MANEVİ MENKIBELER – 81

SEN BENİM IŞIĞIMSIN…

Ay’ın her tarafı ışıklandırdığı mehtaplı bir yaz gecesinde, Hazreti Mevlana yürüyüşe çıkıyor. Yolda yürürken bir değirmenin başına geliyor. Değirmen taşı dönüyor, döndükçe buğday tanelerini ezip öğütüyor.

Mevlana bir süre tefekkür ettikten sonra, “Ya Rabb!” diyor, “Ben ne suç işledim ki, bu cihanı bana değirmen taşı yaptın, beni de bir buğday tanesi. Bana bu ıstırapları, bu çileleri veriyorsun, benden ne istiyorsun?”

İçindeki Rabbinden nidâ geliyor, “Ey benim Efendim Celâleddin! O buğday tanesini değirmen taşının altında ne ile görüyorsun?”

“Ay’ın ışığıyla görüyorum.”

“Demek ışık da girmiş değirmen taşının altına. Peki değirmen taşı ışığa bir zarar veriyor mu?”

“Hayır ya Rab, vermiyor.”

“Bu alemde buğdaydan maksat senin vücudundur, ıstırap çeken ise nefsin. Gönlün bana bağlıysa, sen de o ışığa benzersin, ıstırap çekmezsin. Sen benim ışığımsın. Ben seni bu aleme, beni yâd etmen ve benden bu insan toplumuna ışık tutman için gönderdim.”

Gerçek yaşamı, yani kimliğinizi bulmak istiyorsanız, kendi içinize bakmak zorundasınız. Çünkü Tanrı saltanatı sizin içinizdedir.

Şiir:

Az yaşa çok yaşa, akibet bir gün gelecek başa, 

Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner, 

İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner, 

Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile,

Dünya durdukça yaşam sürer…

MANEVİ MENKIBELER – 80

TOPRAK BİLE HÜRMET ETMİŞ…

İmam Ali Efendimiz yolda giderken bir kafatası görüyor. 

O yolun bulunduğu yer eskiden kabristanmış, üzerinden atlılar geçe geçe kabirlerdeki kemikler toprağın üstüne çıkmış.

İmam Ali Efendimiz alıyor kafatasını eline, bakıyor. Kafatası pırıl pırıl parlıyor. Bir parça toprak yok üstünde. Yere koyuyor, “Lanet olsun bu kafaya” diyerek bir tekme vuruyor. Kafatası İmam Ali Efendimizin tekmesiyle uzaklara gidiyor.

Biraz daha ileride bir kafatası daha görüyor. Bu da neredeyse topraktan görünmüyor, her yerini toprak kaplamış. İmam Ali Efendimiz alıyor kafatasını, sahibi nerdedir diye arıyor. Açık bir kabir buluyor. Kabirde beden var, kafatası yok. Kafatasını bedene koyuyor “Hu” diyor, o kabri hürmetle örtüyor.

Sahabe, soruyor İmam Ali’ye, “Bir kafatasını eline aldın, her tarafına baktın, sonra yere koyup lanet okudun, uzaklara fırlattın. Diğer kafatasını kucağına aldın, kabrini buldun ve kabrine yerleştirip örttün. Bunun manâsı nedir?”

İmam Ali Efendimiz şu cevabı veriyor… “Birinici kafatası, aleme gelmiş, hiç nasihat dinlememiş, benliğinden de vazgeçmemiş, bir kuru kafa olarak ömrünü boşa geçirmiş. Baktım, üzerinde biraz toprak bulsaydım, hürmet edecektim. Bulamadığım için lanet okudum. İkincisinde ise, çıplaklığı çıkmasın diye, toprak onu bırakmıyordu. Kimbilir kimlerle oturmuş, nasıl bir bilgiye sahipmiş ki, toprak bile ona hürmet etmiş. Ben de hürmet ettim, kabrini aradım, tekrar yerine koyup örttüm.”

