirkin, hem huyu çirkin olma!”

Eğer bir insan isyanlarda, küfürlerde yaşıyorsa bu demektir ki, bu kişi hala ikrar verdiği yere teslim olmamış. Söz ile ikrar vermiş ve tekrar akıla düşmüş. Akıla düştüğü için de kolay kolay rahata ve huzura kavuşamaz.

Peki kendini bilen bir insan nasıl davranır? Bizlere en güzel örnek Hazreti Ali Efendimizdir. Sizlere şöyle bir hikaye anlatayım: Bir gün Hazreti Ali, yanında çalışan kölesine atları hazırlamasını, yola koyulacaklarını söyler. Köle cevap vermez ve başını sallamakla yetinir. Hazreti Ali Efendimiz kendi işlerini tamamlayıp tekrar ahıra gelince bir de bakar ki atlar hala hazır değil. Hemen kölesini çağırır ve ona sorar, “Neden atları hazırlamadın? Ben sana atları hazırlamanı buyurmuştum.” Köle ona şöyle bir cevap verir: “Efendi Hazretleri, ben kasten atları hazırlamadım. Seni kızdırmak istedim.” Hazreti Ali Efendimiz, kölenin bu cevabı üzerine, hemen bir tebessümde bulunur. Onu böyle gülerken gören köle şaşkınlıkla, “Efendi Hazretleri şimdi neden böyle gülüyorsun?” diye sorar. Hazreti Ali, “Neden gülmeyeyim? Senin içinde biri var beni kızdırmak istiyor, isyanlara düşürmek istiyor, işte ben de senin o içindekini kızdırmak için gülüyorum.”

Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin yolundayız demektir. O, bütün Piran’ın başıdır.

Bütün dava bulunduğumuz yerin kıymetini bilmektir, nereye teslim olduğumuzu bilmektir, kimi kendimize baş ettiğimizi bilmektir. İnsan bu bilinçle yola koyulmalıdır, yoksa ufak bir şeyden birbirine kızmak, kavga etmek doğru değildir. Benim nazarıma göre teslimiyette yaşayan bir kişi hiçbir zaman kimseye kırıcı sözler sarfetmez, kırıcı konuşana dahi tebessümle karşılık verir. Asabiyete, öfkeye, hiddete izin vermez; nefsine hakim olur, nefsinin kölesi olmaz.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 42

“Veli nimetine karşı gelmek gibi küstahlık ve alçaklık olamaz.”

Şimdi bir Veli sana ikramda bulunuyorsa, onun en büyük ikramı doğruları söylemektir, hakikatleri sunmaktır. Sen ona alaylı bakarsan, küstahlık yaparsan, Hazreti Ali Efendimize göre hiç hoş bir şey değildir, bunun hesabını verirsin. Çünkü Hazreti Ali Efendimiz kısa ve öz konuşmuştur. Bütün Evliyalar, Hazreti Ali Efendimizden hakikatlere mazhar olmuşlardır. Çünkü Hazreti Ali Efendimiz tasavvufun Piridir, Evliyaların Piridir, Velayetin başıdır. Peygamberlik defteri kapandı ama Velayet devam ediyor.

Sonra bir Peygamberle bir Veliyi de birbirinden ayıramazsın. Ne güzel söyler Şems-i Tebrizi… “Evliyalar” der, “Hazreti Peygamberin ayarındadır, fakat Hazreti Muhammed işlenmiş altındır. Evliyalar işlenmemiş altın oldukları için, külçe altın olduğu için, o kadar tanınmazlar ama hakikatte ayrı gayrı değildirler. Hepsi kendilerinde Hazreti Peygamberi bende ettiler ve öyle çıktılar yola.

Tasavvuf ehli der ki: “İncitme müminin kalbini, çünkü müminin kalbinde Beytullah var, Allah var.” Bir mümini incitirsen Allah’ı incitmiş olursun. Allah’ın bir ismi de mümindir.

