MANEVİ MENKIBELER – 61

KIRKLAR MECLİSİ…

Hazreti Ali Efendimiz kendine kırk kişilik bir grup toplar. O grupla sabahları devamlı toplanır, Hakk muhabbeti yapıp, sabah namazını Resulallah ile eda ederler. 

Bir gün, Hazreti Resulallah’a Allah’tan bir nida gelir. “Git, kırkların kapısını çal!” Hazreti Resulallah, Hazreti Ali’yi yanına çağırır ve ona der ki: “Ben, Kırkları ziyaret edeceğim. Kırkların kapısına geldiğim zaman kapıyı çalacağım, sen içerden bana kim olduğumu soracaksın, ben, ‘Allah’ın elçisiyim’ diye cevap verdiğim zaman sen, ‘Git Allah’ın elçiliğini Allah’ın kullarına söyle buyur yok’ diyeceksin,” deyince, Hazreti Ali Efendimizin gözleri faltaşı gibi açılır ve “Ya Resulallah, ben sana nasıl, buyur yok, derim” diye yakınır. 

Hazreti Resulallah, “Öyle söyleyeceksin ki böylece Kırkları imtihana tutacağım. Sonra ben yine geleceğim, kapıyı vuracağım, sen yine benim kim olduğumu soracaksın, ben, “Allah’ın Habibi Muhammed’im,” diyeceğim, sen yine buyur etmeyeceksin, ta ki ben tekrar gelip, sana, ‘El fakru fahri alem’ deyince beni içeri buyur edeceksin.” 

“Saddak ya Resulallah!” 

Böylece ertesi akşam Hazreti Muhammed Efendimiz gidip Kırkların kapısını çalar, içerden Ali sorar, “Kim o?” 

“Ben, Allah’ın elçisi Muhammed.” 

“Git, elçiliğini Allah’ın kullarına söyle, buyur yok.”

Hazreti Muhammed ertesi gün yine gider. 

“Kim o?” 

“Ben, Allah’ın Habibi Muhammed.” 

“Buyur yok.” 

Ertesi akşam yine gelir kapıyı çalar. 

“Kim o?”

“El fakru fahri alem – Dünyada ne kadar varlık varsa ben hepsinden aşağıyım, hepsi benden üstündür.” 

“Buyrun ya Resulallah! İçeri girin.” 

Kapıyı açarlar. Hazreti Ali ve dostları hepsi içeride. Hazreti Muhammed onları imtihana tutar. “Sizler kimlersiniz? Burada ne yapıyorsunuz?” 

“Biz Kırklarız ya Resulallah. Kırkımız birimiz, birimiz kırkımızdır.” 

Hazreti Resulallah, elinde tuttuğu bir üzüm tanesini Ali’ye uzatarak, “Bu üzüm tanesini kırkınızın da yemesini istiyorum” der. 

Hazreti Ali hemen “Saddak ya Resulallah!” diyerek üzümü alır ve bir fincanın içinde ezer. 

Hepsi dudaklarını değdirip, üzümün tadını alırlar. Birliği ortaya çıkarırlar. 

Yine Hazreti Resulallah der ki: “Biriniz parmağını kanatsın bakalım kırkınızdan da kan akacak mı?” 

Hazreti Ali, serçe parmağını kanatır, hepsinde aynı parmaktan kan akar. 

O esnada erzak almak için dışarı çıkmış olan Selman-ı Farisi içeri girer. Onun da serçe parmağından kan akmaktadır. 

Hazreti Resulallah, onların bu birliğini görünce cezbeye gelir ve kollarını bir turna gibi açarak sema etmeye başlar.

Alevi sema’ı da buradan çıkmıştır. Hem Mevlevi sema’ında, hem Alevi sema’ında Resulallah vardır. Her iki sema da ibadettir. Burası birlik yuvasıdır. Burada ikiliğe hiç yer yoktur. Alevi şöyledir, Sünni böyledir diye kimsenin ayrım yapmaya hakkı yoktur. Burada hepimiz Muhammed Ali’ciyiz.