Sevginizi, aşkınızı maddeye bağlarsanız, bunu özünü gözünüz görse, bileceksiniz ki, hepsi topraktır, sevginizi hemen onlardan alırsınız. Görmediğiniz için, sevgiler aşklar yanlış yerlere veriliyor, ömürler böyle boşluğa gidiyor.

Ne güzel söyler İbrahim Halilullah, selam olsun üzerine… “Toprakla unu bir gören bendendir.”

Soframızda o güzel yiyecekler, boynumuzdaki altınlar, gümüşler, kıymetli taşlar, altımızdaki arabalar, hepsi toprağın evlatlarıdır. Bunlara tamah ediyorsunuz, bir an özüne baksanız, geri adım atarsınız.

Onun için maddeye tamah etmeyeceksiniz, tamahınız her zaman maneviyata olacak.

MANEVİ MENKIBELER – 79

KILIÇ KINDAYKEN Mİ KESER…

Sultan Veled Hazretleri bir gün Hazreti Mevlana’ya, “Efendi baba çok latifsiniz, şefkat dolu bir varlıksınız, acaba bu alemden gittikten sonra bu şefkat bu rahmet devam edecek mi?” diye soruyor.

Hazreti Mevlana oğluna şu cevabı veriyor, “Veled! Veled! Veled! Kılıç kındayken mi keser, kından çıktıktan sonra mı?”

“Kından çıktıktan sonra.”

“Kın içinde bu kadar şefkatle çıkıyorum, kından çıktıktan sonra ben hep şefkatim.”

1987’de acizane Konya’yı idare etmek fakire nasip oldu. On Lira iken biletler, ikibuçuk Liraya indirdim. Günde iki kez, saat 14:00’de ve 20:30’da, altmış kişinin üstünde mutrip, elliüç semazen ile Şeb-i Arus’da ayin açtık. Her taraftan gönüllüleri çağırdık. Otel lobilerinde Türkler’den başka her milletten insan vardı.

Misafirler sohbet esnasında, “Ne yaparsak yapalım, beş vakit namaz da kılsak, hatalardan kurtulamıyoruz. Bunun çözümü nedir?” diye sordular.

“Camiye göre mi, kiliseye göre mi yoksa Hazreti Mevlana’ya göre mi cevap vermemi istersiniz?” diye sordum.

“Mevlana’nın dilinden cevap istiyoruz” dediler.

“Hazreti Mevlana diyor ki” dedim, “Allah’ın bir kulunun saçının bir kılı ağarsa, Allah onu cezalandırmaktan münezzehtir. Çünkü Ceddim Hazreti Muhammed miraç ettiği zaman Cenab-ı Allah’ı onyedi yaşında namütenahi güzellikte şâbb-ı emred sıfatında gördü. Saçı ağarmış kişiler erse, Tanrı’nın ya ağabeyidir ya da babasıdır; dişi ise ya ablasıdır ya annesidir. O yüzden Allah onlara ceza vermekten münezzehtir.

Hazreti Mevlana, mantığa hitap etmek için böyle açıklıyor. Cenab-ı Allah, belki yaptığın hatalardan nâdim olursun diye seksen yıl, yüz yıl ömür verir, bekler. Sen hatalara devam edersen ve son nefesini verirken de nâdim olmuyorsan, ‘niye nâdim olmadın’ diye Allah üzülür. Sen kendi kendini cezaya atmış olursun” dediğimde hepsi şaşırdı kaldı.

Siz kendinizi bir düşünün; kötü huylarınız varsa, onları yavaş yavaş Hakk’ın bir dostuyla, onun güzel huylarıyla güzelleştirin ki, O’nun o güzel yüzünden mahrum olmayasınız.

MANEVİ MENKIBELER – 78

ŞEFKAT DOLU BİR YER AMA…

Karamanoğulları’nın ağası, Hazreti Mevlana’nın müridi idi. Fakat ona aşkla imanla değil, akılla bağlıydı. 

