MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (178)

Hazreti Mevlana’nın eseri Mesnevi-i Şerif hakkında bugüne kadar farklı yorumlar yapılmıştır. Bazılarına göre Mesnevi, Kur’an-ı Kerim’in tevili niteliğindedir; fakat bazılarına göre de Mesnevi’yi Kur’an-ı Kerim’in tevili olarak görmek tamamen aykırı bir davranıştır. Siz, Hazreti Mevlana’nın manevi temsilcisi olarak bu konuya nasıl bir açıklık getirmek istersiniz?

Evet, herşeyde olduğu gibi bu konuda da fikir ayrılıklarının olması kaçınılmazdır ve çok doğaldır. Fakat bize göre Mesnevi, Kur’an ayetlerinin aşkla yapılmış yorumlarıdır, tevilidir ve insanı insana anlatır, kesinlikle insan dışında değildir.

“Mana denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki her an Mesnevi’yi, ancak ve ancak mana denizi göresin. Yel, derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır.” (Mesnevi, VI/65)

Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i yazdıktan sonra istihareye yatmıştır ve Peygamber Efendimiz, daha ilk akşam onun manasında tecelli ederek, Mesnevi’yi eline almış ve gülümseyerek, “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, böyle bir eser yazmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime sun, mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif, insan toplumuna sunulmuştur.

“Mesnevi’nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur. Allah da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.” (Mesnevi, VI/655)

Hazreti Mevlana, bir beyitinde şöyle der: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişilerden de, onların sözlerinden de bizarım.”

Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevilidir ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet göstermiştir. Muhammed Mevlana’mız, Hazreti Resulullah Efendi’mizin bendesi olarak, onun iç alemini en güzel şekilde keşfetmiş, O’nu yaşadığı devire göre taşımış ve bütün insanlık alemini kucaklamış, dinlerde ayrım yapmamış, hepsini bir görmüş, birlikten söz etmiş ve ikiliğe hiç yer vermemiştir.

“Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevi de yokluk dükkanıdır oğul. Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.” (Mesnevi, VI/1525)

Hazreti Mevlana kadar sevgiden, aşktan ve birleyici sözlerden konuşan bir mütefekkir daha dünyaya gelmemiştir ve gelmeyecektir. Bugün bütün insanlık alemi Pirimiz Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı çok sevmektedirler, çünkü onun sevgi dolu sözleri bütün insanlığa etki etmiş ve ona gönül verenlerin kalblerine huzur ve sükunet bahşetmiştir.

“Sen Mesnevi’de ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir.” (Mesnevi, VI/70)

Hazreti Mevlana’ya saygı Hazreti Muhammed’e saygı demektir. Neden? Çünkü Peygamber Efendimizin yaşadığı devirde toplum çok cahildi ve O, bu nedenle topluma iç alemini açamamıştı. Ama Hazreti Mevlana hem Peygamber Efendimizi hem de O’nun kitabı Kur’an-ı Kerim’i en güzel şekilde dile getirmiş; hatta gerektiği yerde, toplumun bilgilenmesini istemeyen kişilere rağmen, hiç çekinmeden hakikatleri konuşmuş ve hiçbir zaman iman ettiği yerden taviz vermeyerek daima insanları aydınlığa davet etmiştir.

“Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur’an’dan ‘Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar’ âyetini okuyun!” (Mesnevi, V/3820)

Hazreti Mevlana’mız, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmış ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben manayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi…”

“Bil ki Kur’an’ın bir zâhiri var… zâhirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var. O bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir. Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi! Kur’an’ın zâhiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!..” (Mesnevi, III/4244)

Gönüller sultanı Hazreti Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir…

Hazreti Mevlana aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile yüceliği öğreten bir hal abidesidir. Peygamber-i Zişan’ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.

“Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti.” (Mesnevi, VI/751)

O’nun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj aşk, sevgi ve birliktir. O, bir Veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş; bir Pir, bir Mürşid olarak insan kalbini saflaştırmış; bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin temsilcisi olmuştur. Onun içindir ki hangi alim Mevlana’yı tanısa yücelmektedir. O’nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır. O, hiç bir şeyi inkar etmez ama her şeyi birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, herşeyin Allah’ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal olarak yansıtır.

“İnsan yaratılmışların en şereflisidir” düsturuyla her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hazreti Mevlana sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.

