MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (188)

Hakk yolunda imanlı olmak çok önemlidir. İmanın sağlamlığı nasıl belli olur? İman etmek ne demektir?

İman etmek, ‘Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır’, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir. Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nurunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenab-ı Allah, nurunu ona, bir dağa tecelli ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecelli karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her an Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir an olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hatta her an O’na canını vermeye hazırdı.

“Ben kıyamet günü bu sözüme şahit olsun diye yere baş koyuyorum. Yerlerin şiddetle sarsıldığı kıyamet gününde bu yeryüzü, insanların hallerine şahit olur. Gizlediği haberleri apaşikâr söyler. Yeryüzü ve dikenler söze gelir. Filozof; kendi fikrince, kendi zannınca bunu inkâr eder. Ona de: Sen var, başını o duvara vura gör! Gönül ehlinin duyguları; suyun, toprağın, çamurun sözünü duyar durur.” (Mesnevi, I/3275)

Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar. Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti. Hazreti Ali’nin bir lakabı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakikatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.

“Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine âşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme! Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder? Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!” (Mesnevi, I/603)

Bir dost dedi ki: “Ali’den başka genç yoktur. Çünkü Vasi ve Veli olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır.” Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. O’ndan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir.

“Genç ve terü taze talihe Pir adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pir olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pirdir ki iptidası yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “Min ledün” şarabı olursa… Piri bul ki bu yolculuk, Pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.” (Mesnevi, I/2940)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (187)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Bir mürid ile mürşidi arasında nasıl bir bağlılık olması gerektir? Müridin yol alabilmesi mürşidine olan bağlılığı nispetinde midir?

Hz. Mevlana’ya, “Mürşidini niye bu kadar büyütüyorsun, putlaştırıyorsun? Dinde insanı bu kadar putlaştırma yoktur” dediler. Hz. Mevlana, “Şükürler olsun o puta! O put olmasaydı, bu güz

elliklere kavuşamazdım. Allah’ın nurunu o putta gördüm” diye cevap verdi. Çünkü Mevlana, Tanrı’yı Şems’de gördü, bir an dahi mürşidinin dışına çıkmadı. Ve bu yüzden hep korkusuz konuştu.

“Eğer körsen köre teklif yoktur. Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır. Sabır ilâcı, gözlerin perdesini de yakar, göğüsleri gönülleri de yarıp açar. Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün. Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de. Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta. Allah’a şükür olsun ki o zahir olunca can, onun hayalinden, kendi hayalini gördü. Kapısının toprağı, gönlümü teshir etti. Senin toprağına karşı ululananın toprak başına.! Dedim ki; eğer güzelsem bu güzelliği onun lûtfu olarak kabul ederim. Değilsem zaten çirkinlikler bile bana güler! Çaresi şu: Kendime bakayım kendime çeki düzen vereyim. Bakalım, ona lâyık mıyım, değil miyim?” (Mesnevi, II/70)

Hz. Muhammed, dünyada maşuk sıfatını almıştır. Maşuk sıfatı sevgili sıfatıdır. Allah hiçbir peygamberine sevgilim diye hitap etmedi. Sevgili sıfatını bir tek Hz. Muhammed’e verdi. Habibullah, Allah’ın sevgilisi. O Yaratıcı var ya, o Allah diyor ki: “Ya Muhammed! Senin yüzü suyun hürmetine bu alemi yarattım, sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım.” Çünkü O’nun gibi Allah’ı yadeden, O’nun gibi Allah’ın emirlerine uyan, O’nun gibi sevgi sözleri söyleyen, O’nun gibi merhamet, şefkat dolu bir peygamber ne gelmiş, ne de gelecektir. Bu aleme gelmiş geçmiş yüzyirmidörtbin peygamberde O’nun nuru vardı. Hz. Mevlana, o nuru gördü de, bütün peygamberlere “Ahmed” diye hitab etti. İslam’ın kemalatı Hz. Resulallah’ta tecelli etmiştir. Allah en güzel yüzünü Resulallah’tan göstermiştir.

“Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: Yüzümden başka hiçbir şey düşünme! Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.! Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım! Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim. Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilmediği gamı, Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta Allah’ın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.” (Mesnevi, I/1727)

Dünya kuruluşundan beri canlı varlıklar, hep devrandadır. Tekamülü tamamlamak için bütün dünya varlıklarından gönlü çekmek lazımdır. Kişi gönlünü tamamen Yaratıcı’ya bağlar, O’nun sevgisi, O’nun muhabbeti, O’nun bakışıyla hareket ederse yol alır. Eğer hem orayı, hem burayı, hem de Allah’ı severim, derse, bu kişi kemalata eremez. Tekamül edenler içinde en büyük örnek Hz. Muhammed’dir, sonra Hz. Mevlana ve diğer Evliyaullah gelir. Onlar da bizler gibi beşerdi ama gönüllerinde Allah’tan başka birşey olmadığı için konuşmalarında hep Allah muhabbeti vardı. Bir kişi iman ettiği yerin haline bürünürse, ancak o zaman o kişide tekamül başlar.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (186)

Hasan Dede, bizler ne kadar istesek ve uğraşsak da malesef bazı zaman geliyor kendimizi yine sıkıntı ve hüzünlerde buluyoruz. Bu hüzün ve sıkıntılardan nasıl kurtulacağız?

Mevlana’mız, selam olsun üzerine, der ki: “Ey oğul, bana evlad olarak gelmeye kalktığın zaman, temiz bir kağıt gibi gel. O kağıtta hiç bir yazı olmasın. O kağıda ben seni yazacağım.” Bu sözlerinde Hazreti Mevlana şunu demek istiyor, mademki buraya gelmeden önce sıkıntıların üzüntülerin vardı, hiç bir türlü huzur ve neşe bulamadın, namaz kılıyorsun oruç tutuyorsun, ama bu sıkıntı ve hüzünler yine sende tecelli ediyor. Şimdi artık buraya geldiğinde sana şimdiye kadar sıkıntılar vermiş olan o aklını bırakacaksın. Aklını burayla büyütmeye çalışacaksın. Gönlünde mala, mülke, dünyevi herşeye karşı ne sevgi beslemişsen, onları da gönlünden sileceksin. Gönlünü, iç alemini, kalbini temizleyeceksin ve gönlünü tamamen buraya vereceksin. Kafandaki şimdiye kadar olan bütün boş bilgileri bırakıp, burada sana sunulan bilgilerle kendini yetiştirmeye başladın mı, sen yarınların çok güzel bir insanı olursun.

Bize en büyük ayna Şems ile Mevlana’daki buluşmadır. Şems, Mevlana’ya şöyle seslenmiştir: “Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. Küll isen safi, eğer isen sufi, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. Bu tevhidden maksat, murada ermektir. Görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. Şems-i Tebriz bunu bilir, Ehad kalmaz fena bulur, bütün bu alem külli mahvolur, yine baki Allah kalır..”

“Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta… Saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş… doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar… baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez… çünkü ne doğudandır ne batıdan!” (Mesnevi, IV/3786)

Ne diyor Şems, “Küll isen safi”, peki ne demektir bu? Misal olarak, mangalda ateş vardır ya, o mangalda bir kıvılcım dahi olmasını istemiyorum, o kıvılcım bile kül haline gelsin, o kıvılcım kadar bir yere bir muhabbetin olmasın senin, demektir. Eğer olursa, o bir tek kıvılcım senin varmak istediğin yere ulaşmana engel olur. Artık Mürşidinin huzurunda yeniden doğuyorsun, bundan sonra annen de baban da O senin, peygamberin de O senin, Allah’ın da O senin, Sevgilin de O senin. Yolcu kendini bu şekilde yola koymalı ki varmak istediği o yere ulaşabilsin. Yolcu temizlendiğinde bakacak görecek ki, ne yüzlerle gelecek O.. Allah’tır süsleyen bu alemi, bir bakarsın, girmiş bir hırka içine, sakal da bırakmış gizlemiş kendini; bütün güzellikler, bütün güzel yüzler Onunla donatılmış, O bir açsa yüzünü yer gök yerinden oynar, Şems-i Tebrizi’nin buyurduğu gibi; nizam bozulur, bütün alem mahvolur gider. İşte bu nedenle bu yol, insanlık yoludur; saflık ister, temizlik ister.