O devirde birçok hatip vardı. Her yerde çeşitli kişiler konuşuyordu. 

Bu ağanın bir camii hatibine gönlü kaydı. Bir gün Hazreti Mevlana’ya, “Efendi Hazretleri, filan camiye gidelim, orada çok güzel bir hatip var. Allah’ı çok güzel bir dille yad ediyor” dedi. 

Hazreti Mevlana, “Gidip dinleyelim” diyerek Hüsameddin Çelebi ve bu zatla birlikte hatibi dinlemeye gitti. 

Adam kürsüde celâli kuru bir sohbet yapıyordu. Hazreti Mevlana tefekkürde dururken, bu da can kulağı ile dinliyordu. 

Dinledikten sonra, “Ya Hüdavendigar! Bu günden sonra kürsüdeki zat benim mürşidimdir, ona tabi oldum” dedi.

Hazreti Mevlana, “Sen bir baba bulduysan, ben de bir evlad bulurum” diyerek hemen camiyi terketti. 

Aradan birkaç ay geçmeden Karamanoğulları’nın ağasına bir tuzak kuruldu. Onu boğmaya çalışırlarken, “Allah” dedi ama bir yardım gelmedi. “Ya Hüdavendigar Mevlana” diye bağırarak imdat istedi. 

Hazreti Mevlana o esnada sema ediyordu, sema ederken kulaklarını kapattı, öyle sema etti. Bu hali gören Sultan Veled, sema bitince sordu, “Efendi baba, neden sema ederken kulaklarını kapadın?” 

“Karamanoğulları’nın ağasını boğdular. Çok acı bir sesle benden meded istedi. Gönlüm ona kırık olduğu için kulaklarımı kapadım” diye cevap verdi. 

Şefkat dolu bir yer ama bir yerde de hiç affetmiyor. Onlar her şeye vakıf. 

Akıl gözü ile insan kısa menzilleri görür ama kalb gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla, bu gözle insan çok şey kaybeder. 

Hakk yolu kolay bir yol değildir. Onun için gönül ister ki bu yolu seçenler, bazı eserlerini okusunlar. Haftada on sayfa okunursa yine bir şeyler alınır. 

Ölen bedendir, ruh ölmez. Devran var. Bu yollarda mükafat var.

MANEVİ MENKIBELER – 77

BAKALIM SEN NE DİYECEKSİN?..

İnsan olmak çok zor. Derdi veren de Allah, dermanı veren de Allah. Madem Allah seni halifesi olarak yarattı, her şeye katlanacaksın. O seni imtihana tutuyor, ‘Ben yapamam, ben edemem’ diyemezsin.

Yunus Emre’den bir menkıbe dile getireyim…

Yunus Emre bir gün yolda giderken omuzunda kan çıbanı olan birine rastlıyor.

Adam, “Yunus” diyor, “senden bir hizmet istiyorum, omuzumda kan çıbanı var. Çok ağrı çekiyorum, ne olur bunu sık beni rahata kavuştur.”

Yunus, çıban sıkılınca sıçrayacağını düşünemiyor, sıkıyor. Bütün irin avucuna akıyor. 

Şimdi, avucundaki irini toprağa atmak istiyor, toprak dile geliyor, “Ey Yunus! Beni pisletmeye nasıl kıyıyorsun?”

Yunus, toprağa atamıyor, suda yıkamak istiyor. Su da aynen dile geliyor, “Ey Yunus! Beni pisletmeye nasıl kıyıyorsun?”

Yunus, bu sefer kendine dönüp, “Ey Yunus!” diyor, “bakalım sen ne diyeceksin?” Ve yutuyor avucundaki irini…

Mâna çok büyük… Allah bizi imtihanlara tutmasın. Nebîler, velîler büyük imtihanlardan geçtiler, insanlara örnek oldular. Allah aşkı için, O’nun rızası için her şeyi yaptılar. İsyanlara uğradılar, ama imanlarından dönmediler. 

