MANEVİ MENKIBELER – 20

Gönül yolu…

Bir gün Mevlana, Şems-i Tebriz, Hüsameddin Çelebi ve Sultan Veled, hepsinin selam olsun üzerlerine, bir zenginin evine davet ediliyorlar. E şimdi davete icaptır gidilsin. Yola koyuluyorlar gidiyorlar. 

Bir fakir de, ancak günlük kazancını elde ediyor, fazla bir kazancı yok. Onları kapısının önünden geçerken görür görmez hemen duygulanıyor ve o duyguyla içeri giriyor. Hanımı onun bu halini görünce diyor ki, “Efendi, yüzündeki bu duygusal ifade nedir? Neye duygulandın? Ne geçti gönlünden, aklından?”

“Ah hanım” diyor, “şimdi kapımızın önünden Cenab-ı Mevlana, Şems-i Tebriz, Sultan Veled, Hüsameddin Çelebi geçtiler, filan ağanın evine davete gittiler. Gönlümden geçirdim, benim de biraz dünyalığım olsaydı, onları çağırırdım. Onlar konuşurdu, biz de onların muhabbetlerini dinleyip inciler toplardık.”

Hanımı da çok temiz kalpli olduğu için, “Efendi” diyor, “bu akşam yemek yemeyelim, yarın sabah da kahvaltı yapmayalım, öğlen yemeğini de yemeyelim. Bunları toplayalım. Dönüşte Cenab-ı Mevlana’yla, Şems-i Tebriz’i görür görmez davet et yarın akşama, biz de olanları çıkarırız önlerine.”

“Tamam” diyor adam. Oruca giriyorlar karı koca…

Şimdi gelelim Şems’le Mevlana’ya ve Sultan Veled’le, Hüsameddin Çelebi’ye, selam olsun üzerlerine… Ağanın evinde ağırlanıyorlar. Fakat ağa misafire söz bırakmıyor. Şu kadar hizmetkarlarım var, şu kadar hayvanlarım var, şu kadar tarlalarım var, başlıyor sayıklamaya.

Çorbalar geliyor, buyur ediyor, fakat Mevlana kaşığını götürüyor ama almıyor çorbayı. Çünkü geçmez boğazından öylesinin çorbası. Hepsi aynısını yapıyorlar. Ağanın adamları yiyor. Arkasından baklava geliyor, onu da ağanın adamları yiyorlar. 

Yemeğin sonunda dönüp Mevlana’ya diyorlar, “Ya Mevlana, bir dua yapar mısın?”

Cenab-ı Mevlana diyor ki, “Çorba tasından, baklava tepsisine kadar bütün kapları getirin.”

Getiriyorlar. Kısa bir dua yapıyor, “Allah’ım” diyor, “bu zata ne kadar mal mülk verdiysen, bir misli daha da fazla ver, ama muhabbetini verme.” Çıkarıyor hırkasından elmasını, çorba tasına, yemek sahanlarına, hepsine dokunduruyor. Bütün kaplar altın haline geliyor.

“Bize müsaade” diyor Mevlana, çünkü artık sıkılmışlar, paradan puldan, maldan mülkten muhabbet etmekten, kalkmışlar.

Yolda giderken, bekliyor onları şimdi, insanlığa saygı duyan fakir, çıkıyor önlerine, selam veriyor. Şems-i Tebriz, Mevlana, hepsi selamını alıyorlar. Fakir davet ediyor onları. Mevlana, “Kısmet” diyor, “yarına varsak sende misafiriz.”

Kalkıyorlar yarın akşam aynı saatte fakirin evine misafir oluyorlar. Hanımı da beyi de ayakta karşılıyorlar, hal hatır soruşuyorlar. Sonra ağızlarını mühürlüyorlar, hiiç konuşmuyorlar. Mevlana Şems’e bakıyor, Sultan Veled Hüsameddin’e bakıyor. Sofra kuruluyor. Mevlana ev sahiplerini de buyur ediyor sofraya. Adam, “Biz” diyor, “lokma etmiştik, tokuz, buyrun siz yiyin.”

Allah ne verdiyse lokma ediyorlar, sofrayı kaldırıyorlar. Bir giriyorlar muhabbete Şems-i Tebriz’le Cenab-ı Mevlana, başlıyorlar incileri dökmeye. Ev sahibiyle hanımı hem dinliyorlar hem gözyaşları döküyorlar. Artık sabah ezanları okunuyor, muhabbet o zamana kadar uzuyor.