“Her şeyin bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme bırakmıştır. Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır. Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider. Elbette tortunun bir safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır. Tortu güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, hurmaya benzer, tortu da hurma çağlasına. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme. Bu ölümden sonra hayata yol var. Oğul ferahlamak istiyorsan cüppeni yırt da o saflıktan hemencecik baş çıkarsın. Sofi saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş yavaş yürümekle olmaz. Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk, terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.” (Mesnevi, V/357)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (185)

Allah’ta yok olmalı diyorsunuz. Peki bunu nasıl yapacağız? Yokluğa nasıl erilir?

Allah’ta yok olmak, diğer yokluklar gibi değildir. Yok olduğumuz varlık, yani Allah, ebedi ve ezeli olduğu için, biz de onunla birlikte ebedi ve baki oluruz. İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık birşey gizlenmez. O, artık güneşten de üstün olur. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık herşeyden haberdardır, herşeyi işitir.

“Oğul, ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen daima emri, nehyi gör, gözet. Derken cezbe kuşu , birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür. Gözler , perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan , dışa bakar, içi görür. Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.” (Mesnevi, VI/1479)

Biz, ‘Ben biliyorum!’, ‘Ben yapıyorum!’ dediğimiz için, bizi çevreleyen Kudret’in meydana çıkmasına engel oluyoruz. Bu öyle bir kanundur ki, biz ‘Benim!’ derken, o Kudret çekilip gider; biz, bizliğimizle ortada kala kalırız. Kendimize yine kendimiz engel oluyoruz.

“Bize ne geliyorsa bizden geliyor! Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz. Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesen azdır. Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.” (Mesnevi, VI/604)

Bizler, eğer Hazreti Mevlana’nın, selam olsun üzerine, güzel huylarıyla huylanmaya çalışırsak, bize de o güzellikler bulaşır ve işte o zaman bizler de güzel birer insan olmaya yola koyuluruz.

“Yoldaşlar, sevgili, yolları bağladı. Biz topal ceylanlarız, o avlanan bir aslan. Ona teslim olmak, emrine boyun eğmekten başka, böyle bir kan döken erkek aslana karşı ne çaremiz var? O, güneş gibi ne uyumakta, ne bir şey yemekte. Ruhları da uyutmamakta, ruhlara da bir şey yedirmemekte. Gel demekte, ya ben ol, ya benim huyumla huylan da sana tecelli edeyim, yüzümü gör.” (Mesnevi, VI/576)

Şu dünyada yaşayan insanlar, hep ‘ben’ ve ‘biz’ deyip duruyorlar. Şu yüz binlerce ben ve biz içinde acaba ‘Ben’ nasıl bir ‘Ben’im? İnsan kalabalığından gelen gürültüye kulak ver! ‘Ben’i konuşturmamak için elini ağzıma koyma!

“Çocuk, oyuna öyle bir dalar ki külahı, gömleği aklına bile gelmez. Gece gelir çatar bir türlü oyunu bırakamaz. Eve bir türlü yüz çeviremez. Duymadın mı, ‘Dünya ancak bir oyundan ibarettir’ denmiştir. Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün. Gece gelmeden elbiseni ara, gündüzü dedikoduyla zayi etme. Hasılı ben de ovada kendime halvet bir yer seçtim, halkı elbise hırsızı gördüm. Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle. O, cüppeyi aldı götürdü, bu, külâhı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık; derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme oyuna gayrı. Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön. Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık alemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar. Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya, o, gizlice elbiseni de çaldı. Aman şu atımı gözet de hırsız çalmasın.” (Mesnevi, VI/455)

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (184)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Aşkta menfaat olmaz, deniyor. Fakat ‘mürid’ kelimesi ‘murad’ kelimesinin çoğuludur, yani isteyen demektir. Ayrıca ‘matlub-istenen’in de mutlaka bir ‘talib- isteyen’i vardır. Müridin, murad ettiği aşka ermesi için her türlü istekten nasıl vazgeçmesi gereklidir?

Her türlü muhabbet, menfaatsiz olmalıdır. En tatlısı ‘Tevhid’dir. Biz muhabbetin esiriyiz. Bizi kim Allah için severse, biz onun esiriyiz. O varlık, ayrım bilmez. O’nun zevki ‘Tevhid’dedir.

“Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur. Biz hepimiz Adem’in cüz’üleriydik… cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! İş bu yüzden güzel sesi dinlemek aşıklara gıdadır… çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Allah ile birleşme zevki vardır. Adamın içindeki hayaller kuvvetlenir, hatta hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden suretlere bürünür. Aşk ateşi güzel seslerle kuvvet bulur!” (Mesnevi, IV/735)

Bizim maneviyatımız, tevhidimiz, sevgidir. Sevginin icabı da şefkattir. Herhangi birimizden bu bağışlayıcı şefkat tecelli edince, ondan manevi gıdamızı almaya, onun gönlünden ‘Deryayı Ahadiyet’e atılmaya çalışırız. Onun akıl ucu o ‘Derya’dadır; göz ucu da bizde. Biz onu ne kadar seversek, bir gün aniden onun gönlüne gireriz. O alemi, kalem tarif edemez. Bu sevgi, menfaat sevgisi değil, Allah sevgisidir.

“Aşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır. Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar. Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak arayanlara bir şahit olmuştur. Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör der. Feleğin, o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme.” (Mesnevi, VI/910)

“Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara. Allah’ın zatından da uzak olduğun için onu Peygamberlerle mucizelerden bilebilirsin. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz Pirlerden gönüllere akseder. Onların gönüllerinde yüzlerce hazır kıyamet vardır… En aşağısı şudur: Komşuları sarhoş olur. Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Allah ile düşüp kalkıyor demektir.” (Mesnevi, VI/1298)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (183)

Bu dünyanın kanunu nedir? Cennet ve cehennem nedir? Dünya, cennet ve cehennem üçgeni içinde aşk nerededir?

Cennet ve cehennem dedikleri bu dünyadır. Biz dünyaya nasıl bakarsak öyle görürüz; bu büyük bir kanundur. Ama o yine bir şey değil. Ondan daha büyük bir kanun var: AŞK. Dünya nedir ki, şöyle bakmışsın, böyle bakmışsın… Şu insanlar aşkı ne zaman görecekler? Ne zaman bilecekler? Allah’ın zat’ında kaybolmayan kimse, daimi cehennemdedir. Bu cehennemin odunu, gurur ve arzularıdır. Vücut hapishanesinden çıkanlar için, azap kalmaz. Bunları temizleyecek yegâne şey aşktır. Aşka düşen, dünyanın altında kalmaz, üstünde gezer.

“O Pir sana gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun için yüzlerce kıyamet var. Cennet, cehennem.. hepsi onun cüzileri. Ne düşünürsen, O, o düşünceden de üstün. Ne düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye sığmayan yok mu? İşte Allah odur. İçinde kim olduğunu biliyorsa, evin kapısındaki küstahlık neden? Ahmaklar Mescidi ulular da, gönül ehlinin gönlünü yıkmaya çalışır. Halbuki o mecazidir be eşekler, bu hakikat. Uluların gönülden başka Mescidi yoktur. Herkesin secdegâhı olan velilerin gönül mescitlerinde Allah vardır.” (Mesnevi, II/3105)

Kalbimizde kandil halinde yanan ‘Aşk’ı güneş haline getirmelidir. Aşk daima büyür, hiç zeval bulmaz. Diğer tabiat maddelerine benzemez. Onlar büyüdükten sonra ölürler; aşk ise ebediyen büyür, ölümsüzdür.

“Subhu sadıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki. Bu sabır ve sebatla şu yedi renkli zâhiri gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.” (Mesnevi, II/755)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (182)

Peygamber Efendimizin, Kur’an-ı Kerim’de bahsettiği Cebrail, bir diğer adıyla Cibril Emin akıl mıdır?

Peygamberin ‘Cebrail’ diyerek anlatmak istediği şey akıldır. Akıl o alemde şaşkına döner. O alemin sultanı aşktır. Aşka teslim olup gözümüzü o alemde açınca bir de bakarız ki, ne dediğimiz gibiymiş ne de duyduğumuz gibi. Bir şeyi tamamıyla bilen bir insan için öğrenmek, yani ‘ilim’ denen şey kalır mı? İçimiz yanıp da ‘Ah’ deyince, ilim, bu ‘Ah’ın yani ‘Aşk’ın arkasında ve ona hizmetçi olarak kalır.

