MANEVİ MENKIBELER – 91

ALLAH SEVGİSİ…

Bu yolun güzelliklerinin sonu yoktur. Hazreti Mevlana’ya bir soru soruyorlar: “Senin yolun nedir ya Mevlana? Bu yolun başı var mıdır?” 

Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu yolun başı olsaydı, sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağıya güzelliklerle doludur.” 

Yine Hüdavendigar Mevlana şöyle buyurur: “Bana gelenlerden, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” 

Yani kimisinin karnı aç, sofrasında karınlarını doyurmak için gelmişler. Kimileri de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine gelmişler. Fakat benim için geleni daha göremedim, diyor. 

Galib Dede Hazretlerinin zamanında da bir adam Galata Mevlevihanesine gelmiş, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” demiş. 

Adamı Galib Dede’nin huzuruna çıkarmışlar. Galib Dede, adama bakmış ve demiş ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş. Boş çevirmeyin, üzerine bir elbise verin, karnını da doyurun, sonra bırakın isterse gitsin isterse kalsın.” 

Buna benzer şeyler o devirlerde de vardı, bu devirde de var. 

Allah sevgisi, menfaatsiz bir sevgidir. Bu sevgi şarabı ağızdan dökülür. İsteyen ne kadar sorarsa söyleriz, hiç tükenmez, çünkü meyhanesi gönüldür. 

Hazreti Muhammed gibi yüce bir peygamber bile Hakk’a yürüyeceği zaman “Acaba toplumuma bir şeyler verebildim mi?” diye gözyaşı dökmüş, ümmetinin rızasını istemiştir. 

Bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir. Başkalarına bir hizmet sunabildinse, bir gönülde yer alabildinse ancak o zaman baki olursun.

MANEVİ MENKIBELER – 90

YARINA GÖRE KONUŞACAĞIZ…

Bir gün Mevlana’ya demişler ki: “Huzurunuza sadrazamlar, arada sırada da padişahlar geliyor. Ne olur ya Hüdavendigar, biraz onlara göre muhabbet sunun.”

Hazreti Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu gönül ister onlara göre bir şey ikram etsin. Ama muhabbet bana ait değil, muhabbet yolcuya ait. Benden o muhabbet zuhura geldiği zaman, benim ağzımdan çıkan sözleri hem ben dinliyorum, hem de cemaat dinliyor. Her iki taraf da o sözlerden irşad oluyoruz.”

Hiç bayat bir şey sunmamışlardır. Daima güne göre, saate göre, hep taze ikramlarda bulunmuşlardır. 

Hatta bir gün Hazreti Mevlana’ya şöyle bir soru sormuşlar: “Sen çok konuşuyorsun, çok şey söylüyorsun ya Mevlana… bir gün bu muhabbet bitebilir. Bittikten sonra bu güzel sözleri, bu güzel muhabbetleri nereden dinleyeceğiz?”

Mevlana şöyle bir cevap veriyor, “Efendiler!” diyor, “Bir kuyudan su aldığınız zaman kuyunun suyu bitiyor mu?”

“Bitmiyor.”

“Pekala, ertesi gün kuyuda su bulunuyor mu, bulunmuyor mu?”

“Bulunuyor, çünkü tazesi geliyor.”

“O zaman yarına varsak, biz de yarına göre konuşacağız, yine muhabbetlerin tazesini sizlere sunmaya çalışacağız.”

Allah’ın muhabbeti hiçbir zaman bitmez. Bizlerdeki bu geçici ömürler biter, bâki kalan kendisidir. Kimi nöbete koyarsa bu alemde, yine oradan muhabbetlerini dile getirir.

