DERVİŞ SIRTINA BASILMAZ…

Her zaman söylerim: Bütün tasavvuf ehlinin Pîri, Hazreti Ali Efendimizdir, en büyük derviş odur. Onun sembolik olarak kimliğini görmek isterseniz, kapının eşiğine bakın; eşiktir Ali; hep secdede durur Hazreti Muhammed’e. Bu yüzden tasavvufta, eşiğe basmak hiç doğru kabul edilmez. Çünkü Ali’nin sırtına basmış gibi olursun.

Mahmut Hüdâyî Hazretleri hayattayken, o devirlerde Ali isminde bir genç delikanlı, sevdiği kızla beraber Sarayburnu’nda deniz gezisi yapıyorlar. Kızın adı da Kösem Sultan.

Bu ikisi gezerken sandalları lodosa tutuluyor, parçalanıyor. Lodos, kızı bir tarafa sahile atıyor, çocuğu da atıyor Üsküdar’a doğru. Çocuk yüzerek çıkıyor Üsküdar’a. Gönlünden geçiriyor, diyor, ‘Dalgalar sevdiğim kızı da götürmüştür; ben artık onsuz yaşayamam, dünya bana zindan, yaşamak bana haram’ ve gidiyor Mahmut Hüdâyî Hazretlerinin dergâhına, ona evlat oluyor ve artık dünyaya veda ediyor. Ama Kösem Sultanı da gönlünde yaşatmaya devam ediyor.

Fakat meğerse, dalgalar atmış Kösem Sultanı da sahile. Harem ağaları bulmuşlar Kösem Sultanı, bakmışlar ki ayın ondördü bir kız. Banyo yaptırmışlar, üstünü başını temizlemişler, çıkarmışlar o devrin padişahı Sultan Ahmet’in karşısına. Padişah tabî kızı çok beğenmiş, hemen nikâh kıymış evlenmiş Kösem Sultan’la ve zamanla aralarında çok güzel de bir sevgi meydana gelmiş.

Şimdi bir gün, Sultan Ahmet alıyor Kösem Sultan’ı gidiyorlar Mahmut Hüdâyî Hazretlerine. Bakıyorlar ki, bahçede elma ağaçları güzel elmalar meydana getirmiş. Kösem Sultan’ın canı elma çekiyor, ama ne Sultan Ahmet dallara yetişebiliyor ne de kız.

İster misin… Ali, derviş olmuş artık; bir görüyor Kösem Sultan’ı, diyor, “Yâ Rabb, sana binlerce şükür, sevgilim hayattaymış.” Ama gizliyor kendini, sakalı da olduğu için tanınmıyor fazla.

Hemen gidiyor, yüz üstü yatıyor Kösem Sultan’ın ayakları altına, “Basın sırtıma koparın elmayı” diyor.

İşte Sultan Ahmet, “Hayır” diyor, “derviş sırtına basılmaz, elma yerinde kalsın, kalkın ayağa.”

Bunun üzerine, derviş Ali izin istiyor, kendisi tırmanıyor ağaca, koparıyor bir elma uzatıyor Kösem Sultan’a; elmayı uzatırken de gözlerinin içine bakıyor ve gözyaşları döküp oradan uzaklaşıyor.

Rubâi:

“Tenden ve candan dışarı olan derviştir. Yeryüzünden ve göklerden yüksek olan derviştir. 

Cenab-ı Hakk’ın bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu. Hakk’ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir.”

GELENİ HEP BERABER SAYALIM…

Bu dalgaları ne görüyorsunuz denizde, onların hepsi zikirdir. Deniz kıyıya geldiği zaman, ‘Allaaahhh’ diye zikreder. Koskoca deniz… hakikatte deniz ruhanîyettir. Coşmuş şimdi, tevhid yapıyor.

Bir gün dedenin biri oturmuş deniz kıyısında, denizin zikrini seyrediyor.

Bir çift de yeni evlenmişler, gidiyorlar gelinin babasına, geçiyorlar denizi kıyısından. Dedeyi görüyorlar, oturmuş denize bakıyor. Selâm vermişler, almış selâmlarını dede. Yollarına devam etmişler.