“Sanır mısın ki Mesnevi sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın! Yahut hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin ağzına gelsin! Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir… dışyüzünü duyarsın, iç yüzünü değil! Bir güzel, başına, yüzüne çarşafını örtmüş, senden yüzünü gizlemiş! İnadından Kur’an, sana nasıl gelirse Şehname yahut Kilile ve Demine de öyle gelir! İnayet sürmesi gözünü aydınlatır, açarsa doğrucuyla mecazı o vakit ayırt eder, anlarsın!” (Mesnevi, IV/3459)

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (177)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Mesnevi’yi okuyan benimle sohbet etmiş gibidir. Yani Mesnevi ona mürşidlik eder.” Fakat başka bir yerde de Hazreti Mevlana diyor ki: “Temiz olmayanlar bu Mesnevi’den bir şey anlamazlar.” Yine bir başka sözü daha var, o da şu: “Bizi öldürmek isteyenler bizde dirildiler.” Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Benim eserim Mesnevi’yi elinize alıp okumaya başladığınızda benimle konuşmaya başlarsınız. Fakat okurken kulaklarınızın işiteceği kadar sesinizi yükseltin ki, o zaman sizin dilinizden sanki ben konuşmuş gibi olurum ve siz de dinlemiş olursunuz. Eğer sessiz okursanız, o sırada aklınız başka yerlere kayabilir ve siz birçok şeyi kaçırmış olursunuz.”

“Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta… Kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte. Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Alemin bağları, bostanları onun fer’inden ibaret. Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi, hemen ‘O, bahçelerin inişlerinde nehirler akar’ ayetini oku artık.” (Mesnevi, II/2452)

Fakat Mesnevi okuyanların bir kısmı da vardır ki, okurlar ama birşey anlamazlar. Neden anlamazlar? Çünkü kitab sahibini tanımamaktadırlar. Tanımadıkları için de Mesnevi’yi sanki bir masal kitabıymış gibi okurlar. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim de birçok kimse tarafından masal gibi, bir kuru bilgi gibi okunmaktadır. Neden? Çünkü Peygamber Efendimizle duygusal bir bağ kurmuyorlar. Eğer O’nunla aşk ile muhabbete girilmiş olsaydı, o zaman Kur’an, o kişilerin dilinde bambaşka bir hale bürünürdü.

“Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. Yanmadıkça o bilgi, Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal. Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.” (Mesnevi, II/860)

Aşk ehli birini çok sevdi mi, sevgilisinin o yüce sözlerini sayısız manalara yönlendirir. Ama sevgisi, aşkı yoksa ve Peygamberimizi bir elçi olarak görürse, o takdirde yapılan tefsirler kuru bir mana taşırlar ve okuyan kimselere de pek bir fayda sağlamaz.

“Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı. Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın. Bu kapının afeti, heva ve şehvettir. Yoksa burada daima şerbetler içilir durur. Bu ağzı kapa da o âlemi gör. O aleme gözbağı, boğaz ve ağızdır.” (Mesnevi, II/8)

Bakın Hazreti Mevlana şöyle bir hikaye anlatır: “Aşığın biri, bir gün sevgilisiyle buluşuyor ve onun için o güne kadar ne hizmetler yapmış ise hepsini birbir anlatmaya koyuluyor. Hatta onun için namusundan da olduğunu söylüyor. Sevgilisi de sessizce dinliyor ve aşığı sözünü bitirince ona dönüp: “Eğer söyliyeceklerin bittiyse şimdi ben de sana şunu söylemek istiyorum: Evet, benim için bunların hepsini yaptın, ama tek bir şey yapmadın…” Aşığı soruyor: “Nedir o yapmadığım?” Sevgilisi ona şu cevabı veriyor: “Benim için ölmedin! Bana karşı hala tam bir teslimiyetin yok ki, böyle konuşuyorsun.”

Bu yol, yani insanlık yolu, çok ince bir yoldur. Şimdi sorduğunuz sorudaki, Hazreti Mevlana’nın, “Beni öldüren bende dirildi…” diye buyurmuş olduğu sözüne gelelim: En başta nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır. Evet, düşmanımızdır ama, eğer biz ona uymazsak, o bize uymak zorunda kalır ve en sonunda tamamen güzel bir hale gelerek dirilişe ulaşır.

“Ölümünden uzun bir ömür isteyip dur! Nefsinin ‘Bu kötü’ dediğine kulak asma. Çünkü onun işi hep zıddınadır. Onun dediğinin zıddını yap. Alemde Peygamberlerin de vasiyetleri böyledir. Sonun da az pişman olasın diye yapacağın işlerde müşaverede bulunmak vaciptir.” (Mesnevi, II/2265)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (176)

Türbe-i Saadet

Hazreti Mevlana’nın felsefesinin tamamen insan ve ilahi aşk üzerine olduğunu biliyoruz. Bizi bu konuda aydınlatır mısınız Hasan Dede?