Şems-i Tebriz dönüp Mevlana’ya, “Ya Hüdavendigar” diyor, “bir dua da burda yap.”

Kaldırıyor ellerini Mevlana, “Allah’ım” diyor, “bu zata ne fazla ver ne eksik, bunu bu karar bırak.” “Amin” diyorlar, sonra müsaade isteyip kalkıyorlar. 

Yolda şimdi soruyorlar Mevlana’ya, “Sen zengine öyle bir dua yaptın, bir de elmas vurdun kaplarına, kapları altına çevirdin. Bu zatın hiçbir şeyi yok, oruç tuttular bize bir sofra kurmak için. Kalkıp dedin duada, Allah’ım bu zatı bu karar bırak, ne fazla ver ne eksik. Neden böyle bir dua yaptın?”

İşte Mevlana şu cevabı veriyor, “Yaratıcıdan isteseydim malk mülk, korkardım gözü gönlü kaçmasın mala. Deseydim, bunu da al bu zattan, korkardım Allah’ı benden daha çok sevecek… Bu yüzden duayı bu şekil yaptım.”

Bizim bulunduğumuz yol teferruat yolu değildir, gönül yoludur. Hazreti Muhammed Efendimiz, selam olsun üzerine, bizden ne can ister ne mal ister. Onun bizden istediği tek bir şey vardır, o da gönüldür…

MANEVİ MENKIBELER – 19

Her kuş kendi cinsiyle uçar…

Mevlana buyurur der ki, “Her kuş kendi cinsiyle uçar.” Kumruyla karga beraber uçmaz. Güvercinle kumru beraber uçmaz. Serçe bıldırcınla beraber uçmaz. Hepsi kendi cinsiyle uçar. Bazı kuşları da görürsün farklı cinstirler ama birarada dururlar. Onlar da sakat kuşlardır. Kiminin kanadı kırık, kiminin gözü kör, sakat oldukları için birarada duruyorlar.

Mevlana, kendi evlatlarını Anka’ya benzetir. Ama yok o kuş şimdi… Anka, hemen hemen onbin metre yükseklere yücelir. Yumurtasını da havada yapar. Yere ikiyüz metre kadar yaklaşınca yavrusu yumurtadan çıkar, sonra o da annesinin peşinde uçmaya başlar.

Bir yerde de yine der Mevlana, “Benim evlatlarım palaz yavrusuna benzerler.” Yani, dalga isterse yüz metre yüksek olsun, yine benim evladım çıkar o dalganın üstüne, dalga alamaz onu altına, diyor.

Bizi her zaman güzel yerlere çıkarıyor Mevlana… Ona göre artık düşünelim…

MANEVİ MENKIBELER – 18

Öğretmen vardır, yakar kandili…

Evlatlarımdan biri çıkarsa, güzel şiirler söylerse, güzel kasideler söylerse, ben ne yaparım onunla?.. İftihar ederim.

Bizler, başta Cenab-ı Mevlana, hepinizi ön safa almak isteriz, katiyyen arkalarda durmanızı istemeyiz.

Bakın, Konya’ya gittiğiniz zaman, Mevlana’nın önünde birçok kabir görürsünüz, Mevlana arkadadır. Neden arkadadır?..

Mevlana diyor ki, “Beni öğrenmek istersen Hüsameddin’e sor.” O diyor öbürüne sor; o da diyor öbürüne sor, hep öne gönderiyorlar. En sonunda da diyorlar, dirisini görmek istiyorsan, git kim bizi temsil ediyorsa onu bul, ona sor.

Bir baba, bir anne, istemez mi evladını güzel bir mevkide görsün? İster… Neden? O, güzel bir mevkide oldu mu iftihar eder onunla.

Misal olarak, ilkokul öğretmenleri vardır, halleri çok güzel. Onların yetiştirdikleri evlatları yarın bakmışsın profesör olmuş, tarihçi olmuş, matematikçi olmuş… Bu öğrenci yarın bir gün öğretmeniyle karşılaştığında ne yapar? Onun elini öper. Öğretmeni de okşar onun başını sorar, “Kimsin sen evladım?” Öğrencisi tanıtır kendini, mevkiini de söyler. İşte ilkokul öğretmeni duygulanır gözyaşı döker, onunla iftihar eder. 