Bir iki saat kayınpederlerinde oturmuşlar. Dönüşte yine aynı yoldan yürüyorlar, dedeyi görmüşler.

Adam hanımına dönüp demiş, “Vaktimiz nasıl olsa biraz var, gidelim şu dedeye takılalım. Soralım kaç tane dalga saydın şimdiye kadar?”

Gelmişler dedenin yanına. Tekrar selâm vermişler, dede selâmlarını almış.

“Dede efendi bir şey sorabilir miyiz?”

“Buyrun evlatlarım sorun.”

“Biz iki üç saat önce buradan geçtik, sana selâm verdik. Sen hiç yerini değiştirmemişsin, aynı yerde duruyorsun. Acaba şimdiye kadar ne kadar dalga saydın?”

“Aah evlatlarım” demiş dede, “oturun yanıma, geçeni bırakalım da, geleni hep beraber sayalım.”

Dede düşer mi tuzağa… dalgaları saymamış, onların sesini dinlemiş; şimdi mademki sayı istiyorsunuz, oturun beraber sayalım.

Hiçbir yer yoktur zikirsiz. Sabah şafakta kalk, bahçede varsa ağaçlar, aç pencereyi bekle. İsrafil eser; rüzgâr. Estiği zaman yaprakların sesini dinle.

“Lâ ilâhe illallaaaahh…”

‘Lâ ilâhe illlallah’ Hazreti Muhammed’in zikridir. Bu zikre ism-i âzâm derler. Hazreti Muhammed ilk bu ismi zikretmiştir. Yâni, ’Cihan boş ancak sensin Allah.’

Zikirsiz bir yer yoktur… Buğdaylar, tane yapmak için, onlar da sevişirler. Sevgisiz, muhabbetsiz hiçbir şey yoktur bu âlemde. Eser İsrafil, başlarlar buğdaylar dalgalanmaya, “Allaaah, Allaaah, Allaaah…” Hemen arkadan başaklar tanelerini yaratırlar.

Her yerde bütün varlıkların sevgiye ihtiyacı var. Dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi var, aşk var.

BENİM USTAM HAZRETİ RESÛLALLAH…

Mevlânamız buyurur der ki: “Nebîlerde, velîlerde gören göz, Ali’dir.”

Şimdi Mevlâna, Ali’yi neden bu kadar yüce bir yere koyuyor?..

Çünkü Hazreti Peygamber Efendimiz, Hazreti Ali’ye Ali ismini verirken, annesi babası dediler, ismini Esed koyalım. Esed’in mânâsı, arslan.

Hazreti Peygamber Efendimiz, “Hayır” dedi, “bu çocuğun ismi Ali olacak. Ali’nin mânâsı, yücelik. Öyle bir yüceliklere sahip olacak ki, gün gelecek yaşayanlar işitecek ve görecek.”

Şimdi, Hazreti Hamza, selam olsun üzerine, Kureyş kabîlesinin pehlivanıydı, onun yerini alacak bir adam yoktu. Çok güzel dövüşürdü, çok güzel kılıç kullanırdı.

Kureyş kabîlesinden Abdud isminde biri daha vardı. O da çok iri-yarı bir adam.

Hazreti Hamza bir gün panayıra gidiyor. Burada Abdud, bir kadına göz koyuyor, kavga çıkartıyor ve o kadının iki kardeşini öldürüyor. Hazreti Hamza dayanamıyor atıyor kendini o kavgaya, eğer atmasa Abdud daha büyük zararlar verecek. Kavgayı durduruyor. Abdud’u da oradan uzaklaştırıyor. İyi ama, ikisinin arası açılıyor.

Kardeşleri öldürülen kadın da, Hamza’nın gösterdiği bu cesarete, adaletine hayranlık duyuyor ve Hamza’ya sevgi besliyor.

Aradan bir sene kadar bir zaman geçiyor, kadın Hamza’yı tekrar panayıra davet ediyor, eğer yine bir kavga çıkarsa, orada bulunsun ve kavgayı önlesin.

Şimdi Hazreti Hamza düşünüyor, Abdud iri-yarı ve kendini ölüme atan bir kişi, cemaati de kalabalık; yalnız oraya gidilmez diyor, geliyor Hazreti Peygamberin huzuruna, “Ya Resûlallah şöyle bir durum var” diyor, anlatıyor durumu.