Kim onlara mânen sahip olursa, kap değişmiştir ama ruh aynıdır.

MANEVİ MENKIBELER – 76

KILDAN İNCE KILIÇTAN KESKİN…

Bir hoca devamlı sohbetlerinde cehennemden bahsediyormuş. Cami cemaatinin içinde de bir kabadayı varmış. “Yahu” demiş, “altında hep ateş yanan sırat köprüsü de kıldan ince, kılıçtan keskin, ben hiçbir türlü kurtulamam.” 

Düşünmüş taşınmış, “Ben en iyisi hocayı öldüreyim de, arkadan ben ölürsem, o nasıl burada rehberlik yapıyorsa, orada da rehberlik yapar, o önde yürür, ben de arkasından yürürüm, geçerim köprüyü” demiş.

Camide namaz bitmiş, herkes çıkarken en son kabadayı kalmış. İmamı yakasından tutup kenara çekmiş.

“Son sözünü söyle hoca efendi. Ben seni vuracağım.”

“Neden vuracaksın?”

“Bu sırat köprüsünü her vaazında konuşuyorsun. Düşündüm taşındım. Bizler, bir türlü anlattığın o sırat köprüsünden geçemeyeceğiz ve o ateşlere düşeceğiz. Önce sen ölürsen, ben de öldüğümde, seni arayıp bulacağım, sen önde ben de arkanda o köprüyü beraber geçeceğiz.”

Hoca bakmış ki bunun aklı başından gitmiş, canından olacak, demiş, “İndir o silahı, onun da bir yolu var.”

“Nedir?”

“Sağa sola iyiliklerde bulunur, yardımlar edersen, o köprü her yardımında birer karış genişler.”

Bu sözleri duyan kabadayı rahatlamış, “Niçin bunu daha önce söylemedin ya hoca efendi?” diyerek hocayı bırakmış.

Ne yapalım da bu toplum sırat köprüsünden geçip gitsin?..

Halbuki hakikatte, kıldan ince kılıçtan keskin denilen, kırk sene iniş, kırk sene düzlük, kırk sene yokuşlu sırat köprüsü, bu dünyadır. Sen bu alemde incineceksin, incitmeyeceksin. Dilini daima tatlı tutmaya çalışacaksın ki bu köprüden geçebilesin. Birisi sana karşı kötü bir söz ettiğinde sen beş sözle karşılık verirsen, onun kisvesine girmiş olursun. Hiçbir zaman Hakk’a yakın olamazsın. 

Bunu bu şekilde anlatmıyorlar da, cennetle mükafatlandırıp, cehennemle korkutuyorlar.

MANEVİ MENKIBELER – 75

ESKİSİNİ Mİ VERECEKSİN, YENİSİNİ Mİ?..

Namaz miraçtır evet, fakat miraç nedir, miracı nasıl anlamalıyız?..

Eğer namazda Peygamber Efendimizi düşünüyorsak, O’nu her şeyin üstünde tutuyorsak, O’nunla rabıta kuruyorsak, işte o zaman miraçta sayılırız. Fakat namaza durup da, işini, aileni, başka bir sürü şeyi düşünüyorsan, o zaman sen miraçta değilsin, hatta namazın bile namaz sayılmaz, çünkü cünupsun, dünyayı karıştırıyorsun namaza.

Bakın Mevlana ne diyor… “Namazda akıl başka yerlere giderse, o kişi cünup sayılır.”

Bir gün Hazreti Resulallah, sahabesini denemek istiyor ve “Sabah namazında kim aklını sağa sola götürmezse, ona hırkamı vereceğim” diyor.

Namaza doğruluyorlar, daha ilk sünnette akıllar sağa sola gidiyor.