MANEVİ MENKIBELER – 60

ALİ, TOPRAĞA GİRMEZ…

Hazreti Ali Efendimiz söz vermiştir, “Ben” demiştir, “toprağa girmeyeceğim.”

O devirde, ustanın biri çırağına demiş, “Git bir testi zeytinyağı al, getir.”

Çırak gitmiş almış. Ustasına güzel görünmek için koşarak geliyor testiyle. Yolda bir köstek alıyor, yere düşüyor, testi kırılıyor. Testi kırılınca bütün zeytinyağını toprak içiyor. Çocuk başlıyor hıçkıra hıçkıra ağlamaya ve bakıyor testisine…

O sırada yetişiyor Hazreti Ali, çocuğa soruyor, “Niye ağlıyorsun oğlum?”

Çocuk anlatıyor durumu.

Hazreti Ali diyor, “Dur ağlama.” Ve alıyor testi parçalarını, parmağıyla mest ediyor, birleştiriyor, testi tamamlanıyor. Sonra testiyi çocuğa veriyor, “Tut testiyi düşmesin” diyor ve alıyor zeytinyağının döküldüğü toprağı, öyle bir sıkıyor, zeytinyağı topraktan süzülüyor ve olduğu gibi testiye akıyor. Dolduruyor testiyi, bir damla vermiyor toprağa…

Toprak dile geliyor, “Ya Ali” diyor, “hiç düşünmüyor musun? Bir gün sen de geleceksin toprağa, ben de seni sıkacağım, çünkü sen benim rızkıma mani oldun.”

İşte Hazreti Ali… “Sen bir sâbiden rızık arıyorsun, Rabbine arka çevirmişsin, onu ağlatıyorsun. Ben de sana söz veriyorum, sana gelmeyeceğim” diyor, “eğer gelirsem sen de beni sık.”

Şimdi, bu sözler Ali’yle toprak arasında dile geldiği için, biz Muhammedi’ler, birimiz toprağa verildiği zaman toprağa su dökeriz testiyle. Yani, Ali borçlu değildir deriz.

İnancımız güçlü, imanımız güçlü… hepsinin bir sebebi var, nerden meydana gelmiş âdetler, bilinmesi lazım.

MANEVİ MENKIBELER – 58

GEREK Kİ SANA KALBİMİ DE VEREYİM…

Duanın kabul olması için temiz bir kalb lazım. 

Bir gün miskinin biri Hazreti Ali’nin yanına gelerek: “Ya Ali, çoluk çocuğum üç gündür aç, ne olur bana bir yardımda bulun” der. 

Hazreti Ali, yerden bir avuç toprak alınca miskin, Ali beni boş çevirmemek için toprak ikram edecek, diye düşünür.

Hazreti Ali içinden duada bulunarak elini uzatır, toprak miskinin eline düşer düşmez altın olur. Miskinin gözleri fal taşı gibi açılır. “Ya Ali, ilerde yine böyle bir sıkıntıya düşersem seni rahatsız etmeyeyim, bir avuç toprak alıp okuyayım, altın olsun. Bana o duaları söyler misin?” 

“Tabi söylerim, üç İhlas bir Fatiha okudum, sonra da Hu çektim.” 

Miskin, “Aaa! Ne kadar kolay duaymış” der ve hemen yerden bir avuç toprak alarak, üç İhlas bir Fatiha okur ve Hu çeker, fakat toprak altın olmaz. “Ya Ali, okudum, Hu da çektim, ama toprak altın olmadı.”

“Olmaz kardeşim, olması için gerek ki sana kalbimi de vereyim…” 

Duanın kabul olması için, kalb temizliği ister, Onun kapısında ağlamak sızlamak ister; yalnız dille söylemekle olmaz. Allah, diye içten bir bağırsan, O duymaz mı? Duyar… Peki kimden duyar? Yine senden duyar…

Allah’tan ümit kesilmez, O’na isyanla çıkılmaz. Gönüller temiz ve saf olursa, istekler olur. Kendimizi temizlemek için çok çalışmamız lazım ki, o güzellikler bizlerden de tecelli etsin.