Günümüze kadar insanlık bir çok keşfe sahip olmuş, bilim ve teknolojide büyük atılımlar yapmıştır. Fakat insan sorunu düşünce açısından açıklığa kavuşmamıştır. Hazreti Mevlana yedi yüz yıl önce bu düşüncesini dile getirmiş, adeta insanın nasıl yüce bir varlık olduğunu bize anlatmıştır. İnsan öteki varlıklardan farklı olduğunu şöyle dile getirmiştir: “Kimim ben? Niçin bir sürü vesveseler içindeyim? Neden oradan oraya sürüklenip duruyorum? Fezalardaki birisi miyim ki burçtan burca geçer, ağlar, gülerim. Bazen yanan ateş, bazen coşan sel olurum. Ne asıldanım, ne fasıldanım, hangi pazarlarda satılırım. Bazen içi daralmış hüzünlüyüm. Bazen bu halden de uzağım ve en yüksekten de yükseğim.”

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 4)

Hazreti Mevlana’ya göre her insanın ayrı bir özelliği vardır. Herkesin mizacı, yapısı ve tutkuları değişiktir. Ancak insandaki aşk Tanrısal bir yetenektir. O herkeste ortaktır. Aşkla varlığın hikmeti düşünülür, bedenin tutkuları dizginlenir. Tanrı sevilir. Barış, sevgi ve dostluk duyguları egemendir. İnsan hayatına aşkın buyrukları egemen olursa, davranışlar erdemli olur. İnsanı yücelten aşktır.

“Rabbin balarısına şöyle ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları kovanlardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarına gir. Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibret vardır.” (Nahl, 68-69)

Hazreti Mevlana bir rubaisinde şöyle sesleniyor: “İnsanlar sayılıdır, çoktur amma iman birdir. Cisimleri çoktur ama canları birdir. İnsanda, eşeğin anlayışından başka bir akıl, başka bir can vardır. O dem’e erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişilere insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur. Sen bu birliği dışarda arama. Bu hayvani can ekmek yese, insani ruhun karnı doymaz. Bu yük çekse o kırıntı çekmez. Hatta onun ölümüyle bu hayvani can sevinir, neşelenir. İnsani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de kıskançlığından ölür. Kurtların köpeklerin canı hep ayrı ayrıdır. Bir olan ise Tanrı aslanlarının canlarıdır.”

“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf, 13)

Mevlana’ya göre insan sorumluluk taşıyan bir varlıktır, yaratılmışların en şereflisidir. Yüce Mevlana yine şöyle seslenir: “Burada gizlenmiş birisi var. Eteğimi tutuyor. Kendisini gizlemiş, beni öne sürüyor. Şeker kamışında şekerin gizlendiği gibi gizlenmiş. Gönlü hastalanan ben, hiç kimseden bir derman bulmadım. Şimdi anladım ki meğerse o dert benim dermanımmış.” Mevlana’ya göre insanın asıl varlığı Tanrı katında ve zatında idi. Sonra bu aleme gelerek bir çok derecelerden geçti. İnsan düşünen ve her şeye anlam veren bir varlıktır. Hepsinden de önemlisi, insan, kendi nefsini dizginleyerek Tanrı’ya ulaşmak için O’nda yok olma şerefine ulaşabilen varlıktır.

“Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyseniz düşünün ki, hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra da az bir sudan, sonra bie “alaka”dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir “mudga”dan yarattık ki, size kudretimizi apaçık anlatalım. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra da akıl, temyiz ve kuvvette tam gücünüze ulaşmanız için sizi kemale erdiriyoruz. İçinizden ölenler olur. Yine içinizden bir kısmı da ömrün en düşkün çağına ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hale gelsin. Yeryüzünü de ölü, kupkuru görürsün. Biz onun üzerine yağmur indirdiğimiz zaman kıpırdar, kabarır ve her türden iç açıcı çift çift bitkiler bitirir.” (Hac, 5)

“Allah, ölen insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Zümer, 42)

“O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye layık olandır.” (Şura, 28)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (175)

Hazreti Mevlana’ya göre irşad nedir? Kutub kimdir?

Hazreti Mevlana’ya göre irşad, kamil yani olgun insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili Mesnevi’nin birinci cildindeki sözleri önemlidir: “Her devirde peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete dek sürüp gider. Diri ve faal imam o velidir. İster Ömer soyundan, ister Ali soyundan her şey onun hükmündedir. Hem gizlidir, hem göz önünde. O, nura benzer. Akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağıda olan veli ise onun kandili gibidir. Bundan daha aşağı olan Veli ise kandilin konulduğu yerdir. İleridekiler geridekileri görürler, fakat geridekilerin görüşü ileridekileri göremez…” der.