Onun için, ne kadar şükretsek Rabbimize az… Hazreti Mevlana’ya acizane bende olmaya çalışıyoruz. Çünkü o nerede, biz neredeyiz? Onun o mertliği, o sonsuz şefkati, bizlere kadar ikramını göstermiş. O bir okyanus, biz ise bir zerreyiz…

MANEVİ MENKIBELER – 89

SEVGİ ACAYİP BİR ŞEYDİR…

Maddi vücudumuz gıda ile, manevi varlığımız da sevgi ile büyür. Bilhassa küçük çocuklar sevgiye son derece muhtaçtırlar. 

Bakın Hüdavendigar Mevlana daima cebinde şekerlerle gezermiş ki, yoluna bir çocuk çıkarsa ona versin, çocuğun gönlünü alsın. 

Bir gün yine evine doğru giderken yolda üç beş çocuk çelik çomak oynuyorlamış. Tabi çocuklar daha uzaktan Mevlana’yı tanımışlar ve hemen yanına koşmuşlar. Aralarından bir tanesi elindeki çelik çomağı ne yapacağını bilemeden arkada kalmış ve uzaktan Mevlana’ya seslenmiş: “Ya Mevlana, beni de bekle sakın gitme, çelik çomağımı bir yere bırakıp hemen geliyorum!” 

Mevlana ona bakarak gülümsemiş ve çocuğa cevap vermiş: “Acele etme, güzel evladım, ben burada seni beklerim, bir yere gitmem…” 

Bakın o büyüklüğünün yanında ne kadar da tevazuda ve sevgide yüce Mevlana…

Bir gün de oğlu Sultan Veled’in yüzünü asık görmüş Hüdavendigar Mevlana ve çok üzülmüş. Kendisine bu halinin nedenini sormuş fakat cevap alamamış. Hemen onu neşelendirmek için koşmuş ve bir ayı postunu alıp üzerine geçirmiş. Sultan Veled’in odasına gelerek, ayı postunun altından ona “Bu! Bu! Bu!..” diye seslenmiş. 

Mevlana’nın bu hareketlerinden Sultan Veled’e bir gülme gelmiş ve gülmeye başlamış. Hali değişmiş ve üzerindeki sıkıntı anında yokolup gitmiş. 

Bizim maneviyatımız, tevhidimiz, sevgidir. Sevginin icabı da şefkattir. Sevgi acayip bir şeydir…

Mevlana’mızın dünyaya güzel bir seslenişi vardır, şöyle der: “Sevgiye dair ne varsa bu alemde ben oradayım. Kavgaya, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.” 

Bütün olay kendini tanıyarak, insanca yaşamak, Yaratan’dan ötürü bütün varlıklara, hiç ayrım yapmadan sevgiyle bakıp, yüz tutana sevgiden söz ederek hayatı sürdürmektir.

MANEVİ MENKIBELER – 88

BİZ, SEVGİYİZ…

Hazreti Mevlana’nın ilk halifesi olan Şeyh Selahaddin Efendi, damadı Sultan Veled Hazretleri’ni çok severdi. Sultan Veled Hazretleri de Şeyh Selahaddin’i çok severdi. Babasına açamadığı gönlünü, kayınpederine açardı.

Gün geldi, Şeyh Selahaddin hızlı vereme tutuldu. O devirlerde de bu gibi hastalıklar insanı hızlıca ölüme götürürdü.

Sultan Veled Hazretleri kayınpederine ziyarete gittiği zaman, Şeyh Selahaddin bütün ağrılarını unutur ve temiz bir yüzle damadını karşılardı. Sultan Veled oradan ayrıldığı zaman yeniden ateş ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i sarardı.

Bir gün muhabbet uzuyor, sancılar ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i yakalıyor, yüzünün ifadesi değişiyor. Sultan Veled, kayınpederinde bir rahatsızlık olduğunu hemen anlıyor ve “Siz hastasınız Efendi baba, bunu bana niçin söylemediniz?” diye soruyor.

