AŞK VE İMAN – 15

Hazreti Mevlâna, bizleri sürekli olarak Tanrı aşkına çeker ve Mesnevî’de şöyle söyler:

“En güzel olan Tanrı’nın aşkından başka ne varsa; can çekişmedir, hatta şeker yemek bile olsa.”

“Aşıklar sevgiliye gönülden yol buldular. Biz de sevgiliye gönülden yol bulalım” diye buyuran Hazreti Mevlâna, aşkın yolunun gönül olduğunu dile getirir.

Âriflerin Menkîbeleri’nde “Bana kul olan saadet mülkünü götürür, kim kapımı seçerse, dünya ve ahiretin şahı olur” diyen Hazreti Mevlâna, aşık olmayan kişinin insanlığını dahî inkâr eder. Böyle bir kişiyi insan olarak görmez. Dîvân-ı Kebîr’de şöyle buyurur:

“Ben senin aşkına aşığım. Bundan başka benim işim yoktur. Ben aşık olmayan kişinin insanlığını inkâr ederim.”

Mesnevî’de aşıkla maşuk arasında ikiliğin ortadan kalkması ile ilgili şöyle bir hikâye misâl verilir.
“Bir sevgili aşığına sordu: Beni mi çok seversin, kendini mi? Aşık dedi ki: Ben kendimden ölmüş, kurtulmuş, seninle dirilmişim. Kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum. İlmimi unutmuşum, seninle bilgi sahibi olmuşum. Kudretimi hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim. Kendimi seversem, seni sevmiş olurum.”

Aşık, böyle bir birlik hâli içinde olduğunu, onda ikilik kalmadığını, kesin ve şüphe götürmeyecek bir şekilde bilir.

Aşık, sevgilisiyle tepeden tırnağa dolmuştur. Varlığında bir addan başka bir şey kalmamıştır. Sevgilisinde fânî olmuştur. Böyle bir kişinin vücudunda sevgilisinden başka bir varlık yoktur.

Yokluğa daldın da âciz oldun mu sevgi davasına düşeceksin diye buyuran Hazreti Mevlâna, aşk olmadan da varlığın olmayacağını yine Mesnevî’de şöyle dile getirir:

“Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek varlığa katıldı neden? Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı? Aşk, ölü olan ekmeği can hâline getirmede, fânî olan canı ebedîleştirmede.”

Rubâi:

“Biz mest olmuşuz; başımız dönmede, başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok. Dünya alt üst olsa, yakılsa, yıkılsa umurumuzda değil. Yeter ki senin aşkını kaybetmeyelim. Yeter ki senin aşkın ebedî olsun!”

AŞK VE İMAN – 13

Hazreti Mevlâna, bir rubâisinde, aşkın, Peygamberimizin yolu olduğunu buyurur. Hatta bizlerin de aşkın çocukları olduğumuz haberini verir ve der ki:

“Peygamberimizin yolu aşktır; aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır.”

Sevginin ve aşkın ne kadar önemli olduğu, Fihî Mâ-Fîh’de şöyle ifade edilir:

“Nerede olursan ol, ne hâlde bulunursan bulun, sevmeye, aşık olmaya çalış.”

Âriflerin Menkîbeleri’nde, sevginin artması için Tanrı erinin yakınında olmanın gerekli olduğu, şu olayla nakledilir:

“Bir gün Mevlâna Hazretlerinin yanında birinden: Falan kişi, canım ve gönlüm hizmettedir, diyor diye bahsettiler. Mevlâna: Sus, insanlar arasında söylenen bu yalan, miras kalmıştır. O, erlerin hizmetinde olan öyle gönül ve canı nerede buldu? dedi ve mübarek yüzünü Çelebi Hüsâmeddin’e çevirerek: Allah Allah! Tanrı velîleri ile diz dize oturmak lâzımdır. Çünkü o yakınlığın büyük tesirleri vardır, buyurdu.”

Hazreti Mevlâna, sevginin yakınlıkla doğacağını söyleyerek, hiçbir zaman uzakta olmamızı istemez, ayrılık ve uzaklığı bir zehire benzetir.

Âriflerin Menkîbeleri’nde bununla ilgili şöyle söyler:

“Onu görmekte senin ruhun, onun ruhu ile birleşir. Ayrılığı niçin denemeye kalkıyorsun. Bir insan, zehiri nasıl denemeye kalkar. Sen temiz de olsan pis de, ondan uzak bulunma. Çünkü temizlik, yakınlıktan artar.”

Mektûbat adlı eserinde Hazreti Mevlâna, aşık olmayan kişiler için şunları söyler:

“Sen aşık olmadıysan, sevgi nedir bilmiyorsan; yürü git, ot otla; eşeksin sen.”

Aşkla beslediği müridleri için ise Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle söylediği nakledilir:

“Aşkla beslediğim her mürid feleğin okundan kurtulur.”

Rubâi:

“Aşk, misk gibi kokar; onun için gizli kalmaz, belli olur! 