“Akıl, bu ne aşktır, bu ne haldir… onun ayrılığına mı şaşmalı, kavuşmasına mı… hangisi daha ziyade şaşılacak şey diye hayran olmuştu. Gök, o anda kıyametnameyi okumuş, saman uğrusuna kadar elbisesini yırtmıştı! Aşk, iki âleme de yabancıdır; aşkta yetmiş iki türlü divanelik var! Aşk, pek gizlidir ama şaşkınlığı meydanda… Padişahların canları bile ona hasret çekmektedir. Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır. Padişahların tahtları, aşka karşı alelade bir tahta parçasından ibarettir. Aşk çalgıcısı, sema vaktinde şunu çalar: Kulluk bir bağdır, efendilik baş ağrısı! Şu halde aşk nedir? Yokluk deryası! Aklın ayağı, orada kırıktır! Kulluk da malûm sultanlık da… aşıklık bu iki perdeden gizli!” (Mesnevi, III/4717)

Aşk her şeyi saran bir kudrettir, vücudu görülmeyen bir kudret… Onun kudreti, yine aşkla görülür. Aşkı olmayan insan aşkı bilemez. Aşk kudreti herkese verilmiştir. Mürşid-i kamilin terbiyesi olmadan insanlar, bu aşk kudretini herhangi bir şeye veya bir eğlenceye sarfeder, yitirirler; sonra da ‘Allah bize nasip etmemiş’ derler. Halbuki bize verilen bu aşk kudretini, o aşkın kaynağını, hazinesini aramak için sarfedersek, aradığımızı mutlaka buluruz. O hazineyi bulup orada yok olmak en büyük devlettir. Bizi bu aşka ancak tefekkür götürür. Tefekkür bize yokluğumuzu, hiçliğimizi öğretir.

“Evi yık! Hazine, ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele geçmesine çare yok, evi yıkmaktan ürkme, durma! Çünkü bu hazinenin ele geçecek bir parasıyla zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev yapılabilir. Nihayet bu ev zaten viran olacak, altındaki hazine de apaçık meydana çıkacak! Fakat o vakit hazine senin olmaz, çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma ücretidir.” (Mesnevi, IV/2540)

“Kendine gel ey katra da bu şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol! Böyle bir devlet, kimin eline düşmüştür! Bir deniz, bir katrayı dilemekte, istemekte! Allah hakkı için Allah hakkı için çabuk sat ve satın al… bir katrayı ver, incilerle dolu denizi elde et! Allah hakkı için, Allah hakkı için hiç geciktirme… bu söz, lütuf denizinden gelmede!” (Mesnevi, IV/2620)

Bizim yapmamız gereken, ahlakımızdaki kirleri, kibri, buğzu, yalanı, riya ve hasedi temizlemektir. Çünkü zevk-i ilahi, bunların arkasındadır. Ama bunların hepsine galip olan aşktır. Onlarla mücadeleye gücümüz yetmez. Aşk için yalvaralım. Ne diyor bir Tanrısal ilham? “İmdat senden, ya Hazreti Aşk, yetiş!”

“Ma remeye iz remeyte; iyi bil. Canın nesi varsa canlar canındandır. Elini tutan, yükünü yüklenen odur. Her an, her nefes, o anı, o nefesi ondan um! Onun feyzine geç mazhar olduysan gam yeme. Bilirsin ki ihmal etmez, imhal eder. Allah rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an seninledir. Bu vuslatın, bu muhabbetin şerhini duymak istersen adamakıllı düşünerek ‘Vedduha’ suresini okuyuver!..” (Mesnevi, II/2530)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (181)

İlmin, aşk ile bir bağlantısı var mıdır? Aşka ilim yoluyla ulaşılabilir mi?

Ateş, ancak diğer bir ateşten yanar. İlmin bir hududu vardır; ama aşk, insanı alır götürür. Aşkla tepeye çıkan kişiye, ilmin ne lüzumu var. İlmin menbağı akl-ı cüz, aşkın menbağı Akl-ı Küll’dür.

İnsanı Allah’a aşktan başka hiç bir şey götüremez. Her varlık bir koruyucu ister. Aşkın hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Aşk ebedidir; yıkılmaz, geçmez, karanlık kabul etmez. Daimi bir şefkat lambasıdır aşk. Aşk, karanlıksız, gecesiz bir gündüzdür. Gündüz bile karanlık vardır da, aşkta yoktur. Gündüzün bir mağarada karanlık vardır ama, aşkın ışığına hiçbir şey engel olmaz.

“Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin? Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup, ya Rabbi, o karaltıyı gider, yine nurunu ver demez misin? Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağın, yahut aman dileyeceğin güneş nerede? Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur… halbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur. Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun! Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim… bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen! Onun, temiz ruhtan başka doğuşu… yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz. Gündüz, onun doğduğu zamana derler… geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz. Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür! Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır! Arşın nuruna… arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!” (Mesnevi, IV/579)

Mananın da çağları var. Tabiatın mevsimlerine benzeyen mevsimleri var. Mana mevsimleri aşkla terbiye edilirse, Tanrı ilhamları meydana geliyor ve Tanrı ilhamları, büyük bir bulanıklığı parçalaya parçalaya yürüyor. Çünkü toplumumuza bu aşk gerektiği kadar aşılanmamış.

“Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın! Çünkü gönül cevherdir.. söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, âriyettir,maksat cevherdir. Mânası gizli kapalı, yahut başka olan bu çeşit lâflar, ne vakte kadar sürecek? Yanıp yakılmak isterim ben, yanıp yakılmak. O ateşe düş! Canda sevgiden bir ateş tutuşur.. düşünceyi, sözü, baştanbaşa yakıver! Ey Musa, edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış Aşıklar başka…” (Mesnevi, II/1760)

İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur: Kül rengi… Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder.

“Öküzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara! İyi renkler, temizlik küpünden hasıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir. O latif rengin adı ‘Sıbgatullah- Tanrı boyası’ dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lanetidir. Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır. Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşka karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!” (Mesnevi, I/ 765)

Bizler, o ‘Kudret’e arzusuz ve emelsiz teslim olmalıyız. Aşık’ın yanıp kül olmaktan başka hiçbir arzusu yoktur, olmamalıdır. Cenab-ı Mevlana: “Aşk okullarda öğrenilmez” der. Aşk gözden doğar. Sevgi ile aşk aynı değildir. Aşk insanı deli eder, akıl bırakmaz. Aşık gece gündüz hep Sevgilisini düşünür.

“Aşık, yaşarsa Allah için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir. Bu ahlak, ona ezelden verilmiştir; gözü sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş aydın olmuştur.” (Mesnevi, III/1910)

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (180)

Aşkta korku var mıdır? Korku neden kaynaklanır?

Ne kadar öğrensek, ne kadar bilsek, her şey yanıltabilir bizi. Aşk olmazsa insanı çoluğu çocuğu bile yanıltabilir. Aşk olursa, bütün dünya gelse yanıltamaz. Külün bir daha ateşte yanmadığı gibi, insan da aşkta fani olmuşsa, ne kendi aklına ne de başkasının aklına aldanmaz. Korkak olan akıldır. Aşk hiç korkar mı? Aşk hizmetçi değil, sultandır. Herkes ve herşey onun hizmetçisidir.

“Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, aynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, âşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne galip gelemez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder. Tanrı’nın doğruluk makamında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!” (Mesnevi, I/3492)

Bir insan Allah’ı sevdikten sonra, Allah’ta onu sevdikten sonra, korku kalmaz. En büyük bela korkudur. Fakat sevgi tecelli edene kadar korku da lazım. Allah’la dost olmuş bir insana ‘Allah’tan kork’ derlerse, garibine gider. Sevdiğimiz dostumuzdur; korktuğumuz ise düşmanımızdır.

“Hakk’a dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister. Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı? Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun. Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik murat ve maksadı terk etme değil mi? Onun her bir yıldızı yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir. Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk. Ey âşık ! Aşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.” (Mesnevi, I/1745)

Aşkta ‘Celal’ bulunmaz. Aşk daima ‘Cemal’in zat’ıdır. Aşkın yabancısı yoktur. Aşk, herkesle herkestir; kucağını herkese açar. Ebedi hayatın menbağı aşktır. Aşk öyle bir şeydir ki, hayata da muhtaç değildir. Hayatı olmayanın korkusu da olmaz. Korku, hayatın bekçisidir. Zerre kadar korkusu olan aşık değildir. Hayat dediğimiz zaman, ölüm de onunla beraberdir. Aşk ise ölümsüz bir hayattır.