“Şimdi tekrar davetliyim” diyor, “cemaatinden bana yardımcı olarak kimi verirsin, benim yanımda bulunsun?”

Peygamber Efendimiz diyor, “Sana Ali’yi vereceğim.”

Hazreti Hamza şaşırıyor. “Ali” diyor, “daha çocuk, 16 yaşında, ben onu görmedim hiç kılıç kuşansın, görmedim bir yerde ok atsın, görmedim bir yerde dövüşsün, onu bana niçin veriyorsun? Bu çocuk orda harcanır.”

“Şefkatli amcam, benden birini istedin ben de sana Ali’yi verdim. Sen ise Ali hakkında bir sürü uygunsuz sözler konuşuyorsun. Şimdi beni dinle. Al Ali’yi yanına, çıkın meydana, orada bir tahtadan nişan dikin ve o nişanı oklayın. Bakalım hanginiz daha güzel ok atacaksınız, öğrenin birbirinizi. Sana lafım yok amca, sen Kureyş’in en üstün pehlivanısın. Okta da, kılıçta da, her şeyde. Şimdi Ali’yi çocuk görüyorsun ama, hem ok atışında dene Ali’yi, hem de kılıç kullanmasında.”

Hamza’nın aklı duruyor, ama iyi bakalım diyor, var bunda bir şey…

Alıyor Ali’yi, geliyorlar meydana. Bir nişan kuruyorlar. Hamza dönüyor Ali’ye, “Hadi yeğenim Ali, koy okunu yaya, ger, at bakalım.”

Hazreti Ali Efendimiz dönüp diyor ki, “Amca, sen ustasın, önce sen at, sonra ben atacağım.”

Hazreti Hamza, koyuyor yaya oku, atıyor. Bugünkü tâbirle, onikiyi vuruyor.

Hazreti Ali Efendimiz bakıyor ki, onikiyi vurmuş, tamam. O da koyuyor oku yaya, geriyor, bırakıyor oku; ok, Hazreti Hamza’nın okunu vuruyor, ikiye ayırıyor.

Hamza bunu görünce şaşırıyor, “Allah Allaaah… ne kadar güzel attı, ne kadar güzel nişancı.”

Arkadan kılıç oyununa girişiyorlar. Kılıç oyununda da, Hamza görüyor ki Ali çok üstün kılıç kullanıyor.

Hadi, at üstünde de kılıç oyunu yapıyorlar, Hamza’nın elinden kılıcı uçuruyor Ali.

Hamza duruyor, soruyor Ali’ye, “Bu marifetleri sen kimden öğrendin? Benim üstüme usta yoktur, ama sen beni de geçtin.”

İşte Ali’nin verdiği cevap, “Şefkatli amcam benim ustam Hazreti Resûlallah, her şeyi o bana öğretti.”

Susuyor Hamza, bir şey diyemiyor. “Hadi” diyor, “Ali çıkalım yola.”

Beraber çıkıyorlar yola, geliyorlar panayır yerine. Abdud’un bulunduğu handa konaklıyorlar.

Sabah olunca, Abdud çıkıyor hanın bahçesine, meydan okuyor. 

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, hemen Hamza’dan önce davranıyor, giyiniyor, iniyor meydana.

Abdud’a diyor, “Ne bağırıp çağırıyorsun? Ne istiyorsun?”

Abdud, “Hadi” diyor, “sen burdan uzaklaş, baban benim dostumdur. Sen benim yanımda daha çocuksun, amcan gelsin karşıma.”

“Bırak amcamı, karşında ben varım” diyor Ali, “Nasıl istersen seninle dövüşürüm.”

Abdud diyelim bir fil, Ali onun yanında bir ceylan gibi duruyor, ya da bir küçük arslan.

Abdud diyor, “O zaman, beni belimden tutup tek elinle havaya kaldırırsan seninle hiçbir iddiada bulunmayacağım, teslim olacağım sana.”

Hazreti Ali geliyor Abdud’un karşısına, geçiriyor elini Abdud’un kuşağına, bir “Ya Hayy” diyor, koskoca Abdud havada. İndiriyor tekrar yere. 

Abdud’un aklı duruyor.