Öğretmenler vardır, yakar kandili, ondan sonra sen parlarsın, çalışırsın, güzel mevkiilere erersin. Hem öğretmenini yad edersin, onu her zaman şükranla anarsın, hem de bir çok kişiye de ışık yayarsın.

MANEVİ MENKIBELER – 17

Sanmayasın senden güzel yok…

Hüsameddin Çelebi, kendisinin güzel olduğunu bildiği için, Cenab-ı Mevlana şimdi onu deli etmek istiyor. 

Cenab-ı Mevlana’da Ali’lik de var, kerametlere de sahip.

Hizmet esnasında biraz uzaklaşıyor Hüsameddin Çelebi, Mevlana kendi aklını, 17-18 yaşlarında bir çocuk suretine koyuyor. Hizmet ediyor Mevlana’ya…

Şimdi Hüsameddin Çelebi geliyor, görüyor çocuğu. Çok yakışıklı çok güzel bir çocuk Mevlana’ya hizmet ediyor. Ona bakıyor, üzülüyor. Kim bu çocuk diyor, nerden geldi? Yanına geliyor, yüzüne bakıyor. O hiiiç… devam ediyor hizmete, güzelliğiyle deli ediyor Hüsameddin’i.

En sonunda dayanamıyor, gidiyor Mevlana’ya, “Efendi Hazretleri” diyor, “kim bu delikanlı? Bu benden çok güzel, sayısız defa güzel. Nerden geldi bu? Bunun ismi ne?”

Hemen Mevlana dönüyor Hüsameddin’e, “Gam yeme” diyor, “ruhumun mertebesi, o benim Cebrail’im. Aklımı insan suretine koydum, ki biraz senin putun kırılsın, sanmayasın ki senden güzel yok.”

Bu oyunu da yapmıştır Mevlana, Hüsameddin Çelebi’ye…

Sonra sırlanıyor Cebrail, yine kalıyor Hüsameddin, hizmetlerine devam ediyor.

MANEVİ MENKIBELER – 16

Aşka bakın…

Şimdi size Mevlana ile Hüsameddin Çelebi’nin arasındaki aşkı dile getireyim…

Hüsameddin Çelebi evlenmiş, aradan seneler geçmiş. Bir gün hanımı hastalanmış. Dönüp Mevlana’ya demiş, “Efendi Hazretleri, izin verir misin, ayinden sonra gideyim biraz eşimin yanına, bir iki gün kalayım? Evde ona bakacak biri yok.”

“Tamam” demiş Mevlana, “sana dört gün izin veriyorum, haydi git, kızımız iyi olsun kalksın ayağa.”

Gelmiş Hüsameddin eve, hizmet ediyor eşine. İkinci akşam özlemiş Mevlana Hüsameddin’i. Kar da yağıyor. Hemen Sultan Veled’e ve dervişlere, “Bana müsaade ben gidiyorum” demiş, “Hüsameddin’i ziyarete.”

Çıkmış tekkeden yatsıdan sonra, gelmiş Hüsameddin Çelebi’nin evinin kapısına, bakıyor Hüsameddin Çelebi’nin odasında lambası dinmiş. Demek ki uyumuşlar, lamba kısık yanıyor, diye düşünmüş Mevlana. Rahatsız etmeyim, demiş. 

Şimdi aşka bakın…

Evinin kapısından biraz uzakta, Mevlana bağlamış ellerini, Hüsameddin’le rabıta kurmuş duruyor. Sabah ezanları okunmaya başlıyor. Hanımı sabah kalkmış, Hüsameddin’i uğurlarken, “Aaa” demiş, “Efendi Hazretleri, çocuklar ne zaman kardan adam yaptılar? Kar yatsıdan sonra yağmaya başladı.”

“Dur” demiş Hüsameddin Çelebi, “gideyim bakayım.”

Ne zaman gitmiş, bakmış ki o kardan adam değil, Mevlana… Hüsameddin Çelebi hayretler içinde kalmış.

“Efendi Hazretleri” demiş, “bu hal ne?”

İşte Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, geceden bu ana kadar hep buradayım, seni bekledim…”

Şimdi ne der tasavvuf ehli… Bir mürşid, müridine böyle aşık olursa, müridin ne yapması lazım mürşidi için?..

MANEVİ MENKIBELER – 15

18 beyit oldu 48.000 beyit…

Hüsameddin Çelebi, Mevlana’ya çok aşık. Mevlana da Hüsameddin’e hep, “Ruhumun mertebesi, gözümün nuru” diye hitab ediyor. 