“Evet Veled, hastayım” diyor Şeyh Selahaddin, “yakında dünyaya veda edeceğim. Ama seni o kadar çok seviyorum ki, sen buraya gelince benden bütün hastalıklar gidiyor. Şimdi sohbet biraz uzadı, hastalık vücudumda yüz gösterdi.”

Sultan Veled bunu duyunca gözleri doluyor, ağlayarak, “Efendi baba” diyor, “Allah gecinden versin, sen bu alemden göçüp gidersen ben kiminle dertleşeceğim? Kime gönlümü açacağım? Seni nerelerde bulacağım?”

Şeyh Selahaddin, “Gam yeme Veled, gam yeme” diyor, “ben bu alemden göç ettikten sonra, belki üç ay geçer, belki üç sene… benim gibi biri seni severse ona sarıl, o benim. Çünkü biz, sevgiyiz.”

Hazreti Muhammed’in özü sevgidir. Evliyaullah’ın da özü sevgidir. Aynı muhabbeti, aynı sevgiyi, aynı sıcaklığı gösterirler. Sadece kap değişmiştir, özleri yine sevgidir…

Rubai:

“Aşk sizin sevimli, güzel bir dostunuzdur. Bu dost sizi fasih sözlerle, açık bir ifade ile çağırır, der ki:

Aşk, aşkı isteyenden esirgenmez. Bilhassa, bir güzel, bir güzeli severse sevgi ondan asla esirgenmez.”

MANEVİ MENKIBELER – 87

KUMDAN ZİNCİR…

Zamanın birinde bir Hükümdar, gençleri toplamış, “Sizden bir isteğim var” demiş, “hepiniz babanızı öldürürseniz bana en büyük hizmeti yapmış olursunuz. Ben de makamımı sırayla size devrederim.”

Gençlerin hepsi asi; makam, para hırsı ile babalarına kıymışlar. Ama bir tanesi babasına kıyamamış. 

Babası bakmış evladı çok üzgün, kıvranıyor, “Neden böyle kıvranıyorsun evladım?” diye sormuş.

“Hükümdar bizlerden babalarımızı öldürmemizi istedi. Ben sana kıyamam.”

“Ya senin başına bir bela gelirse?”

“Olsun, senin yoluna canım feda.”

Hükümdar yine gençleri toplamış, “Bu işi icra ettiniz, şimdi sizden bir isteğim daha var. Kumdan zincir yapmanızı istiyorum” demiş.

Gençler düşünmüşler taşınmışlar, kumdan zincir nasıl olur?..

Babası hayatta olan çocuk yine düşüncede, sıkıntıda.

Babası sormuş, “Evladım neden uyumuyorsun? Ne sıkıntın var?”

“Hükümdar bizden kumdan zincir yapmamızı istiyor.”

“Yat uyu, sabah sana bunun yolunu gösteririm.”

Çocuk uyumuş, sabah kalkıp babasının elini öpmüş, “Babacığım” demiş, “birazdan Hükümdarın huzuruna gideceğim, kumdan zinciri nasıl yapacağım?”

“Hükümdara dersin ki: Hükümdarım bize bir örnek gösterin, biz de ona göre uğraşıp yapalım, örneksiz nasıl yapalım?”

Bütün gençler Hükümdarın huzuruna gelmişler. Hükümdar sormuş, “Nerede zincirler?”

Hepsi boynunu bükmüş. Bizim delikanlı elini kaldırmış.

Hükümdar, “Ne var? Senin de elinde zincir yok!”

“Hükümdarım bu zinciri bizden istiyorsunuz ama bize bir örneğini göstermediniz ki, uğraşıp yapalım.”

“Sen bu sözü nereden öğrendin?”

“Kendimden.”

Hükümdar, “Hayır, doğru söyle. Sen babanı öldürmedin değil mi?” diye üsteleyince, çocuk, “Evet öldürmedim” diye itiraf etmiş.

“Neden?”

“Çünkü babama sana olduğu kadar saygım var.”