“Hadi şimdi sen gel beni kaldır” diyor Ali.

Abdud, Ali’yi çocuk görüyor ya, geçiriyor kolunu Ali’nin kuşağına. O da bir nârâ atıyor, ama yerinden oynatamıyor Ali’yi. Hazreti Ali ayaklarını sanki yedi kat yer dibine sokmuş, hiçbir türlü kıpırdatamıyor.

Kılıç oyununa girişiyorlar, kılıç oyununda da kılıcını alıyor Ali. En sonunda Abdud’u bir güzel hırpalıyor. 

Abdud’a ceza veriyorlar, çölde bir ağaca bağlıyorlar, orda çok feci bir şekilde canını veriyor.

Yani Hazreti Hamza’nın aklını durduran ve Müslümanlığa sürükleyen Hazreti Ali olmuştur.

SENDEN YİĞİT VAR MI BU ALEMDE?..

Biz her zaman deriz ki: Tedbiri elden bırakmayacaksın, her zaman en güzel şekilde tutacaksın. Ondan sonra Allah’a emanet edeceksin.

Hazreti Ali’ye sormuşlar, “Senden yiğit var mı bu alemde?”

“Var” demiş.

“Kimlerdir?” diye sormuşlar.

“Bir kişi odaya çekilmiş, ıstırahat ediyor, uyuyor, ama oda kapısını açık bırakmış. O benden yiğittir.”

Gelir biri, yolsuz kalmıştır. Onun on lirasını cebinden almak için, vurur kafasına uykuda, bayıltır, alır parayı gider.

“İkincisi” diyor Hazreti Ali, “ayakkabılarını silkelemeden giyen. Bu da benden yiğittir.”

Ya bir akrep girer, ya bir yılan girer. Çünkü onlar öyle dairelerde oturmadılar, basit evlerde oturdular. Rutubette akrepler bulunur. İster misin, seni bir akrep sokar, işte zehirlendin. Başına iş aldın.

“Üçüncüsü” diyor, “At ile köprüyü geçerken, köprünün ayaklarına bakmadan geçen. O da benden yiğittir.”

Bakmıyor köprünün ayaklarına, taşır mı seni geçerken taşımaz mı. Bakarsın atla beraber dereye düşersin.

Hazreti Ali Efendimiz bu sözleriyle aklını kullanmayanları çıkartıyor ortaya. Bu sözleri, bindörtyüz küsur sene önce sarfetmiş, ama bugün de hâlâ devam ediyor insanlardaki bu hâller.

Şimdi bizim dışımızda, muhabbetler esnasında, konu biraz ileriye gitti mi, derler ‘Gerisini Allah bilir.’ 

Ama biz öyle demiyoruz. Biz diyoruz ki, ‘Allah, insanla bilir, insanla bildirir.’ Çünkü Allah, insan dışında değildir.

Akıl, insana verilmiş en büyük nimet. O yüzden, her zaman aklını kullanacaksın, tuzaklara düşmeyeceksin.

YETMİŞİKİ DEVE…

O devirde, Hattapoğlu Ömer’in komutanlığında, Hazreti Salih kavminin topaklarını elde ettiler. Ömer, davet etti Salih kavmini imana, işte Salih kavmi, “Bir şartla” dediler, “sizin dininizi tasdikleriz.”

“Nedir şartınız?”

“Bizim peygamberimiz Hazreti Salih, şu dağdan bir deve çıkartmıştı, siz de çıkartırsanız anlarız ki sizin dininiz haktır.”

Tabi Ömer’de o kerametler yok. Hemen müsade istedi, gitti Hazreti Ali Efendimizin çadırına. Çadırda kimler vardı? İmam Ali Efendimiz, İmam Hasan, İmam Hüseyin, üçü oturuyorlar orda. Ömer, durumu açtı Hazreti Ali’ye.

İşte Ali… “Git söyle” dedi, “ikindide bütün Salih kavmi toplansın, istedikleri dağdan deve çıkartacağız.”

Sevindi Ömer. Geldi ikindi vakti, bütün Salih kavmi toplandı.

Hazreti Ali, Ömer’e dedi ki, “Söyle onlara, onların peygamberi o dağdan bir deve çıkarmış, belki o dağ büyülüdür, seçsinler başka bir dağ, biz o dağdan deve çıkaralım.”