“Kabe’yi yık, minberi ateşe ver, Veli’nin gönlünü kırma, çünkü tamircisi yok” sözünde söylendiği gibi daha güzel bir Kabe inşa edebilir, daha güzel bir minber de yaptırabilirsin ama bir Veli’nin gönlünü kırarsan dünyaları versen artık senden o kolay kolay hoşlanmaz. Onun için Mevlana’mız, “Minareden düşün, sizi toplarım, gönlümden düştünüz mü parçanız bulunmaz. Milyonlarca yıl geçse aradan, dönüş banadır ama yüzüm size dönük olmaz” diyor. Onun gönlünden düşmek, onun cemalinden uzak kalmak, Hakk’ın dışında kalmaktır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (160)

Bazı tarikatlarda riyazat var ve nefsi açlıkla terbiye ediyorlar. Ancak deniliyor ki, en büyük riyazat edeb riyazatıdır; riyazat nefsin kötü huylarını güzelleştirmekten ibarettir, arzu ve isteklere karşı koymaktır. Yani düşüncelerdeki olumsuzlukları gidermek ve her şeye güzel bakmak, her yerde Yaradan’ın güzelliklerini görmek. Sorum şu: Huylarını güzelleştiren bir insanın manevi görüşü açılır mı?

Bizim vazifemiz, yolcularımızı Hazreti Muhammed Efendimizin ahlakıyla ahlaklandırmak, O’nun huylarıyla huylandırmaktır. Yolcu bu hallere girdiği zaman ondaki nefs artık nefis olmuş demektir. Ama eğer bu hallere bürünemezse yolcu, yani O ayrı yolcu ayrı, o zaman da nefs arınamaz, bu güzellikler onda zuhur etmez.

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (Kötülükten sakınma halini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 9)

Bakın Şems-i Tebrizi Hazretleri, “Nefsin kalesini ancak tevhid yıkar” diye buyurur. Ama nasıl bir tevhid? Şems gibi tevhid… Yani büyük bir aşkla bağlandığın yeri zikredeceksin.

Size bir hikaye anlatalım: Bir gün Konya halkı Şems Hazretlerini Konya’nın Kutbuna şikayet etmişlerdi. Bunun üzerine, Sultan’ül-Ulema Hazretlerinin yakın bir arkadaşı olan Kutub, Hazreti Mevlana’yı huzuruna çağırdı. Fakat Mevlana, Şems olmadan gitmek istemedi ve Şems Hazretleri, sonunda, Mevlana’nın ısrarlarına dayanamadı, istemeyerek de olsa gitmeyi kabul etti. Beraberce Kutub’un huzuruna geldiklerinde önce Mevlana, ardından da Şems odaya girdi. Kutub, Şems’i görünce öfkelendi; Şems de onun bu öfkeli haline karşılık Kutub’a öyle bir nazar etti ki, Kutub’un dili tutuldu. Mevlana, bu hali görünce anladı ki Şems ona nazar ediyor, dönüp Şems’e, “Efendi Hazretleri etme, nazarını çek…” diye buyurdu. Mevlana’nın bu niyazı üzerine Şems, Kutub’dan nazarını çekti ve Kutub, onları haddinden fazla ağırladı ve hiç şikayette bulunmadı. Ve bir zaman sonra oradan ayrıldılar. Şems, o zamanlar Kimya ile evli olduğundan dolayı artık Mevlana’nın evinde kalmıyordu ve gündüzleri bir inşaat ustası olarak çalışıyordu. Bir gün Şems işten eve dönerken yolda Kutub’la karşılaştılar. Kutub, Şems’i görür görmez caddenin ortasında, “La ilahe ilallah Şems Resulallah…” demeye başladı; o bunu der demez, etrafındaki halk Kutub’a saldırmaya başladılar. Şems, bunu görünce öyle bir nara attı ki, saldıranların elleri havada kaldı. Şems aldı Kutub’u onların elinden ve bir çeşmenin başına getirdi. “Efendi” dedi, “Deme öyle, La ilahe ilallah Şems Resulallah; de, La ilahe ilallah Muhammed Resulallah. Ceddim Hazreti Resulallah işlenmiş altındır, O’nu bütün dünya biliyor. Ben de Hazreti Muhammed’le aynı ayardayım ama işlenmemişim, beni ancak senin gibi birkaç kişi bilir; Mevlana bilir, başkaları bilmez.” Yani Veliler o dereceye gelirler ama Resulallah’a hürmet ederler ve O’nun önüne çıkmazlar.