“O zaman ben öldükten sonra vekaletimi sana veriyorum, diğerlerinin hepsini kılıçtan geçirin!..”

Bakın nasıl bir sınavdan geçiyor. O yücelerin her zaman faydalı bir sözü olur.

Anne babalar evlatlarına rüşvetsiz dostturlar. Hiçbir menfaat beklemezler. Bir güler yüz, tatlı dil isterler ve çocuklarının en güzel, en aydın, en zeki olmalarını isterler.

Anne babaya yapılan saygısız davranışlar, kötü hitaplar çok çirkindir. Bir gün gelir iş işten geçer, çok pişman olursun. Pişman olmadan önce her şeyi düşünerek yap. 

İnsan bir düşünürdür. İnsandan düşünce alınırsa, geriye sadece deriyle kemik kalır. İnsan neyi düşünürse bakışı da orayadır. Güzel şeyler düşünmek varken, neden hem sana, hem de topluma zarar verecek, üzücü şeyler düşünürsün.

Her zaman genç kalmayacağız, gün gelecek yaşlanacağız. Bugün onlara olan, yarın da bizim başımıza gelecek…

Onun için saygıdan, sevgiden yana olalım; ne kimseyi incitelim, ne de kendimiz incinelim.

MANEVİ MENKIBELER – 85

DOĞRU YUNUS’UM DOĞRU…

Yunus Emre, Taptuk Emre’nin dergahında otuz sene kadar hizmet ediyor. Bir şeyler görmeyi bekliyor, ama göremeyince, “Dervişler dergahından uzaklaşayım, biraz iş yapmaya çalışayım” diye düşünerek dergahtan uzaklaşıyor. Dağa çıkıyor, şehire inip satmak için odun toplamaya başlıyor.

Bir gün tekkenin kapısının önünden geçerken içi rahat etmiyor, duvardan tekkenin bahçesine bir iki odun atmak istiyor.

Bahçeye atmaya kalktığı odunların arasında eğriler de varmış. İçerden Taptuk Emre sesleniyor, “Doğru Yunus’um doğru, buraya odunun eğrisi dahi girmez.”

Neyse, odunculuğu bırakıyor, başka bir iş bulmaya giderken, yolda iki zatla karşılaşıyor. Hal, hatır soruşuyorlar, arkadaş olup yola koyuluyorlar.

Yolda karınları acıkıyor. İçlerinden birinin erzağı varmış, “Oturup lokma edelim” diyorlar. Erzağı açıyorlar, beraber yiyorlar. Erzağını paylaşan zat şükür için duada bulunuyor.

İkindi vakti de diğer arkadaşın erzağını bölüşüyorlar. O da şükür duasında bulunuyor.

Akşam olunca sıra Yunus Emre’ye geliyor, soruyorlar Yunus’a, “Kardeş sende bize ikram edecek bir şey yok mu?”

Yunus’da hiç erzak yok. Dua da bilmiyor. Zora düşüyor Yunus, bir kenara çekiliyor. Kaldırıyor ellerini, “Ya Rabb” diyor, “bu zatlar kimin yüzü suyu hürmetine duada bulunuyorlarsa, ben de o zatın yüzü suyu hürmetine münacatta bulunuyorum. Allah’ım beni utandırma, bir yerden rızık ihsan et.”

O sırada bir atlı geçiyor. Yunus’un arkadaşlarını görüp duruyor, selam veriyor, “Rızkınız var mı?” diye soruyor.

“Yok.”

“Kaç kişisiniz?”

“Üç.”

Atlı, üç kişilik rızık bırakıp gidiyor.

Yunus, münacattan geliyor, bakıyor ki arkadaşları sofra açmışlar, “Nereden geldi bu rızık?” diye soruyor.

“Bir atlı geldi, bunları bırakıp gitti. Yahu sen nasıl bir duada bulundun, kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?”