Çok sevindi Salih kavmi, seçtiler bir dağ.

İşte Hazreti Ali, Şahlar Şahı, mütevazî, eğildi yere, aldı yerden bir taş, bir Huu çekti, o taşı dağa fırlattı, dağda taş taşa çarptı, kıvılcım çıktı ve bir ip ucu göründü. Hazreti Ali döndü Hüseyin Efendimize, “Ya Hüseyin” dedi, “git o ipin ucunu tut, çek.” Gitti İmam Hüseyin tuttu ipin ucunu çekti, dağ ikiye ayrıldı, yetmişiki deve yavrularıyla birlikte çıktı dağdan.

İşte Salih kavmi hepsi secde ettiler, Ali’nin önünde… Ömer bunu görünce sımsıkı sarıldı boynuna Ali’nin, dedi, “Ya Ali, sen olmasaydın ben helâk olacaktım.”

Bu vakâlar hep yaşanmıştır… Kul hatasız olmaz.


MANEVİ MENKIBELER – 98

SEMÂ ZİKİRDİR, İBADETTİR…

Bir sohbette, “Semâzenin, semâ etmesinin dışında sorumlulukları var mıdır?” diye sordular.

Tabî vardır. Hazreti Mevlana’da hiç ayrım yoktur. Semâ çıkaran, kalfalık mertebesine yol alır. 

Eğer mutrib ve semâzenler ehl-i iman iseler, o ayin-i şerif icra edilirken gezegenlerden ehl-i iman ruhlar gelir, ayini izlerler. 

Size şöyle bir misal vereyim… 

Bir gün ayin biter, semâzenler tam çekilecekken, Hazreti Mevlana seslenir: “Erenler geri dönün!” Mutribe de seslenir: “Neyler üflensin, kudümler vurulsun, yeniden ayin açılsın.” 

Yeniden ayini tekrarlar, ayin bitince Hüsameddin Çelebi, “Efendi Hazretleri, ayini icra etmiştik, neden bir daha ayin yaptık?” diye sorar. 

Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, biz ayini icra ederken gezegenlerden, görmediğin ruhlar ayini izlemeye geldiler. Çok uzak gezegenlerden de ruhlar geldi ama ayin bitmişti, onları boş çevirmemek için tekrar ayin açtık” der.

Akıl her şeye eremez. Zaten her şeye akıl erseydi, o zaman peygambere, evliyaya lüzum yoktu. Herkes aklı ile istediği yere ererdi. 

Hazreti Mevlana der ki: “Hangi dinden olursa olsun, benim ayin-i şerifimi izlemeye gelenlerin içlerinde Peygamberlerine özlem varsa orada Musa da, İsa da, Muhammed de var. Semâzenlere baksınlar, Peygamberlerini orada görsünler.” 

Çünkü semâzenin elini açması; yücelerden alıyor, kullarına saçıyorum, onların gönüllerini yoklayıp, sana sunuyor, kendime hiçbir şey mâl etmiyorum, anlamına gelir.

Peygamberler daima Hakk’tan söz ettiler. Yolcunun gönlünü dinleyip, yine Hakk’a davet ettiler. Onun için semâzenlerin her biri, bir Peygamberi temsil eder.

Semâzenin, Hakk’ın elçisi sıfatını giymiş olduğunu düşünüp, bütün nefsî duygulardan arınması lazım. Benliğe girer, şımarıklık yaparsa boşuna semâ eder, hiçbir mana taşımaz. Semâ zikirdir, ibadettir. 

Hazreti Şems-i Tebrizi, “Sen onu aşk ile yaparsan zikir sayılır. Aşk ile yapmaz, nefsin için yaparsan, o semâ yarın sana ceza verir” diyor. 

Şiir: 

“Ey dil, ister isen kâmil olsun noksanın, 

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın. 

Girersen sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın, 

Cihanda bir görünür, Ali Ekber okunursun. 