Bir gün Hüsameddin Çelebi’yle Mevlana muhabbet ederlerken, Hüsameddin Çelebi bakmış, Mevlana’nın destarında bir muska görünüyor. Hüsameddin’i merak sarıyor, nedir o acaba? Tam Mevlana eğilmiş konuşurken, samimiyet tabi artmış aralarında, tak atlıyor, o muskayı alıyor destarından. “Efendi Hazretleri” diyor, “açabilir miyim?”

“Aç” diyor, “ruhumun mertebesi.”

18 beyit yazmış Mevlana… “Eh şimdi” diyor, “Hüsameddin, iş aldın başına. Bu 18 beyiti şimdi genişleteceğiz.”

Kalktılar yazmaya başladılar, Mesnevi’yi, Divan-ı Kebir’i… Mevlana söyledi, Hüsameddin yazdı. Mevlana banyoda olsa, o oturuyor banyo kapısında, belki Mevlana’ya ilham gelecek… Geliyor ilham, Mevlana cezbeye tutuluyor, hemen sesleniyor içerden, Hüsameddin dışarda yazıyor.

İşte o 18 beyit, oldu 48.000 beyit…

MANEVİ MENKIBELER – 14

En kıymetli hediye…

Mevlana ile Şems hep biraraya geliyorlar, halvet yapıyorlar. Hüsameddin Çelebi merak ediyor, ne konuşuyorlar orda bu ikisi… Bir gün Mevlana’ya diyor, “Efendi Hazretleri, ben de görebilir miyim Şems’i?” Mevlana, “Bir sorayım” diyor.

Şimdi Hüsameddin Çelebi de o sırada nişanlanacak, hazırlık yapıyor babası, kıza vermek için güzel bir hediye almışlar.

Cenab-ı Pir giriyor Şems’in huzuruna, diyor, “Benim evlatlarımdan biri seni merak ediyor, görmek istiyor, buyur var mı?”

Şems de dönüp diyor, “Ne hediye getirecek bana? Bir hediye getirirse gelsin, hediyesiz almam onu buraya.”

Mevlana dönüp Hüsameddin’e, “Hüsameddin, evladım, Efendim senden bir hediye istiyor” diyor.

“Tamam” diyor Hüsameddin, “bana biraz müsade verin.”

Çıkıyor dergahtan, koşuyor eve. En kıymetli hediyeyi, nişanlısına vereceği hediye kolyeyi koyuyor kutuya, alıyor yanına tekrar geliyor dergaha.

Mevlana’ya, “Geldim” diyor, “söyleyin Efendim beni alacak mı huzuruna?”

Mevlana gidiyor soruyor. Şems, “Buyursun girsin” diyor.

Hüsameddin giriyor içeri, Şems’in elini öpüyor, öptükten sonra kutuyu koyuyor önüne.

Şems, “Ne getirdin güzel evladım” diyor.

“Ben yakında nişanlanacağım. Nişanlıma vermek için ona en kıymetli hediyeyi almıştım. Ama onu senden daha kıymetli göremedim, sana getirdim” diyor Hüsameddin.

Açıyor Şems-i Tebriz kutuyu, bakıyor ki hakikaten çok kıymetli bir kolye getirmiş Hüsameddin.

“Güzel oğlum” diyor, “Bana şu bahçedeki ağaçtan bir yaprak getirir misin?”

“Eyvallah” diyor, “Efendi Hazretleri getiririm.”

Koşarak gidiyor bahçeye, alıyor ağaçtan bir yaprak, getiriyor. Alıyor Şems-i Tebriz yaprağı ve, “Bu da benden, kızıma düğün hediyesi” diyor, veriyor kolyeyi Hüsameddin’e geri.

Hüsameddin Çelebi’nin o saflığı, temizliği çok hoşuna gidiyor Şems-i Tebrizi’nin ve ona birçok iltifatlarda bulunuyor…

MANEVİ MENKIBELER – 13

Balta kendi sapını kesmez…

Hüsameddin Çelebi, selam olsun üzerine, çok güzel bir çocuktu, sanki öğlen güneşi gibi. Allah sevmiş yaratmış.

Hüsameddin 17 yaşlarındayken gözünde bir arpacık çıkıyor. Onun güzelliğini engelliyor. Babası alıyor Hüsameddin’i malum hocalara götürüyorlar, okusunlar. 