“Benim velim, Kitab’ı indiren Allah’tır. O, bütün salihlere velilik eder.” (A’raf, 196)

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: O, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerine nurdur o. Allah, dilediğini kendi nuruna iletir. Allah, insanlara misaller verir. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.” (Nur, 35)

Ve Kutb’un; insanların gözbebeği olduğunu, onu aramak gerektiğini anlatır. Yine Mesnevi’de Kutup için “O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığı ile geçinir. O akla benzer, halksa onun uzuvlarıdır. Kutup kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde. Hatta o, işte O’ dur! Güneş, yüzünü insan sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver!.. İnsanı gerçeğe, yani hakikatine götürecek bir kılavuz gerektir. Musa bile Hızır’ın hükmüne girdi de hakikate erdi. Zaten bütün dünya, o tek kişiden ibarettir.”

“Güneş’e ve onun aydınlığına andolsun.” (Şems, 1)

“Onların içinde nasıl Ay’ı bir ışık, Güneş’i de bir kandil yapmıştır.” (Nuh, 16)

“Güneş’in doğduğu yere ulaşınca onu, kendileriyle Güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.” (Kehf, 90)

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz Güneş’i gölgeye delil kıldık.” (Furkan, 45)

Hazreti Mevlana’nın yolu aşk ve edeb yoludur. Hakk yolunda olduğunu söyleyip, bu yolun gerektirdiği edebi yerine getirmeyen, benliklerinde kalan kişilere, söylediği şu sözler ile Hakk yolunun tamamen edepten ibaret olduğunu belirtir: “Efendi! Bilmiş ol ki edeb, insanın bedenindeki ruhtur. Efendi! Edeb, hak erinin göz ve gönlünün nurudur. Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç ve gör, şeytanın katili edeptir. İnsan oğlunda edeb bulunmazsa o insan değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark edebdir. İman nedir diye akıldan sordum. Akıl, kalbimin kulağına seslenerek, iman edeptir dedi.”

“Müminler içinde edeb dışı sözler bulmasını arzu edenler için muhakkak dünya ve ahirette elim bir azab vardır ve siz bilmediğiniz halde, Allah bilir.” (Nur, 19)

“Fakat iman edip salih ameller işleyenler ve Mevlâlarına edeb ile gönülden itaat edenler işte onlar cennet ehlidirler ve hep orada kalacaklardır.” (Hud, 23)

“Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Bakara, 208)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (174)

Bizlere Hazreti Mevlana’nın din anlayışından bahseder misiniz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana insanlara bir gözle bakan, sevgiyle dolu olan ve dinsel hoşgörüsü olan bir düşünürdür. Bakınız bu konuda ne demiştir: “Ey Müslümanlar! Ne yapayım ki ben kendimi bilmiyorum. Ben ne Hıristiyanım, ne Yahudi, ne Ateşperest, ne Müslümanım.”

“Şüphesiz Allah katında din İslam’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler.” (Al-i İmran, 19)

“Şüphesiz bu tek bir din olarak sizin dininizdir. Ben de Rabbinizim. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının. İnsanlar, dini kendi aralarında parça parça ettiler. Her grup kendinde bulunan ile sevinmektedir.” (Müminun, 52-53)

Hazreti Mevlana, bu ifadesiyle inkarcılığı değil, Tanrı önünde duygulanmanın önemine dikkati çekiyor. Dinlerin amacının birliğini vurgulamak istiyor. Başka bir ifadesi de şöyledir: “Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinler. Biz iki yüz millet ve mezhebi tek perdede birleştiren ney gibiyiz.”

“Yeryüzünü pınar pınar fışkırttık. Derken sular takdir edilmiş bir iş için birleşti.” (Kamer, 12)

Hazreti Mevlana, daima yardımlaşmadan ve zayıfları düşünmeden yana olduğunu şu beyitleriyle dile getirir: “İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki, can meydanında yeşillikler bitsin. Ağlamak istersen göz yaşı dökenlere acı. Merhamete nail olmak istersen zayıflara merhamet et.”

“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” (Hadis-i Şerif)

“Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsra, 24)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (173)

İnsan bu dünyada neyi aramalıdır Hasan Dede?

Aslında herkes hakikati aramaktadır. Aranan, arayanla beraberdir; aramayandan ise çok uzak. Allah insanları kendinden yarattı. Bu insanlık içinde bir insan var, iş onu bulmada.