Çıkarsan sikkesi altından Hazreti Mevlana’nın, 

Sıradan biri okunursun…” 

Semâzenler, Mevlana’nın pervaneleridir. Gönüllerini güzelliklerle doldururlarsa mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 97

AŞK İLE…

Hazreti Peygamber Efendimiz, seyrek konuşan bir peygamberdi. Hiç gelişigüzel dil dökmemiştir. Hep düşünerek, başı eğik dil dökmüştür. O, başını kaldırdığı zaman ağzından çıkan kelam, bir iki gün sonra suret bulurdu. Suret bulduğu için ona, Muhammed Emin ismini verdiler. Yani Muhammed’in sözlerinden emin olun, doğrudur. Ondan dile gelen Allah’tır. 

Hazreti Muhammed veliler velisi, nebiler nebisidir. Onda sayısız bilgi vücud bulmuştur. 

Bir gün O’na, “Ya Muhammed!” dediler; “Sen bu alemde annesiz babasız büyüdün. Hiçbir bilginden ders almadın, bu bilgileri bize nereden aktarıp veriyorsun?” 

İşte verdiği cevap: “Güzel soru,” dedi, “annemi babamı erken kaybettim, okula gidip ilim tahsil edemedim. Benim öğretmenim yüce yaratıcı Allah’tır. Ondan bu bilgilere vâkıf oldum. Bütün karşıma çıkan varlıklara O’nun gözüyle baktım, sevgimi sundum. Baktığım yerler de hâl diliyle bana kim olduklarını söylediler.” 

Belki çok kitap okumuşsun ama sorularına hâlâ cevap bulamamışsın. Çünkü en önce kendini okumamışsın. Kimsin, tanıyamamışsın. O zaman öğrendiğin sözler, bilgiler kendinde yer bulmaz. Demek hazır yiyorsun, çalışmıyorsun. 

Esası odur ki; aşk ile yola çıkmak lazım, kuru ilimle olmaz…

Rubai:

“Benim zatım, bahr-ı küll, bütünlük aleminin denizi haline gelince, zerrelerin güzelliği, Hakk’ın yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizamı, bana aydınlanıp görünür. 

Ben ilahî tecellilerin heyecanına kapılırım da bütün vakitlerimin bir vakit olması için, aşk yolunda gece gündüz mum olup yanmak isterim.”

MANEVİ MENKIBELER – 96

İNCE BİR YOL…

Behlül-i Dâna Hazretleri, bir Cuma günü camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celâli esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahîden konuşmuş. Namaz edâ edilip çıkılmış. 

Haftaya, Behlül-i Dâna Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş. Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dâna kova, kürek bekliyor. “Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış. 

Behlül-i Dâna kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış. 

“Behlül nereden geliyorsun?” 

“Cehennemden.”

“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”

“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”

Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manâsı dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür.

İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın, kırmayacaksın. 

Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. 

Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek?.. Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Beyit:

“Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır! 

Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır! 

Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..”

MANEVİ MENKIBELER – 95

HÂL…

Sofî, bir yere aşık, oranın sofîsi olmuş. Sofîler arasında, kimi aşk ehli olmuştur. Sofîlikte en büyük rütbe hâldir.

Abdülkadir Geylâni Hazretleri başına üç tane sarık sarmış.

“Neden?” diye sormuşlar.

“Birinci sarık ibtida, şeriat; ikinci sarık insana yol, tarikat; üçüncüsü hakikat, insan Hakk’tır.”

“Bunlardan hangisi üstündür?”

“Hakk ile Hakk olmuş, sevilen kişinin hâliyle hâl olmuş kişi en güzel rütbededir” diye cevap vermiş.

Diyelim ki, acizâne Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbet verdin, eserlerini okudun, O’nun hâliyle hâl olursan, makam sahibisin. Ama sofîsin O’nun ahlakıyla, hâliyle hâl olmuyorsun, makam sahibi olamazsın, yolda ikilikte kalırsın. 

Yolları kısaltan, insanı en çabuk menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman, aşıkta ikilik kalmaz. Aşığın vücuduna Sevgili hakimdir, başa akıldır, hüküm de O’nundur. Hüküm O’nun olunca, artık sana ait bir şey kalmamıştır.

Hazreti Şems, Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir…

“Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. 

Küll isen safî, eğer isen sofî, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. 

Bu tevhidden maksat, murada ermektir, görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. 