MANEVİ MENKIBELER – 57

HAZRETİ MEVLANA’NIN DERVİŞİ EMİN…

Hazreti Mevlana’nın Emin isminde bir dervişi vardı, tam otuz senedir yanında hizmet ediyordu ve Mevlana’nın her sohbetinin sonunda dönüp ona, “Ah benim Efendim, bugün ne kadar güzel konuştun” diyordu. 

Mevlana, ona dönüp, “Beni dinle Emin” diye cevap veriyordu. 

Camiye gidiyor, hatibi dinliyor, tekrar Mevlana’ya gelerek, “Ya Mevlana, hatib bugün çok güzel konuştu” diyordu.

Mevlana, yine ona diyordu: “Onu dinle Emin.” 

Böylece, beni dinle, onu dinle derken otuz sene gelip geçti.

Yine bir gün, Mevlana, yine yanında dervişi Emin ile birlikte bir cenazeye katıldılar. Cenaze sahipleri Mevlana’dan bir duada bulunmasını istediler. Mevlana da kaldırdı ellerini ve duada bulundu. O esnada, bütün kabirlerden eller çıktı dışarıya, hepsi amin diyorlardı. 

Emin bunları görünce birden kendini kaybetti. Hazreti Mevlana duasını bitirdikten sonra yürümeye başladı. Cemaat de onunla beraber yürüdüler. Emin geride kaldı. Mevlana, onun geride kaldığını görünce tekrar döndü Emin’in yanına, “Hadi Emin yürü yavrum, bu ne hal böyle?” diye sordu. 

Emin şaşkın bir vaziyette, “Ya Efendim” dedi, “Sen bir duada bulundun, bütün kabirlerden eller dışarı çıktı, amin dediler.”

Mevlana, çok sakin bir şekilde ona cevap verdi: “Sebep oldu bu can da hepsine beraat verdik.” 

Emin, ondan sonra artık emin oldu ve Mevlana’dan bir an dahi ayrılmadı.

Rubai:

“Ey Efendi! Söyle, köle misin? Hür müsün?.. Ey ellerini kaldırıp dua eden, isteklerde bulunan kişi istemek gücünü, dilek için kaldırdığın eli sana kim verdi? Kendi muradından, isteklerinden vazgeç de, asıl O’nu iste! Muradın yalnız O olsun.” Hazreti Mevlana

MANEVİ MENKIBELER – 56

HÜNKAR HACI BEKTAŞ-İ VELİ’NİN SARI HAFIZ’I…

Sarı Hafız da, durmadan Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin namazına niyazına karışmaktaydı. Hünkar, dönüp ona, “Benim bir kitabım vardı, onu Hazreti Mevlana’ya vermiştim, namaz kılarken aklım ona takılıyor, o yüzden namazı tam kılamıyorum. Bari sen git Mevlana’ya o kitabı iste ondan da ikimiz de rahat edelim” diye buyurdu. 

Sarı Hafız, kalktı Mevlana’nın huzuruna geldi, Efendisinin kitabını istedi. 

Hazreti Mevlana da ona şu cevabı verdi: “Ah evladım, sen onun manevi işlerine neden karışıyorsun? O bir an dahi Hakk’ın dışından değildir, o her an Hakk ile yaşamaktadır. Ben sana kitab falan vermeyeceğim, o kitab onun kendisidir.” 

Sarı Hafız, bunu duyunca koşarak geldi Efendisinin ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve o da böylece irşad oldu.

Rubai:

“Ey özden, içten haberi olmayan, dış görünüşe aldanan, madde ile gurura kapılan, aklını başına al! 

Senin ruhunda, gönlünün içinde bir dost var. Duygu senin teninin özüdür, duygunun özü ise, senin canındır. 