Kalkmış bir hocanın kapısını çalmışlar. Hoca açmış kapıyı, girmişler baba oğul içeriye, selam vermişler. Anlatmışlar durumu. Hoca almış çocuğu karşısına, okumuş üflemiş. Sonra “Yavrum evladım” demiş, “babanı yorma, iki üç gün sen sabahları gel ben seni okuyayım.”

Çıkmışlar hocanın evinden, babası sormuş Hüsameddin’e, “Oğlum” demiş, “gelir misin?” 

“Yok baba” demiş, “gelmem.”

“Neden?”

“Gelmem” demiş, “sevmedim hocayı, iyi bakmadı bana.”

Hadi gitmişler başka bir hocaya, onu da sevmiyor; yine başka bir hocaya, onu da sevmiyor. Biri demiş, “Götürelim Mevlana’ya. O okusun.”

Mevlana’nın da o sıralarda gözkapağında bir arpacık çıkmış. Bekliyor kendiliğinden geçsin. İster misin, sabah seherinde Hüsameddin’le babası geliyorlar Mevlana’nın dergahına. Mevlana da gül bahçesinde dolaşıyormuş. Bunlar geliyorlar içeri, selam veriyorlar. Mevlana selamlarını alıyor. Soruyor, “Müşkülünüz nedir?”

Adam diyor, “Oğlumun gözünde bir arpacık çıktı, geldik bir nefes edesin.”

“İlahi Hakk” diyor Mevlana, “onbeş gündür benim de gözkapağımda arpacık var.” Sonra Hüsameddin’e dönüp, “Oğlum” diyor, “rahat ol, balta kendi sapını kesmez. Şimdi bir nefes edeyim de belki bakarsın ikimizin de gözünden arpacıklar geçer.”

Mevlana bu sözü sarfediyor, bir nefes ediyor ve ikisinin de gözlerinden anında arpacıklar gidiyor. Gittikten sonra Hüsameddin babasına dönüp diyor ki, “Baba sen artık gidebilirsin, ben burada kalacağım Mevlana’yla.” Ve kalıyor. Mevlana’yı çok seviyor, Mevlana da onu çok seviyor. Dergaha hizmete veriyor kendini ve Mevlana’nın yanından hiç ayrılmıyor…

MANEVİ MENKIBELER – 12

Sen benim ışığımsın…

Mevlana Hazretleri, selam olsun üzerine, verici meşrepli, hep bir şeyler vermek istiyor, alıcı meşrepli değil. İyi ama cahil çok var, onların kafalarına tam manasıyla yerleştiremiyor anlatmak istediklerini, ama konuşmaktan da bıkmıyor devamlı bilgiler sunuyor. 

Bir gün bir değirmen başına geliyor. Değirmen çok eski olduğu için duvarı çatlamış. Mehtabın ışığı da o çatlaktan girip değirmenin içini ışıklandırıyor. Mevlana da o çatlaktan bakıp değirmenin içini seyrediyor. Bakıyor, değirmen taşı dönüyor, dönüyor, dönüyor…

Kaldırıyor ellerini, “İlahi Hakk” diyor, “ne suç işledim? Bu dünyayı bana değirmen taşı yaptın, ezip ezip benden ne istiyorsun?”

İçinden Cenab-ı Hakk diyor, “Bu ilham sana nerden geldi Celaleddin? Bana nerden sesleniyorsun?” 

“Sana malum” diyor, “değirmen başındayım, onun duvarı çatlak, ordan seyrediyorum, değirmen taşının altında nasıl buğdayı ezip ezip un haline getiriyorsun, bana da aynı ızdıraplar yapılıyor.”

Tekrar nida geliyor Hakk’tan, “Hangi zamandasın sen, vakit hangi vakittir?”

“Vakit” diyor, “geceyarısı.”

“Gün geçmiş, geceye girmişsin. Sen o değirmen taşının altında o buğdayın ezilmesini neyle, hangi ışıkla seyrediyorsun?”

“Allah’ım” diyor, “Ay’ın mehtabıyla seyrediyorum.”

“Güzel… O değirmen taşı Ay’ın mehtabına bir zarar veriyor mu?”

“Yok…”

“Ah Celaleddin, sen de benim ışığımsın. Çile çekecek bir varlık varsa senin üzerinde, o da nefsindir. Ben seni bu aleme beni söyleyesin diye gönderdim…”

Gönül çilesini her can çözemez, 

Halden anlamayan ne bilsin bizi. 

Gönül aleminde bir olmuşuz ki, 

Oraya girmeyen bulamaz bizi. 