“Allah, Muhammed’den şöyle seslendi: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İştirim ve görürüm.” (Ta Ha, 46)

İnsan, ne kadar zeki olursa olsun, kendi aklıyla ne kadar düşünse noksandır. Allah’ın aklıyla düşünürse, her şeyi çevreler o zaman. İnsan aklını aslına kavuşturabilirse, yani Allah’tan geleni Allah’a teslim edebilirse, işte o zaman kendi vücudunu idrak edebilir. Yoksa beşer akıl, insan vücuduna eremez.

“O, önlerindekini ve arkalarındakini (dünyadaki ve ahiretteki durumlarını) bilir. Onların bilgisi ise Rahman’ı kuşatamaz.” (Ta Ha, 110)

Allah, insan vücudunu eksiksiz yaratmıştır, sonra da gelip içine oturmuştur. O beden, kendisine mahsustur, kendisine tabi olmuştur. Öyle yüksekten bakar ki, ay, yıldızlar, güneşler hep aşağıda kalır. Hiçbir mahluk onun nazarından kaçamaz. Ne fiilini, ne malını, ne kalbindeki sırlarını O’ndan gizleyemez insan. Biz işte böyle nurdan bir sarayda oturmaktayız. Biz o bina değiliz; o Sultanla beraberiz.

“Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Allah’ın emri bunlar arasından inip durmaktadır ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talak, 12)

 

Peki insanın yaratılışındaki sır nedir?

Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “İnsan önce cansızlar alemine gelmiş, sonra nebatlar alemine düşmüştür. Fakat yıllarca nebatlar aleminde ömür sürdüğü halde cansızlar ülkesinde olduğunu hatırına bile getirmemiştir. Nebatlıktan hayvanlığa düştüğünde bile nebat halini hatırlamaz. Yalnız yeşile karşı eğilimi vardır. Hele bahar geldi mi, çiçekler açtı mı? Hani yeni derviş de yüceliğe eğilim duyar ya. Çünkü; bu cüzi akıl, o külli akıldır. Bu gölgenin hareketi, o gül dalının hareketindendir. Nihayet gölgesi, onda yok olur da sırları bilir, anlar. Ağaç oynamadan o dalın gölgesi nasıl oynar. O yaratıcı onu hayvanlıktan insanlığa çeker çevirir. Böylece gide gide nihayet insan aleminde akıllı, bilgili ve yüce bir hal alır. Fakat önceki akılları hatırlamadığı gibi, bu akıldan da geçip değişeceğini aklına bile getirmez. Nihayet bu akıldan da kurtuldu mu, yüzbinlerce şaşılacak güzellikler görür.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (172)

Tasavvufta Hakk’a ulaşmanın manası nedir Hasan Dede?

Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Yağmur yağarken gökten düşen damlaları eğer denize düşerlerse onları denizden ayırabilir misiniz? Hayır, ayıramazsınız. Peki damlalar toprağa düşerse ayırabilir misiniz? Hayır, onları da ayırmazsınız. Deniz düşen damlalar deniz olur, toprağa düşen damlalar çamur olur.” Bizler de burada birer damlayız, attık kendimzi denize ki, Hakk ile Hakk olalım. Eğer toprağa atsaydık kendimizi, ayak altı olur giderdik.

“Allah, insanı bir damla sudan yarattı. Böyle iken bakarsın ki o, Rabbine açık bir hasım kesilmiştir.” (Nahl, 4)

“Ey Muhammed! Onlara dünya hayatının örneğini ver: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirne karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgarın savurduğu kuru bir çerçöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.” (Kehf, 45)

Hazreti Mevlana, dervişlerine dünyanın hakikatte ne olduğunu göstermek için onları şöyle bir imtihana tutmuştur: Yağmurlu bir günü seçti ve aynı gün de Konya’nın pazarı olmasına dikkat etti. Dervişleriyle beraber pazara geldi. Daha önceden sarrafta bozdurduğu altınları da yanına aldı. Bütün pazarcılar Mevlana’yı görünce çok şaşırdılar, acaba ne alışveriş yapacak diye meraka düştüler. Mevlana o sırada elini cebine attı ve bir avuç altını etrafındakilere göstererek sordu: “Ey ahali, bu elimde tuttuğum nedir?” “Altındır” dediler. Mevlana, “Tamam o zaman, haydi yağma edin” dedi ve elindeki altınların hepsini çamura attı. Bütün pazarcılar bıraktılar tezgahlarını, altınları toplamak üzere hepsi birden çamura daldılar. Üstleri başları çamur içinde kaldı. Kimisi altınları buldu, kimisi bulamadı. Sonra Mevlana topladı bütün dervişlerini ve hep beraber tekkeye döndüler. Tekkeye vardıklarında onlara sordu: “Evlatlarım, bugünkü imtihandan hiç bir ders aldınız mı?” Hepsi sustular, bir şey diyemediler. Aralarından biri, “Eğer siz anlatırsanız daha iyi olur, bizler yanlış bir şey konuşmayalım” dedi. İşte Mevlana onlara şu açıklamayı yaptı: “Pazarcıları gördünüz, hepsinin üzerlerinde belki 1 ya da 2 liralık elbiseler vardı. Bir parça altını almak için kendilerini çamura attılar. Sahip oldukları o 1-2 liralık elbiselerini de berbat ettiler. Eğer o anda Padişah, yani Allah, onları sarayına çağırmış olsaydı, üstlerindeki o çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna çıkabilirler miydi? Hayır , tabii ki gidemezlerdi. Bir insan çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna nasıl çıkabilir? Çıkamaz. İşte sizlerin de gönlünüzde dünya varsa, ya da bir dünya ehli, Allah sizi huzuruna kabul etmez, tekrara gerisin geri gönderir.”

“Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 86)

“Şüphesiz inkar edip kafir olarak ölenler var ya, dünya dolusu altını fidye verseler bile bu, hiçbirisinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Al-i İmran, 91)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (171)

Hazreti Peygamber Efendimizin biz sözü vardır: “Namazı terkedenin İslam’dan nasibi yoktur.” Bununla ilgili bize ne söylemek istersiniz Hasan Dede?

Eskiden büyüklerimiz namaz kılmaya gidiyorum demezlerdi, huzura çıkmaya gidiyorum derlerdi. Kimin huzuruna çıkıyorlardı? Hazreti Muhammed’in… Namaz kılmak, kabullenmektir, “Seni kendime mihrab kıldım” demektir. Huzurda duran kişinin gönlünde Hazreti Muhammed Efendimiz yok ise, onun kıldığı namaz boş sayılır. Peygamber Efendimizin bu sözü söylemesindeki sebep hakikatte bu idi. Bir namaz var, bir de namazın namazı var, o da aşıkların namazıdır. Bakın Hazreti Mevlana, “Mihrabı dost cemali olan kimse için, yüz çeşit namaz, yüz çeşit rüku ve secde vardır” der. Bu konuda Cenab-ı Hakk: “Ne yana dönerseniz Allah oradadır” buyurmuştur. Hazreti Resulullah da: “Namaz müminin miracıdır” buyurmuştur.

“Ey Meryem! Rabbine divan dur, secde et ve O’nun huzurunda rüku edenlerle beraber rüku et.” (Al-i İmran, 43)

“Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine bu ayetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tesbih edenler inanırlar.” (Secde, 15)

Hazreti Peygamber Efendimiz, sadece Müslüman olanların Peygamberi değildir. O, hakikatte bütün alemin Peygamberidir. O, Rahmetellil Alemin’dir. Bundan dolayı bizler hangi milletten olurlarsa olsunlar hiç kimseyi ayrı görmeyiz. Bizde ikiliğe hiç yer yoktur. Fakat malesef bugün Tekbir getirerek kardeş kardeşi öldürmektedirler. Bunlara Müslüman diyebilirler, çünkü şehadet getirmiş ama İslam olmamış. Barışçı değil, kavgacı… İslam olmak ne demektir? Muhammed’leşmek demektir.

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun varlığının ve kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 22)

Ben her zaman şunu derim: İnsanın ölümsüzlüğe yola çıkabilmesi için kendisine bir ölümsüzü bende etmesi lazımdır. Misal olarak, başta Abdülkadir Geylani, Seyyid Ahmed Rıfai, Hoca Ahmet Yesevi gibi bütün evliyalar, Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Kim bu Evliyalardan birine bağlanırsa, Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünü, güzelliklerini ve gerçek kimliğini onlardan öğrenirler. Şimdi Abdülkadir Geylani ve Seyyid Ahmet Rufai Hazretleri aynı devirde yaşamışlardır ama bu zamanda kendi cemaatleri vasıtasıyla zikredilmektedirler. Onlar zikredildikçe Hazreti Muhammed Efendimiz de zikredilmektedir. Hazreti Mevlana da bundan 800 sene önce yaşamış olmasına rağmen O da bugün hala sevenleriyle zikredilmektedir ve zikredilecektir.

İşte bu yüzden bizler ölümsüzleri kendimize dost edindik ki, onlarla birlikte dünya durdukça yaşayalım ve onları yaşatalım.