Namaz biter bitmez Peygamber Efendimiz soruyor, “Aklınız bir yere gitti mi?”

İmam Ali Efendimiz parmağını kaldırıyor, “Evet ya Resulallah.”

“Nereye gitti?”

“Acaba hırkanın eskisini mi vereceksin, yenisi mi?”

İmam Ali’nin ardından herkes de aynı şeyi düşündüklerini söylüyorlar. Oysa İmam Ali Efendimiz bunu düşünmediği halde, onların gönüllerini okuyor ve kendisi düşünmüş gibi söylüyor.

Hangi hırkayı verirse versin. Sen aklını hırkada mı tutacaksın?..

Dinimiz bütün dinlerin en medenîsidir, en mantıklısıdır, en aydınıdır; dinimize sahip çıkalım, berbat etmeyelim.

MANEVİ MENKIBELER – 74

BAŞKASINA MEDİH OLAN SÖZ SANA ZEMDİR…

Size Mesnevi-i Şerif’den şöyle bir hikaye anlatayım… 

Musa Aleyhisselam, bir gün tek başına dağlarda dolaşırken, uzaktan yoksul ve yanlız bir çoban görüyor. Çoban oturmuş dizüstü, ellerini açmış dua ediyor. Çobanın bu hali Musa’nın çok hoşuna gidiyor, yaklaşıyor çobana. Çobanın duasını duyunca şaşırıyor. 

Çoban Rabbine yalvarıyor, “Kurban olduğum Allah’ım” diyor, “Seni ne kadar severim, bir bilsen. Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste. Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir. Allah’ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadına yenmez olur…”

Musa daha da kulak kabartarak çobana yaklaşıyor. 

Çoban duasına devam ediyor: “Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni. Sana çok hayranım…”

Musa bunları duyunca öfkeden küplere biniyor, bağıra çağıra kesiyor çobanın duasını. “Sus, seni cahil adam!” diyor, “Ne yaptığını sanırsın? Allah pilav yer mi? Allah’ın ayakları mı var yıkayasın? Böyle dua olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhal tövbe et!..” 

Çoban, Musa’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızarıyor, utancından yerin dibine giriyor. Bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmeyeceğine yemin ediyor, gözyaşları döküyor. 

O gün akşama kadar Musa çobanın yanında durup ona bütün duaları ezberletiyor. Sonra, “Allah benden razı olur, iyi iş yaptım” diye düşünerek yoluna devam ediyor. 

Musa’ya o gece bir nidâ geliyor, Rabbi içinden sesleniyor, “Ey Musa!” diyor, “Sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldin birleştirmeye mi? O garip çobanı azarladın. Onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bilmese de, o çoban inancında samimi idi. Kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız, niyete bakarız! Kelâmlara bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan razıydık. Başkasına medih olan söz sana zemdir. Ona bal olan sana zehirdir. Sen işittiklerini inkar ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile, ne tatlı kabahattır onun ki…” 

Musa hemen hatasını anlıyor, ertesi gün çobanın yanına gidiyor. Çobanı yine dua ederken buluyor, ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yok. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösteriyor, aman yanlış bir laf etmeyeyim diye takılıyor, kekeliyor, terliyor. 

Musa, çobana yaptığından pişman olup sırtını okşuyor ve diyor ki: “Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet. Bildiğin gibi dua et. Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.” 

Allah gönüle bakar; eğer senin gönlünde varsa Hazreti Muhammed, Ehli Beyt, Hazreti Mevlana, temiz bir niyetle gönlünü bağlamışsan ikrar verdiğin yere ve bir an dahi ikrar verdiğin yerin dışına çıkmıyorsan, işte o zaman sen her an ibadette sayılırsın. Temiz bir niyetle yapılan dualar, Allah katında mutlaka suret bulur ve güzellikler zuhura gelir.

MANEVİ MENKIBELER – 73

SEN O MUSUN, DEĞİL MİSİN?..