Sırrımız içtedir yere vermeyiz, 

Kazancımız nurdur boşa vermeyiz, 

Cahil bilmez bizi, biz hor görmeyiz, 

Değer bilmeyenler anlamaz bizi. 

Aşıkların yüzü güleç, şirindir, 

Sözlerimiz kamil sözü, derindir, 

Hilesiz dost olan kişi narindir, 

Bilmeyen baksa da göremez bizi. 

Dede der, uyanıp pişerse özü, 

Uyarır, diriltir arifin sözü, 

Görenler şevk alır, nurlanır yüzü, 

Kendi özün görür bulursa bizi…

MANEVİ MENKIBELER – 11

Ben şimdiden hiçim…

Zamanın birinde bir Dede, o kadar çok sevdirmiş kendini kasabalıya, kasabalı boş vakit buldular mı hemen Dede’nin etrafına toplanırlarmış.

Şimdi Dede bu kadar çok seviliyor, o devirde yine bir Paşa da var, o da çok seviliyor. Paşanın ismini kasabalılar bir muhabbet arasında zikrediyorlar, Paşa’ya olan sevgilerini de dile getiriyorlar. İyi ama Dede kıskanıyor. Bir gönülde iki sevda olmaz. “Ya Paşa sevilecek ya ben” diyor.

Kalkmış kasabalıya, “Evlatlarım” demiş, “bu Paşa nerede ikamet ediyor?” 

Demişler, “Kasabada filan kışlada.”

“Ben” demiş, “yarın yokum, gideceğim göreyim o Paşa’yı. Peki siz o Paşa’yı neden seviyorsunuz?”

“Paşa” demişler, “bize sorar, bir ihtiyacınız var mı? Bize bir yol lazımsa söyleriz yaptırır. Çeşme lazımsa yaptırır, köprü lazımsa yaptırır.”

“Haa…” demiş, “o da hizmet ediyor. Neyse yarın onunla görüşeceğim.”

Kalkmış gelmiş kışlaya Dede, selam vermiş askere, asker almış selamını.

“Paşa Bey” demiş, “kışlada mıdır?”

“Yok Dede” demişler, “çıktı teftişe, geziyor.”

“Ne zaman gelir?”

“İkindiye doğru.”

“Ben” demiş, “uzaklardan geldim, burda bekleyebilir miyim?”

“Gel Dede” demiş asker, almış Dede’yi içeriye salona.

Dede oturuyor şimdi tefekkür halinde. Bir vakitten sonra Paşa geliyor. Herkes telaşlanıyor, ayağa kalkıyorlar, Paşa’yı alıyorlar içeri. Bunlar salonda hepsi ayakta, Dede kalkmıyor ayağa, oturuyor. Paşa’nın dikkatini çekiyor. Herkese, “Oturun” diyor, hepsi oturuyorlar. Şimdi dönüyor Dede’ye.

“Efendi” demiş, “siz kimsiniz? Buraya geldim, herkes ayağa kalktı, saygıda bulundu. Siz hiç kıpırdamadınız.”

Dede demiş, “Bendeniz hiçim.”

Hemen Paşa, “Nasıl olur” demiş, “hiç?.. Suretiniz var, sıfatınız var. Kimliğiniz nedir? Söyleyin.”

“Hiçim efendim.”

Paşa asabileşiyor bir daha soruyor.

Yine Dede, “Hiçim efendim…” sonra devam ediyor, “Paşa bey” diyor, “ben size bir soru soracağım.”

“Buyrun” demiş, “sor.”

“Senin Paşalığın ne kadar sürecek?”

“Allah kısmet ederse” demiş Paşa, “üç sene sürer.”

“Üç sene sonra ne işle meşgul olacaksınız?”

“Tekaüte çekileceğim.”

“Güzel” demiş Dede, “peki tekaütlüğün ne kadar sürer?”

“Ömrümün nihayetine kadar. Orasını bilemem, çünkü hayat nefesle.”

“Peki” demiş, “ömrün nihayet bulduktan sonra sen ne olacaksın?”

“Ben” demiş, “Hakk’ın rahmetine gidip, hiç olacağım.”

Dede gülümsemiş, “Ne kadar güzel” demiş, “Daha üç rütbe lazım sana gelesin bana. Ben şimdiden hiçim…”

Bakın burdan da ders vermiştirler. Kimliği var ama yoklukta yaşıyor, varlığı Allah…