“Ben dua bilmem” diyor Yunus, “kardeşlerim kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyorlarsa, o zatın yüzü suyu hürmetine beni utandırma, dedim.”

“Sen biliyor musun, biz kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyoruz?”

“Yok.”

“Bir Yunus vardı. Biz onu görmedik ama çok duyduk. Taptuk Emre’nin otuz sene hizmetinde bulunmuş, sonra oradan uzaklaşmış. Nerelere gitti bilmiyoruz. O, Allah’ın sevgili bir kulu idi. Biz duayı onun yüzü suyu hürmetine yapıyoruz.”

Bakın halk Yunus’u bilmiş, Yunus’un hiçbir şeyden haberi yok. 

Bunu  duyar duymaz izin istiyor, kimliğini de ortaya çıkarmıyor, hemen oradan ayrılıp, şeyhinin bulunduğu yere dönüyor.

Yunus dergaha geldiğinde, şeyhanne iki bakraç su almış bahçeden, eve girecek. Yunus hemen koşuyor şeyhannenin elinden bakraçları alıyor. 

Şeyhanne, Yunus’u görünce şaşırıyor, “Aa! Yunus hayrola?”

“Düşündüm, taşındım buradan başka bir yer bana haram, geri döndüm. Efendi Hazretleri nasıl?”

“Sen buradan ayrıldıktan sonra, senin hasretinden gözleri görmez oldu.”

“Görüşebilir miyim?”

“Sen halvet odasının eşiğinde yat. O birazdan abdest almaya kalkar, gözleri görmediği için, senin sırtına basar. O zaman ‘Bu kimdir?’ diye sorar. Ben, ‘Yunus’tur’ dediğimde, eğer ‘Bizim Yunus mu?’ diye sorarsa, demek ki seni gönlünden çıkarmamış, hemen kalk sarıl, elini öp. Ama eğer derse ki, ‘Hangi Yunus?’ demek ki gönlünden düşmüşsün, yapacak bir şey yok…”

Yunus, eğiyor başını, “Eyvallah” diyor, yatıyor şeyhinin kapısının eşiğine.

Bir vakitten sonra Taptuk Emre dışarı çıkıyor, Yunus’un sırtına basıyor, hanımına sesleniyor, “Hanım, kimdir bu?”

“Yunus.”

“Bizim Yunus mu?”

“Evet.”

Yunus hemen kalkıyor, şeyhinin eline sarılıyor, öpüyor.

İşte Yunus Emre, asıl kimliğine vakıf olduktan sonra, perdeler kalkıyor, gönlünden o güzel seslenişler dile geliyor…

Beyit:

“Eğri ağaç doğrulur, Tanrı’yı gösterir… 

‘Kökü yerdedir dalları budakları gökte!’..”

MANEVİ MENKIBELER – 83

SENİN İÇİNDE BİRİ VAR…

Bir gün Hazreti Ali, yanında çalışan seyisine atları hazırlamasını, yola koyulacaklarını söyledi. 

Seyis cevap vermedi ve başını sallamakla yetindi. 

Hazreti Ali Efendimiz kendi işlerini tamamlayıp tekrar ahıra gelince bir de baktı ki atlar hala hazır değil. 

Hemen seyise seslendi, “Neden atları hazırlamadın? Ben sana atları hazırlamanı buyurmuştum.” 

Seyis ona şöyle bir cevap verdi: “Efendi Hazretleri, ben kasten atları hazırlamadım. Seni kızdırmak istedim.”

Hazreti Ali Efendimiz, seyisin bu cevabı üzerine, hemen bir tebessümde bulundu. 

Onu böyle gülerken gören seyis şaşkınlıkla, “Efendi Hazretleri şimdi neden böyle gülüyorsun?” diye sordu.

Hazreti Ali, “Neden gülmeyeyim? Senin içinde biri var beni kızdırmak istiyor, isyanlara düşürmek istiyor, işte ben de senin o içindeki kızdırmak için gülüyorum.”