Hazreti Mevlana diyor Kİ: “Benim bir manevi evladım, bana münacatta bulunursa ben onun yedi sülalesine şefaatçi olurum.” Çünkü şefaat Hazreti Muhammed’e aittir, bizler de O’nun bendesiyiz.

“O gün, Rahman’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Ta Ha, 109)

“Rahman’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.” (Meryem, 87)

Bizler sizleri bu manevi sohbetlerle devamlı irşad etmekteyiz. İrşad ne demektir? Sizi size söylüyoruz. İnsanın ne kadar mukaddes bir varlık olduğunu, Allah’ın katında ne kadar güzel bir kimliğe sahip olduğunu anlatıyoruz. Hakikatte insan, Allah’ın temsilcisidir; paranın pulun temsilcisi değildir. O Allah, güneşle dile gelmedi; o Allah, ayla yıldızlarla dile gelmedi; o Allah hayvanatta dile gelmedi; ancak insan sıfatıyla dile geldi. Bu nedenle, Hazreti Muhammed’i sevmek Allah’ı sevmektir, Hazreti Ali’yi sevmek Allah’ı sevmektir, Piran Efendilerimizi sevmek Allah’ı sevmektir. Piran Efendilerimiz belki kalabalık görünürler ama hakikatte hepsi birdirler. Bakın Şems Hazretleri şöyle buyurur: “Üzümler gibi hepimiz bağda kalabalık görünürüz ama tavada hepimiz biriz. Sayı ortadan kalkar, pekmez oluruz.”

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (170)

Hazreti Resulallah, Veda Haccı’nda iken Hazreti Ali’yi vekil tayin ederek, “Benden sonra Müminlerin Emir’i Ali’dir” diye buyurdu. Hazreti Resulallah’ın, Hazreti Ali’yi vekil tayin etmesindeki sebep ne idi?

İmam Ali Efendimiz doğduğundan itibaren Peygamber Efendimizin hizmetindeydi, O’nun bütün sırlarına vakıftı. Bu sebepledir ki, sahabe içinden ona en yakın olan İmam Ali Efendimiz olmuştur. Peygamber Efendimiz, İmam Ali Efendimizin dışında kimseye de pek güvenmemiştir.

“Biz, en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.” (Saffat, 6)

Peygamber Efendimiz, Vedda Haccı’ndayken Hazreti Ali’yi kendisinden sonra vekil olarak tayin etmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Ali’yi seven beni sevmiştir, beni seven Allah’ı sevmiştir. Ali’ye isyan bana isyandır, bana isyan Allah’a isyandır.”

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran, 31)

“De ki: Peygamber’e itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez.” (Al-i İmran, 32)

Peygamber Efendimizin, bütün diğer Peygamberler arasında bir ayrıcalığı vardı. Henüz bu dünya yaratılmadan evvel O vardı. Yine ilk olarak O’nun nuru bu aleme zuhur etti. Bakın, Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Bu alemde ne görüyorsanız hepsi Allah’ın ailesidirler, sakın hiçbirini hor görmeyin. Birini incittiniz mi Allah’ı incitmiş olursunuz. Birini sevdiniz mi Allah’a karşı saygıda bulunmuş olursunuz.”

“Allah, yeri yaratıklar için var etti.” (Rahman, 10)

“Bütün yüzler; diri, yaratıklarına hakim ve onları koruyup gözeten Allah’a boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen mutlaka hüsrana uğramıştır.” (Ta Ha, 111)

İşte Peygamber Efendimizin bizlere sunduğu hakikatlerin özü aslında budur. Gönüllerde yer alabilmek için kimseyi hor görmemek, herkesi kendinden üstün görmektir. Bakın ne buyurmuştur: “El fakru fahri alem.” Bunun manası şudur: Dünyada ne kadar varlıklar varsa hepsi benden üstündür, ben hepsinden aşağıyım. Eğer bir insan bu şekilde kendisini yokluğa verirse, Yaratıcı’nın bütün varlıkları onda zuhurunu gösterir.

“Göklerdeki ve yerdeki herkes Rahman’a kul olarak gelecektir.” (Meryem, 93)

“Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir.” (Furkan, 63)

Yaratıcı, yani Allah, bütün kainatı yarattı ve en son olarak insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı ve kendi ismini de yine insandan aldı. İnsan, eşref-i mahluktur, çünkü insana, diğer mahluklara verilmemiş olan bir mükafat verilmiştir. Nedir o? Akıl… Cenab-ı Mevlana şöyle der: “Sayısız nimet verildi, bütün nimetlerden en üstün olan akıl, insana verildi. Sen aklını daim bende tutarsan, beni daim görürsün sende.”

“Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz nimetlerin iyi ve temiz olanlarından rızıklanın ve Allah’a şükredin.” (Bakara, 172)

Yani ne kadar istersen zikir yap, ne kadar istersen namaz kıl, oruç tut, zekat ver; gönlünde Hazreti Muhammed yoksa senin bütün ibadetlerin boştur.

“Ey Muhammed! Odaların arkasından sana bağıranların çoğu aklı ermeyen kimselerdir.” (Hucurat, 4)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (169)

Hazreti Mevlana, Mesnevi’sinde şöyle buyuruyor: “Mustafa, çok sıkılıp daraldığında kendisini damdan atmaya kalkardı. Ne zaman öyle bir hal gelirse Cebrail ona yetişir ve, sakın yapma sabret, derdi.” Bunu açıklar mısınız Hasan Dede? Bizler de zaman zaman sıkıntılara düşüyoruz, bu sıkıntılardan kurtulmak için ne yapmalıyız?

Hazreti Peygamber Efendimizin, kendisini Hira Dağı’ndan aşağı atmak istemesinin sebebi çok büyük bir yük yüklenmiş olmasıydı. Kendisine gelen vahiyleri insanların anlamasını sağlamak zorundaydı. Peygamber Efendimizin o hallerinde kendisine en çok yardım eden, onu teselli eden Hazreti Hatice idi. Hazreti Hatice annemiz, Peygamber Efendimizin çok sadık bir eşi ve aynı zamanda en yakın dostuydu.

Hazreti Ali Efendimiz de Hazreti Resulallah gibi aynı yükü taşımaktaydı. Onun da namazını ele alalım: O, daha kıyamda dururken çocuk gibi ağlar, gözyaşları yanaklarından sel gibi akardı.

“O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalblerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin ordular Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih, 4)

“Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih nasip etmiştir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih, 19)

Onların çektikleri bu sıkıntılar Allah’ı yüklendikleri içindi, oysa bizim çektiğimiz sıkıntılar kendimizden haberimiz olmadığımız içindir. İnsanın kalbi bile Allah’ı zikreder, oysa insan başka şeyleri zikretmektedir, kendilerine vakıf değildirler. İşte mürşid-i kamiller de sizi size söylemek için mükelleftirler. Ama sizler buna rağmen hatalara koşarsanız o zaman kimse Allah’ı bundan mesul tutamaz, ancak kendinizi mesul tutabilirsiniz.

“Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkar, başka bir günahkarın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsra, 15)

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 78)

Toplum içinde bazı kişiler birbirlerine kızdıkları vakit, derler, Allah cezanı versin, Allah belanı versin… İşte Hazreti Mevlana’nın buna çok güzel bir cevabı vardır: “Allah, baştan aşağı rahmettir. O, kimseye ceza vermez. Misal isterseniz Hazreti Muhammed’e bakın; Taife halkını İslam’a davet etmeye gittiğinde, halk onu taşa tuttu. Attıkları bir taş alnına isabet etti, dizleri üzerine çöktü, mübarek yüzü hep kanlar içinde kaldı. Hemen o anda içindeki Rabb’i ona şöyle seslendi: “Ey benim Habibim Muhammed! Dile benden ne dilersen, sana yapılan bu cefalara ben tahammül edemiyorum.” Hazreti Muhammed Efendimiz bu sesi duyunca kaldırdı ellerini ve şöyle buyurdu: “Ya Rab! Ben gelmedim bu alemi yok etmeye, ama mademki benden bir şey dilememi istiyorsun, bu Taife halkına hidayet ver de benim ne için geldiğimi anlasınlar.” Taife halkının kendisine yaptığı onca zulüme rağmen Hazreti Muhammed onlar için yine dualarda bulunuyor, isyan etmiyor… O, Allah’ın varisiydi. İnsan suretini giyerek bu aleme geldi ve her türlü işkenceye rağmen hep rıza kıldı.

“Kur’an’ı ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü Cebrail öğretti. O, en yüksek ufukta bulunuyorken surete girip doğruldu.” (Necm, 7)

“Şimdi ise Allah yüküzünü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa ikiyüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde sabırlı bin kişi olursa, Allah’ın izniyle ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 66)

Allah, hepimize akıl vermiştir, bu aklı güzel kullanmak lazım. Yani yorganın dışına çıkmamak gerekir, aksi takdirde üşürsün. Ama insanlar Allah’ın verdiği o akılı güzel kullanmadıkları için ne oluyor? Sıkıntılar başlıyor, yaptıkları işlerde sıkıntılar yaşıyorlar.

“Allah, iki adamı da misal verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür. Nereye gönderse olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adaletle emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu?” (Nahl, 76)