“Kötü yürekliler, korkularından savaşta kaçma sebeplerini ele alırlar, onlara yapışırlar. Cesur erlerse yine can korkusundan düşman saflarına hücum ederler. Korku ve tasa Rüstem’leri ileri götürür… o kötü yürekli korkaksa korkusundan olduğu yerde ölür gider. Belâ ve can korkusu mihenktir… onun içindir yiğitler, tehlike anında korkaklardan ayırt edilirler.” (Mesnevi, IV/2916)

“Ölümü içenler, onun aşkiyle dirildiler; gönüllerini candan da çekmişlerdir, abıhayattan da. Aşkının suyu mademki bize el verdi, abıhayatın bizce hiçbir değeri yok artık. Her can, abıhayattan diridir. Fakat abıhayatın suyu da sensin. Her an bana bir ölüm, bir haşir verdin de o keremin neler yaptığını gördüm. Senin yeniden dirilteceğine güvenim var; o yüzden bu ölüm, bana uyku gibi görünmede ey Tanrı. Her an yedi denize de serap olsa ey suyun suyu, sen onu kulağından tutar, getirirsin. Akıl, ecelden titrer durur, halbuki aşk, neşe içindedir. Taş, toprak parçası gibi yağmurdan korkar mı hiç?” (Mesnevi, V/4220)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (179)

Hazreti Mevlana’nın aşkın kemali olduğunu söylediniz. Hatta Hazreti Mevlana’nın bir ismi de ‘Aşk Peygamberi’. Siz de O’nun bendesi olarak bizlere aşkı anlatır mısınız? Aşkın, bir insanda kemal bulması ne anlama gelmektedir?

Aşk, Allah’ın elidir. Aşk’a tutulan, Allah’a tutulmuştur. Aşıklık, kendi varlığından, benliğinden söz etmemektir. Daima bir aşıkla düşüp kalkmak ve daima aşıklığı seçmek gerektir. Aşık olmayanlarla bir dakika bile beraber oturmak haram sayılır. Allah herkese ‘Aşık olun’ diyor, o yolu bizlere açıyor. Ama bu nimeti istemeyenden de derhal alır.

“Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti. Ey âşık! Aşk, Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış! Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.” (Mesnevi, I/25)

Hazreti Mevlana’ya, ‘Aşkı bize söyler misin, aşk nasıldır?’ diye sormuşlar. ‘Nasıl söyleyeyim, benim gibi ol da anla’ demiş. İnsan kolay kolay duygusunu ortaya koyamaz, o duygu onu alır, başka alemde tutar. Onun için tatmayana aşkı anlatamayız. Kim tatmışsa aşkı, onunla rahat konuşulur. Akıllıda akıl bırakmaz, akılsızı da akıllı yapar. Tanrı herşeyin üstündedir. Kişi ona yönelirse o aşkla üstünden gaflet gider, Hakk’ın güzellikleri aşıkta görülür.

“Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… akibet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır.” (Mesnevi, I/ 110)

Aşk her şeyin aslıdır. İlimleri doğuran, akılları ihya eden aşktır. Hazreti Muhammed Efendimizin bir diğer adı Habibullah’dır, yani Allah’ın sevgilisi. Herşey sevgiye, aşka, imana, kendini sevdiğin yere perçinlemeye dayanıyor. Bunları yapabildin mi, sende Hakk’ın güzellikleri meydana tecelli etmeye başlar. Biz en son yaratıldık ama, Yaratan da bizde yaratıldı.

“Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin! Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.” (Mesnevi, I/120)

İçimizdeki varlık ‘Ve nefahtü fihi min ruhi – Kendi ruhumdan üfledim’ gıdasını alır; aldıkça iştahı artar. İşte bu iştaha ‘aşk’ denir. Aşk insanın gönlüne hem gözden, hem de kulaktan girip doğabilir. Aklın sabahına ulaşmak için gönülü illa bir ‘Gönül’e katmak lazım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez.

“Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı! Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün. Onu anlamanın âfeti, sözdür, haldir; kanı kanla yıkamanın imkânı yok! Ben, onun sevdalılarının mahremiyim… gece, gündüz kafes içinde ondan bahsetmedeyim!” (Mesnevi, III/4725)