Bir Rum çocuğu vardı Mevlana’nın devrinde. Konya halkı onu asmak istedi. Dedesi bir Türk’ü öldürmüş. Çocuğun haberi yok. Halk dava etmiş çocuğu, yakalamışlar. Kısasa kısas çocuğu asacaklar.

Çocuğu çıkartıyorlar darağacına. Çocuk bağırmaya başlıyor, “Ya İsa imdadıma yetiş, ya İsa imdadıma yetiş!..”

Cevap yok.

Sonunda ağlayarak diyor, “Kimse bu cihanın Kutbu, gelsin benim yardımıma, benim hiçbir günahım yok, hiçbir hatam yok..” 

Mevlana da o esnada sema ediyor. Çocuğun sesi geliyor kulaklarına. Hemen semayı durduruyor, alıyor hırkasını çıkıyor.

Tam ipi geçirmişler çocuğun boynuna asacaklar, Mevlana yetişiyor, “Durun!” diye bağırıyor, sonra dönüyor Konya halkına, “Ey ahali” diyor, “size Moğollar çok büyük zararlar vermek istediler, ben sizin hem malınızı korudum, hem canınızı korudum. Siz bana çok şeyler vaad ettiniz, ben hiçbir şey istemedim. Şimdi sizden ben bu çocuğu istiyorum. Bağışlayacak mısınız bana?”

Susmuş Konya halkı…

Mevlana hemen çıkarıyor ipi çocuğun boynundan, “Hadi yürü oğlum” diyor, “git atını al, erzaklarını topla, bin atına git köyüne.”

Çocuk, “Hayır, ya Mevlana ben gitmem köyüme.”

“Neden?”

“Ben ölmüştüm, sen beni kurtardın. Şimdi sen benim hem annemsin, hem babamsın, hem Peygamberim, her şeyimsin. Ben senin sayende dirildim. Atımı da erzağımı da göndersinler, gitmem…”

“Peki” diyor Mevlana, “senin ismin nedir?”

“Siryanus.”

“Güzel, ben şimdi sana bir isim daha vereceğim… Alaaddin Siryanus.”

Sonra yine soruyor Mevlana, “Sen akşamları yatmadan önce ne dua ederdin?”

“Üç sefer derdim; Muhammed’den büyüktür İsa, Muhammed’den büyüktür İsa, Muhammed’den büyüktür İsa…”

“Heh, şimdi artık diyeceksin; İsa’dan büyüktür Muhammed, İsa’dan büyüktür Muhammed, İsa’dan büyüktür Muhammed… başka bir dua yapma.”

Alaaddin Siryanus, Mevlana’nın evladı oluyor, O’nun eğitiminde yetişiyor, hilafete nail oluyor.

Bir zaman sonra, çarşıda bir grup halkla sohbet ederken, Alaaddin Siryanus’a soruyorlar, “Sen bu kadar Mevlana’ya hizmet ediyorsun, Mevlana sana ne verdi?”

Alaaddin Siryanus da diyor, “Benim babam Mevlana, bize Tanrı’lık veriyor.”

“Ooo…” diyorlar, “sen Tanrı’lık davasına girmişsin.”

Haydi… tekrar bunu Müftü’ye şikayet ediyorlar, Müftü de Kadı’ya.

Kadı çağırtıyor Alaaddin Siryanus’u, soruyor, “Bu sözün aslı var mıdır?”

“Var.”

Kadı, “Bak” diyor, “Mevlana’yı çok severim, onun sayesinde sana dokunmayacağım, yoksa aynı cezayı sana tekrar verecektim. Allah’lık taslama bundan sonra. Hadi git.”

Alaaddin Sirayanus çıkıyor Kadı’nın huzurundan, üzgün üzgün geliyor tekkeye. Oturuyor Mevlana’nın karşısında.

Mevlana onu çok seviyor, bırakıyor şimdi dervişlerini, dönüyor Alaaddin Siryanus’a soruyor, “Oğlum hasta mısın sen?”