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlatmak için müteşabih ayetlerinin peşine düşerler. Oysa onların gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Biz ona iman etmişiz, tümü Rabb’imiz tarafından gönderilmiştir’ derler. Bu inceliği ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i İmran, 7)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (146)

Hasan Dede, bir zat şöyle buyurmuş: “Eğer çok aşıksan, zaman kaybolur, derinliklere inersin ve müziksel bir ruhun varsa, o ahenk içinde zamanın durduğunu hissedersin… İnsan özgürlükten oluşur. Bilinç özgürlükten oluşur. Ölmekten mi korkuyorsun, ölemezsin. Çünkü hakikatte sen yoksun, nasıl ölebilirsin? Benliğine bak, derinliğine in, göreceksin ki, kendi egondan başka ölecek kimse yok.” Ne dersiniz?

Buyurduğunuz gibi, aşıkta zaman kaybolur. Bu nasıl olur? Çünkü aşık olan kişi akılda durmaz, kendinden geçmiştir. Kendinden geçtiği için de, akşam olmuş, sabah olmuş onun hiç önemi yoktur, çünkü o hala kendini düşündüğü noktada tutmaya devam etmektedir. Öyle bir derinlere dalmıştır ki, o derinlerden çıkamaz, çıkmak da istemez.

“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz O’na ibadet edenleriz.” (Bakara, 138)

Ölüme gelince; ölümden korkan kişi, nefs sahibidir, ego sahibidir. Ama bir gün gelecek o ego, o benlik ondan gidecek. Gençliği elden gidecek, hastalıklar zuhura gelecek ve o zaman görecek ki, aslında ona ait hiçbir şey yokmuş ve korkmaya başlayacak.

Ama eğer bir kişi, kendini iman ettiği yerde fani kılmış ise, iman ettiği yeri kendinde var etmiş ise, o kişiye ölüm vuslattır. Vuslat ne demektir? Kendinden geçmek ve her an Sevgiliyle beraber olmak, onunla yaşamak demektir. Gün gelip Sevgiliden davet gelince de, ona gülerek gitmektir. O anda insanın yaşayacağı ancak tatlı bir heyecandır, korku değil.

Hakk aşığında ego olmadığı için, o ölümden korkmaz. Zaten o yoktur, onda varolan Hakk’tır. Fakat nefsinde yaşayan, ego sahibi kişinin imanı da tam olmadığı için nereye gideceğini de bilmez ve ölümden korkar.

Hazreti Mevlana şöyle der: “Ey insan, sen dört anasırın sahibisin. Birinci anasır vücudundaki hararet, güneşe aittir. İkinci anasır vücudundaki hava, semavata aittir. Üçüncü anasır vücudundaki su, o da okyanusa aittir. Dördüncü anasır deri ile kemiktir, onlar da toprağa aittir. Bunların hepsi bir gün gelecek aslına gidecekler, peki sen nereye gideceksin? Aklını nerede tuttuysan, nereyi sevdiysen oraya gideceksin.”

‘‘Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz.’’ (Hadis-i Şerif)

Bakın, Sultan’ül-Ulema Hazretlerine soruyorlar: “Bizden ayrılıyorsun, nereye gidiyorsun?” Onlara şu cevabı veriyor: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Adem’den geldik, Adem’e gidiyoruz.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, hayatı boyunca insanlık tohumu ekmeye çalışmıştır. İnsanlık tohumundan maksat, kendini ekmeye çalışmıştır. Ne mutlu o kişiye ki, sıdk-ı bütün bir imanla Hazreti Muhammed’e bağlanmıştır, bütün sevgisini O’na vermiştir ve Hazreti Muhammed Efendimizin varlığı onda tecellisini göstermiştir.

“O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar.” (Gaşiye, 8)

Hazreti Muhammed, bindörtyüz sene evvel yaşamıştır ama, bu zamanda da O’nun varisleri vardır. Biz, O’nun varisleriyle dostluk kıldık ve O’nun bendesi olduk.

“Şüphesiz ki, her yüzyılın başında bu ümmete dini işlerini yenileyecek bir alim gelecektir.” (Hadis-i Şerif)

Hakk aşıklarının kulakları dünyaya sağırdır, gözleri de dünyayı görmez. Onlar gönül verdikleri yerle işitir, gönül verdikleri yerle görür, gönül verdikleri yerle yaşarlar. Bu yüzden onların halleri başkadır, huzur içinde yaşarlar.

“Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)