Fakat, tenden, duygudan ve candan öteye geçersen her şeyin yalnız O olduğunu anlarsın.” Hazreti Mevlana

MANEVİ MENKIBELER – 55

HAZRETİ ALİ’NİN KAMBERİ…

İrşatla ilgili olarak sizlere Hazreti Ali Efendimizden, Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’den ve Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’dan menkıbeler dile getireceğim… 

Hazreti Ali’nin bir Kamber’i vardı, Hazreti Mevlana’nın bir dervişi Emin vardı ve Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin de bir Sarı Hafız’ı vardı. Bunların hizmet ettiklerinin kimler olduğundan haberleri yoktu, onların gerçek kimliklerini bilmiyorlardı… 

Hazreti Ali Efendimiz, Kamber’le birlikte, Mekke Valisi’ne gidip oğlunun doğumunu tebrik etmek istiyordu. Fakat Mekke’ye vardıklarında vakit geç olduğundan Valiyi rahatsız etmemek için bir handa konaklamaya karar verdiler. Mekke Valisi, Hazreti Ali’nin geldiğini duyunca onun handa konaklamasına razı gelmeyerek adamlarını gönderdi, Hazreti Ali’yi ve beraberinde Kamber’i de evine aldırdı. 

Sohbet edip birbirlerinin hal ve hatırlarını sorduktan sonra, Mekke Valisi, oğlunun hiç susmadığından, sabahlara kadar ağladığından dert yandı. Bunun üzerine Hazreti Ali, çocuğu görmek istedi, çocuğu getirdiler. Hazreti Ali Efendimiz, çocuğun Kamber’in kucağına verilmesini buyurdu. Kamber, çocuğu kucağına aldıktan sonra Hazreti Ali’ye bakarak ondan ne yapması gerektiğini buyurmasını bekledi. 

Kamber’in şaşkın bakışlarla beklediğini gören Hazreti Ali dönüp Kamber’e, “Sor bakalım çocuğa neden ağlıyormuş?” diye buyurdu. 

Kamber hiç tereddüt etmeden çocuğun kulağına eğilerek, “Efendim soruyor, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. 

Çocuk hemen dile gelerek, “Seni ağlıyorum” diye cevap verdi. 

Kamber, çocuğun cevabını aynen Hazreti Ali’ye iletince, Hazreti Ali bu sefer, “Sor bakalım niçin seni ağlıyormuş?” dedi. 

Kamber çocuğa bu soruyu sorunca çocuk ona şu cevabı verdi: “Kimin yanında hizmet ediyorsun, sen kimliğini bilmediğin için sana acıyıp ağlıyorum.” 

Bakın, Kamber o kadar sene Hazreti Ali’ye hizmet etmiş ama hala kimliğinden haberi yok. İşte, bir çocuk, Kamber’in irşad edilmesine sebep oldu.

Hazreti Ali, keremler sahibidir, kundaktaki çocuğu da konuşturur, oradan irşad eder…

MANEVİ MENKIBELER – 54

KABE, ALLAH’IN EVİDİR…

Hüdavendigar Mevlana, İmam Ali Efendimiz için şöyle buyurmuştur: “Bütün Nebilerin müşküllerini çözmek için onların yardımına yetişen Ali idi, ceddim Resulallah’a aşikar geldi.” 

Hazreti Ali, Kabe’nin içinde doğdu. Kabe’ye Allah’ın evi derler. Hazreti Ali’den başka kimse orada doğmadı. 

Hazreti Şems-i Tebrizi şöyle bir dil sarfeder, der ki: “Ali, Kabe’de doğdu. Kabe’den çıktı ve bir daha oraya girmedi. Fakat gönlümde bir doğdu, bir daha oradan çıkmadı.”

Fatma anamızın Kabe’yi ziyaret ederken sancısı tuttu. “Allah’ım! Beni utandırma, bu çocuğu gizli bir yerde doğurayım” diye dua etti. O sırada bir yıldırım düştü. Kabe duvarını yıktı. Fatma anamıza, “Gir, bu dört duvar içine, çocuğunu orada dünyaya getir” diye nida geldi. Yıkıntının içine girip, Hazreti Ali’yi orada dünyaya getirdi.

O acılar içinde iken Fatma anamız başını göklere kaldırdı. Göklerde bir şimşek ışığıyla Ali esması yazıldı. 

Fatma anamız Ali’yi aldı, eve geldi. Çocuğu emzirmek istedi, fakat o annesini itiyordu. Hiçbir beşer kuvvetine benzemeyen sanki bir aslan gücü vardı. 