Bütün dava bulunduğumuz yerin kıymetini bilmektir, nereye teslim olduğumuzu bilmektir, kimi kendimize baş ettiğimizi bilmektir. İnsan bu bilinçle yola koyulmalıdır, yoksa ufak bir şeyden birbirine kızmak, kavga etmek doğru değildir. 

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: “Bu alemde kusursuz kul aramayın. Çünkü bu alemde kusursuz bir kul yoktur. Eğer yaşamınızı güzel geçirmek isterseniz, herkesin iyi taraflarına bakın ve öyle yaşamınızı sürdürün.”

MANEVİ MENKIBELER – 82

SECDE SENDEN SANAYMIŞ…

Yolcu, eğer ümmet sıfatına bürünürse Hazreti Resulallah’la arasında fark kalmaz. 

Neden farkı kalmaz? Çünkü aşık ve maşuk bir hamurun suretleridirler.

Mademki O’na sıdk-ı bütün aşık oldun, bedeninde O’nun varlığını var ettin, sadece kab değişmiş sayılır. Resulallah’ın bütün ruhaniyeti sende tecellisini gösterir. Tecellisini gösterdiği kişide esma ayrıdır, mânada aynıdırlar.

Bakın Sultan Veled Hazretleri, namazın mânasını bilmeyen, Allah’ı hayalde arayan birine ne diyor:

“Efendi! Namazda secde ettiğin yer neresi?”

“Seccade.”

“Çek o seccadeyi oradan bakalım. Nereye secde ediyorsun?”

“Seccadeyi toprağa sermiştim, toprağa secde ediyorum.”

“Şimdi o toprağı kaz bakalım, altından ne çıkar?”

“Su.”

“Suya doğru secde ettiğinde suda ne görünür?”

“Efendi Hazretleri, secde edenin aksi görünür.”

“Desene secde senden sanaymış. Sen kimliğini bulmak için derine dalmadığından göremiyorsun.”

Hazreti Muhammed, Hazreti Ali, Ehlibeyt, Evliyaullah ne ile diriyse, Cenab-ı Allah bize de aynı nefesi ve kudreti vermiştir.

Fakat malesef bizler bırakıyoruz o güzel nefesi, yine O’nun kudretiyle yaşıyoruz, fakat hakikate değil, dünyaya yönelmişiz.

Bunda ne Hazreti Muhammed’in, ne Hazreti Ali’nin, ne Mevlana’nın suçu var. Peki suç kimde? Suç bizde. 

Onlar bizlere bütün hakikatleri sundular, fakat bizler, o hakikatlerin peşinde koşmak yerine, hayallerde yaşayıp gidiyoruz…

Rubai:

“Eğer sen Hakk yolunda yürürsen, senin yolunu açarlar, kolaylaştırırlar. 

Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. 

Benlikten kurtulur, alçak gönüllü olursan, o kadar büyürsün ki aleme sığmazsın. İşte o zaman seni, sensiz, sen olmaksızın sana gösterirler.”

MANEVİ MENKIBELER – 81

SEN BENİM IŞIĞIMSIN…

Ay’ın her tarafı ışıklandırdığı mehtaplı bir yaz gecesinde, Hazreti Mevlana yürüyüşe çıkıyor. Yolda yürürken bir değirmenin başına geliyor. Değirmen taşı dönüyor, döndükçe buğday tanelerini ezip öğütüyor.

Mevlana bir süre tefekkür ettikten sonra, “Ya Rabb!” diyor, “Ben ne suç işledim ki, bu cihanı bana değirmen taşı yaptın, beni de bir buğday tanesi. Bana bu ıstırapları, bu çileleri veriyorsun, benden ne istiyorsun?”

İçindeki Rabbinden nidâ geliyor, “Ey benim Efendim Celâleddin! O buğday tanesini değirmen taşının altında ne ile görüyorsun?”