Şems-i Tebriz bunu bilir, ehad kalmaz fenâ bulur, bütün bu alem küllî mahvolur, yine bâki Allah kalır..”

MANEVİ MENKIBELER – 94

FÎSEBİLLAH…

Bir gün Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz yolda gidiyorlar. Hem yürüyorlar hem muhabbet ediyorlar.

Mevlana, Şems-i Tebriz’e bir soru soruyor, “Ya Şems, karşıda görünen kabristana, hocalık devrimizde, topluma daima, cennet-i bakiye diye söylerdik. Peki senin nazarında burası nasıl bir yerdir?”

Şems-i Tebriz Hazretleri, “Ya Mevlana” diyor, “burası benim nazarımda, yalacılar mahallesidir.”

Bakın kabristan için yalancılar mahallesi diye hitab ediyor Şems…

Mevlana, bunu duyunca duraklıyor, “Nasıl olur?” diyor, “yalancılar mahallesi, biz hep cennet-i bakiye olarak bilirdik.”

“Şimdi beni iyi dinle” diyor Şems, “burada yatanlar arasında hayattayken, birbirlerini çok sevenler vardı, canlarını hiçe sayarlardı, hatta birbirlerini görmeden bir an dahi duramayacaklarını söylerlerdi. Geldi başlarına, çalındı kapıları, yola çıktılar gittiler. ‘Sensiz duramam’ diyen kişiler, acaba yola çıkanın arkasından gitti mi, yahut da geri mi döndü?”

Cenab- Mevlana biraz düşündükten sonra, “Çok kişi” diyor, “geri döndü, sözünde durmadı, gidenin peşine gitmedi.”

“Peki şimdi bunlar yalan mı söyledi yoksa doğru mu söyledi?”

“Yalan söyledi ya Şems.”

“İşte, böyle olduğunu için burası yalancılar mahallesidir.”

Bunun üzerine Cenab-ı Mevlana bir ürperme geçiriyor ve yine dönüp Şems’e, “Peki” diyor, “seninle benim halimiz ne olacak?”

Şems, “Ya Mevlana” diyor, “fîsebillah… yani biz birbirimizden hiçbir menfaat beklemeden, birbirimizi her şeyin üstünde seversek ve bu sevgiyi son nefese kadar sürdürürsek, bizim gideceğimiz yer, bekâbillah… yani Allah’ın sonsuz güzelliğinin bulunduğu yer. Burayla hiç işimiz yok.”

Şimdi soralım kendimize… Dış sevgililer, yani para, pul, evlat, eş… bunların dışında acaba gönlümüzde asıl Sevgili yer almış mıdır, almamış mıdır? Açık söyleyeyim, zerre kadar almamıştır. O kalmış dışarda, hepsi lafta…

Düşünün ne büyük bir kayıptayız…

İşte koca Mevlana bakın ne diyor… Zikirler yaparsınız, benim güzelliklerimi işitirsiniz, ne kadar da yüce olduğumu duyarsınız ve bana heves edersiniz, istersiniz bir akşam konuğunuz olayım, rüyanıza geleyim, güzel bir yüz göstereyim… Ama sanmayın ki ben gelmiyorum, her gece geliyorum. Var ya o kalbiniz sizin, onun hakiki ismi saraydır. O kalb, daha sen ana rahmindeyken seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’, dünyaya geldin, o yine seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’ Neden? Çünkü hakikatte insan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. Hep seni zikrediyordu. Ama sen, seni zikredeni hiç zikretmedin, başka şeyleri zikrettin. Ben geldim, saray kapısını açtım, ama baktım ki saray dolu, bana yer yok… Olmadığı için, geldim gittim, geldim gittim, geldim gittim, sordum, var mı bir haber, hiç ses çıkmadı…

Demek ki her zerre sağırlaşmış, duyguya kapılmamış, sünger gibi çekmemiş içine… 

Sonra diyorsunuz, göremiyorum edemiyorum. Göremezsiniz, çünkü çok kıskanç bir sevgilidir O…

Mecaz aşkta dahi büyük kıskanmalar vardır, ama Tanrı’nın kıskançlığı hepsinden büyüktür. O kadar ister ki en çok O sevilsin, olmaz derecede. İşte bu yüzden göstermez yüzünü…