“Yok baba.”

“Neden bu kadar üzgünsün? Yüzünde hiç tebessüm yok.”

“Size malum baba.”

“Olsun sen söyle.”

Alaaddin Siryanus anlatıyor Kadı’yla aralarında geçen konuşmayı.

Dinliyor Mevlana, “Bunun için mi üzgünsün sen?”

“Evet.”

“Hadi kalk şimdi, git Kadı’ya benim selamımı söyle ve ona, Mevlana soruyor de, ‘Sen O musun bu vazifede? Kimin kudretiyle bu vazifeyi yapıyorsun? Sen misin, yoksa O mudur?’ bu kadar söyle ve çık gel.”

Alaaddin Siryanus kalkıyor gidiyor Kadı’ya, Kadı bunu görünce yine çatıyor kaşlarını, “Yine niye geldin sen?” diye soruyor.

“Kadı Efendi, babam Mevlana’nın selamı var, sana soruyor, ‘Sen O musun, yoksa değil misin?’..” ve çıkıyor gidiyor.

Kadı düşünüyor taşınıyor, diyor, “Benim gözlerim O’nun kudretiyle görüyor, kulaklarım O’nun kudretiyle işitiyor, bana ait hiçbir şey yok! O sarmış benim vücudumu, onun için Mevlana bana diyor, ‘Sen O musun, yoksa değil misin?’..”

Hemen kalkıyor dergaha geliyor, özür diliyor Mevlana’dan ve O’na intisab ediyor.

İşte Mevlana buyuruyor, “Ya Kadı Efendi” diyor, “Alaaddin Siryanus sana rehber oldu sen kimliğine ulaştın.”

Her zaman derin düşünmek lazım, derin düşündük mü mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 72

VE’L İKRÂM…

Şems-i Mardîni, Hazreti Mevlana’ya karşı, “Onun dergahında ney üfleniyor, rebab çalınıyor, bendir çalınıyor. Bunlar İslâmiyet’te yoktur, oraya gitmeyin” diye çok dil uzatıyordu.

Bir gün Şems-i Mardîni medresede cemaati ile oturduğu sırada, Hazreti Mevlana medreseye geliyor, karşısında oturuyor.

O sırada ikindi vakti, davet okunuyor, namaza doğruluyorlar. Namazda iken, Şems-i Mardîni secdede bir manâ görüyor. Hazreti Peygamber’in huzuruna geliyor.

“Selâmün aleyküm ya Resulallah.”

“Aleyküm selâm ya Şems-i Mardîni, ve’l ikrâm” diyor Hazreti Resulallah ve sağ ve sol elindeki biri kemikli biri kemiksiz iki et tabağını Şems-i Mardîni’ye uzatıyor.

Şems-i Mardîni soruyor, “Ya Resulallah, bunların hangisi daha lezzetlidir?” Kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?”

“Kemiklisi” diye cevap veriyor Peygamber Efendimiz ve manâ bitiyor.

Şems-i Mardîni o hava ile Hazreti Mevlana’nın huzuruna geliyor, selâm veriyor. Aklınca Mevlana’yı imtihana tutacak…

“Bir şey sorabilir miyim ya Mevlana?”

“Buyur, sor.”

“Etin hangisi daha lezzetlidir, kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?”

“Hazreti Resulallah biraz önce sana söylemedi mi, kemiklisidir, diye…”

Bu cevabı duyar duymaz Şems-i Mardîni bir “Allaaahh” bağırıyor, Mevlana’nın önünde secdeye kapanıyor. O’nun büyüklüğünün farkına varıyor ve o günden sonra da hiçbir yerde Mevlana’ya dil uzatamıyor.

Beyit:

“Bizler tevhid aleminin yanıklarıyız. 

Bizde ‘Lâ ilâhe illallah’ sırrı vardır.”

Hazreti Mevlana