Fatma anamız yanında kemalat bulduğu için, Hazreti Muhammed’i çok sever, ona Muhammed Emin diye hitab ederdi. “Ya Muhammed Emin, dünyaya getirdiğim bu yavru beni yanına yanaştırmıyor. Acaba sebebi nedir?”

“Şefkatli yengem, o yavru beni arıyor.” 

Hazreti Muhammed, Ali’nin yattığı beşiğe gelir gelmez, Peygamber Efendimizin misk kokan saçlarının kokusunu alan Ali, kuş gibi ellerini açtı. 

Hazreti Muhammed, Ali’yi alıp yıkadı. Yıkarken Ali kollarında döndü. Hazreti Muhammed hem ağlıyor, hem gülüyordu. 

Yengesi sordu, “Ya Emin, sendeki bu gülme ve ağlamanın sebebi nedir?” 

Peygamber Efendimiz, “Bir gün gelecek Hakk’a yürüyeceğim, o zaman Ali beni yıkayacak. Ben de onun kollarında böyle döneceğim, ona zorluk vermeyeceğim. O anı şimdiden görüyorum” dedi. 

Yıkadıktan sonra dilini Hazreti Ali’nin ağzına verdi. Hazreti Ali meme yerine ilk Hazreti Muhammed’in dilini emmiştir. Emdikten sonra, Ali’nin ağzını sağ kulağına koydu. Onun nefesinden birçok güzellikler dinledi. 

Galib Dede Hazretleri güzel bir keşif yapmıştır. “Benim Pirim Mevlana’m yaşadığı devirde, Hazreti Muhammed’in bendesi, Şems-i Tebrizi de, zamanın Ali’siydi” diyor. 

Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin yolundayız demektir. O, bütün Evliyaullah’ın başıdır. İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Nebilerde, Velilerde gören göz Ali’dir.”

MANEVİ MENKIBELER – 53

Yedi denizi cehennem haline getirin…

Bir insan, Allah’tan başkasına meylediyorsa o, aşık değildir. 

Size şöyle bir misal vereyim…

Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. 

Ona, “Burası cennet-i alâdır” diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…” 

Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

Hak aşıklarının dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ‘Bir’den konuştular.

MANEVİ MENKIBELER – 52

Ben yokum, her zerremde varlık olan sensin Allah’ım…

Hüdavendigar Mevlana’nın dergahında bir Ateşbaz-ı Veli vardı. Dergahın aşçısıydı ve Mevlana’ya büyük bir iman ve aşkla bağlı bir dervişti. 

Bir gün, Cenab-ı Mevlana dergahta sohbet açmıştı. Herkes onu pür dikkat dinlemekteydi. Mevlana, sohbet esnasında her ne olursa olsun sohbetin bölünmesini hiç istemezdi. Fakat mutfakta odun bitmişti ve Ateşbaz-ı Veli’nin gelen misafirlere yemek yapması gerekmekteydi. Telaşla hiç düşünmeden Mevlana’nın huzuruna geldi ve binbir özür dileyerek, “Ya Pirim Mevlana, mutfakta odun bitmiş, ben şimdi yemekleri ne ile pişireceğim?..” diye sordu. 

Mevlana bu soruyu duyunca, Ateşbaz’ı çok sevmesine rağmen, sohbeti böldüğü için, celali bir tavırla, “Git, ayaklarını odun diye yak da yemekleri öyle pişir!” diye cevap verdi. 

Mevlana’nın bu celali tavrı Ateşbaz-ı Veli’nin aklını başından aldı ve hiç düşünmeden doğru mutfağa gitti ve büyük bir teslimiyetle yere uzandı, ayaklarını ocaktaki tencerenin altına koydu. Ayaklarından çıkan ateşle yemekleri öylece pişirdi, ama bir zaman sonra tenceredeki yemeğin suyunun bittiğini farkedince kendine geldi. Bir de baktı ki ayaklarından ateş çıkıyor, hemen yerinden kalktı ve bir “Allah” bağırdı. Akla düştüğü için de sol ayağının baş parmağı ateşten yandı ve kötü bir hal aldı. Sol ayak parmağındaki yanıktan kimse görüp de tiksinmesin diye de yemekleri ikram ederken sağ ayağıyla sol ayağının üzerini kapadı. 