“Ay’ın ışığıyla görüyorum.”

“Demek ışık da girmiş değirmen taşının altına. Peki değirmen taşı ışığa bir zarar veriyor mu?”

“Hayır ya Rab, vermiyor.”

“Bu alemde buğdaydan maksat senin vücudundur, ıstırap çeken ise nefsin. Gönlün bana bağlıysa, sen de o ışığa benzersin, ıstırap çekmezsin. Sen benim ışığımsın. Ben seni bu aleme, beni yâd etmen ve benden bu insan toplumuna ışık tutman için gönderdim.”

Gerçek yaşamı, yani kimliğinizi bulmak istiyorsanız, kendi içinize bakmak zorundasınız. Çünkü Tanrı saltanatı sizin içinizdedir.

Şiir:

Az yaşa çok yaşa, akibet bir gün gelecek başa, 

Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner, 

İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner, 

Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile,

Dünya durdukça yaşam sürer…

MANEVİ MENKIBELER – 80

TOPRAK BİLE HÜRMET ETMİŞ…

İmam Ali Efendimiz yolda giderken bir kafatası görüyor. 

O yolun bulunduğu yer eskiden kabristanmış, üzerinden atlılar geçe geçe kabirlerdeki kemikler toprağın üstüne çıkmış.

İmam Ali Efendimiz alıyor kafatasını eline, bakıyor. Kafatası pırıl pırıl parlıyor. Bir parça toprak yok üstünde. Yere koyuyor, “Lanet olsun bu kafaya” diyerek bir tekme vuruyor. Kafatası İmam Ali Efendimizin tekmesiyle uzaklara gidiyor.

Biraz daha ileride bir kafatası daha görüyor. Bu da neredeyse topraktan görünmüyor, her yerini toprak kaplamış. İmam Ali Efendimiz alıyor kafatasını, sahibi nerdedir diye arıyor. Açık bir kabir buluyor. Kabirde beden var, kafatası yok. Kafatasını bedene koyuyor “Hu” diyor, o kabri hürmetle örtüyor.

Sahabe, soruyor İmam Ali’ye, “Bir kafatasını eline aldın, her tarafına baktın, sonra yere koyup lanet okudun, uzaklara fırlattın. Diğer kafatasını kucağına aldın, kabrini buldun ve kabrine yerleştirip örttün. Bunun manâsı nedir?”

İmam Ali Efendimiz şu cevabı veriyor… “Birinici kafatası, aleme gelmiş, hiç nasihat dinlememiş, benliğinden de vazgeçmemiş, bir kuru kafa olarak ömrünü boşa geçirmiş. Baktım, üzerinde biraz toprak bulsaydım, hürmet edecektim. Bulamadığım için lanet okudum. İkincisinde ise, çıplaklığı çıkmasın diye, toprak onu bırakmıyordu. Kimbilir kimlerle oturmuş, nasıl bir bilgiye sahipmiş ki, toprak bile ona hürmet etmiş. Ben de hürmet ettim, kabrini aradım, tekrar yerine koyup örttüm.”

Sevginizi, aşkınızı maddeye bağlarsanız, bunu özünü gözünüz görse, bileceksiniz ki, hepsi topraktır, sevginizi hemen onlardan alırsınız. Görmediğiniz için, sevgiler aşklar yanlış yerlere veriliyor, ömürler böyle boşluğa gidiyor.

Ne güzel söyler İbrahim Halilullah, selam olsun üzerine… “Toprakla unu bir gören bendendir.”

Soframızda o güzel yiyecekler, boynumuzdaki altınlar, gümüşler, kıymetli taşlar, altımızdaki arabalar, hepsi toprağın evlatlarıdır. Bunlara tamah ediyorsunuz, bir an özüne baksanız, geri adım atarsınız.

Onun için maddeye tamah etmeyeceksiniz, tamahınız her zaman maneviyata olacak.