İşte Mevlevilikte dervişlerin niyaz ederlerken sağ ayaklarıyla sol ayaklarını örtmeleri bu yüzdendir ve teslimiyeti simgeler. Bir insan sıdkı bütün imanla Allah’a yola koyulursa, bu kişide artık kendine ait birşey kalmaz ve ondan varlığını gösteren iman ettiği yer olur. 

Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yani diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kainat ona hizmettedir. 

Fakat bu yere akılla varılmaz, insan akla düştü mü, acaba mı nasıl mı neden mi niçin mi, diye sorgu sual etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, akla düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren insanın nefsidir. 

Teslimiyetin manası nedir? Ben yokum, her zerremde varlık olan sensin Allah’ım, demektir. Bu durumda mademki kainatı Allah yarattı, mademki bütün kainat O’na hizmettedir, o zaman ne ateş ne de başka bir şey sahibine zarar vermez, hepsi saygıda dururlar, saygıda bulunurlar.

MANEVİ MENKIBELER – 51

Talebesi olurum…

Hüdavendigar Mevlana’ya sormuşlar: “Üçyüz sene sonra tekrar bu aleme gelirsen, senin makamın ne olur?” Mevlana, şu cevabı vermiş: “Beni bu alemde kim temsil ederse, onun talebesi olurum.” 

Bakın, “Talebesi olurum” diyor. Neden? Çünkü aradan üçyüz sene zaman geçmiş. O devreyi tahsil etmek lazım. Ben de öğrenip, devreye girerim derse vakit geçer. Onun için biri benden konuşuyorsa onu dinlerim, diyor.

Hüdavendigar Mevlana’mızın yaşadığı devirde, ondokuz-yirmi yaşlarında bir delikanlı, O’na büyük hayranlık duyar, geceleri O’nunla manada görüşür. Hazreti Mevlana’nın ruhaniyetine o kadar bürünür ki etrafına topladığı arkadaşları ile hep güzel sohbetler yapar. Konya’da bu duyulur. “Bu delikanlı kimden nasip aldı, nereden bu güzelliklere kavuştu?” diye merak ederler.

Hazreti Mevlana da, Sultan Veled’e, “Bir öğren, bu delikanlının evi hangi semttedir, gideceğim” der. 

Hazreti Mevlana delikanlının evini öğrendikten sonra, onun kapısını çalar. Çocuk, öylesine Mevlana’nın haline bürünmüş ve o kadar mütevazi ki, yanındakilere, “Ben kapıyı açarım, siz oturun” diyerek gidip, kapıyı kendisi açar. Karşısında Hüdavendigar Mevlana’yı görünce çok şaşırır. Hemen Mevlana’ya sarılır, kucaklar, kendi yerine oturtur. 

Hazreti Mevlana, “Sohbetiniz neredeyse devam edin, ben sizi dinlemeye geldim” der. Rivayete göre, çocuk beş dakika tefekkür ettikten sonra konuşmaya başlar. O konuşurken Hazreti Mevlana sessizce dinler. 

Bir vakitten sonra çocuk sorar: “Efendi Hazretleri, sohbeti nasıl buldunuz?” 

Hazreti Mevlana şu cevabı verir: “Hakk’a cevabım yok.”

Yani bakmış ki sohbet yerli yerinde, aydın doğru sözler, bu sözü söylemiş ve oradan ayrılmış. 

Bizler de evlatlarımızın iyi bir kariyere gelmesini isteriz ve onlarla iftihar edelim isteriz. Bir evlat çalışır, kazanırsa baş üstünde tutulur, hiç çalışmaz hep isterse ana baba üzülür. Evlatlarımızı madden, manen her şeyin üstünde görmek isteriz. Bütün gençler yarının büyükleridir. Onlardan güzel hizmetler vermelerini, yarınları güzelliklerle donatmalarını bekleriz.