Aşk, ağaç gibidir; aşıklar da, ağacın gölgeleridir! Gölge gerçi ağaçtan uzak düşse de, yine orada kalmak gerektir!”

AŞK VE İMAN – 6

Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’de, “Sen, şu içinde yaşadığın gamlarla, belâlarla dolu âlemi bırak da, kendin bir âlem ol!” diye buyurur.

Âriflerin Menkîbeleri’nde ise şöyle der:

“Ömründen nasîbin; kendini, sevgiliden mutlu bulduğun ândan ibarettir. Öldükten sonra senin elini tutan aşk ilmidir. Sen, Tanrı için aşk ilmini öğren.”

Aşk bir ilgisi, bir meyli olmayan kişilere Hazreti Mevlâna der ki: 

“Kimin aşka meyli yoksa o, kanatsız kuş gibidir, vah ona!”

Hazreti Mevlâna, aşkı bu cihetten veya o cihetten diye ayırmaz. Zaten birlik dükkanı olarak sunduğu Mesnevî’sinde böyle bir ayrım ve ikilik yer almaz. Mesnevî dükkanında her şey birdir.

Ve şöyle buyurur:

“Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… Âkibet bizim için o tarafa kılavuzdur.”

Hazreti Mevlâna, yine Mesnevî’sinde aşkın kelimelerle anlatılmasının zorluğunu, dille bu bahsin anlatılmasının pek âciz kalacağını şu sözlerle ifade eder:

“Aşkı açıklamak ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcûb olurum. Dilin açıklaması gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.”

Rubâi:

“Bu gönül, kendinde, kendi gönlünün içinde bir bahar mevsimi gördü. Seher vakti herkes uykuda iken o, kendi gönlüne indi ve orada, görülmemis bir çayırlık, işitilmemiş bir gül bahçesi seyretti! 

O çayırlıkta, dünya hayatından bıkmış usanmış aşığın ruhuna huzur veren, rahat ettiren bir de köşk bulunuyordu; orada, dudaksız öpüşme ve kolsuz kucaklaşma vardı!”

AŞK VE İMAN – 5

Dîvân-ı Kebîr’de, “Senin önün sonun, ezelî aşk olacaktır” diyerek gönül gözüne ışıklar saçan Hazreti Mevlâna, yine Dîvân-ı Kebîr’de aşıkların nasıl bir yaşam içinde olduklarını dile getirir ve akıllılarla aşıklar arasındaki hâlleri şöyle açıklar:

“Akıllı, her zaman kendini göstermek arzusundadır. Aşık, her zaman kendinden geçmek, divâne olmak sevdasındadır.

Akıllılar, batmaktan kaçar, sakınırlar. Aşıkların işi gücü, denize batmaktır.

Akıllılara rahat, rahata ermekten gelir. Aşıklar, rahata ermek düşüncesinden utanırlar.

Aşık, nerde olsa herkesten uzak ve yârin halkası içindedir. Halk içinde ve halktan ayrı kalması tıpkı zeytinyağı ve suyun birarada kalması gibidir.”

“Hakk’a karşı toprak olana, melek secde eder” diye buyuran Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’inde der ki:

“Ey Şems-i Tebriz’i! Senin aşkına karşı kendini alçaltan kimse, aşkın gibi yüceldi…”

Maarif’te de, aşkın öğrenilecek bir ders olmadığını şu sözleriyle anlatır:

“Aşk öğrenilmez, kendiliğinden doğar… Gönül, kendi mânevî lezzetini bulunca, artık hiçbir şeye bakmak lüzumunu hissetmez.”

Ve âriflerin Menkîbeleri’nde de şöyle seslenir:

“Ben aşıkların nazârında bakılan cisim değilim. Belki ben sözümüz ve ismimizi işitince müridin hissettiği o zevk ve hoşluğum. Allah! Allah! O ânı bulduğun ve o zevki canında duyduğun zaman bunu bir ganîmet bil ve şükürler et. Çünkü ben o zevkim.”

Rubâi:

“Gönülde binlerce kilit olsa bile korkma! Sen aşk dükkanını araştır, bul! Orada gönüller anahtarı vardır!”

AŞK VE İMAN – 2

Hazreti Mevlâna nurunda yok olduğu Hazreti Şems’i, ilk defa Şam’da bir meydanda gördü. 

Âriflerin Mekîbeleri’nden nakledilir ki: “Mevlâna Hazretleri, bir gün Şam’da bir meydanda dolaşıyordu. Kalabalık arasında siyah giyinmiş, başında bir külâh bulunan değişik bir zâtla karşılaştı. Bu adam, Mevlâna’nın yanına gelince onun mübârek elini öpüp, ‘Ey dünyanın sarrafı beni anla’ dedi. Bu Şemseddin-i Tebrizî Hazretleri idi. Mevlâna onunla meşgul olmaya başlamadan o, kalabalık arasında kaybolup gitti.

Hazreti Mevlâna’nın Hazreti Şems’le sohbetleri ve hâlvetleri haddi aşınca bütün Konya halkı kıskançlıklarından ayaklandılar. Sonunda hepsi birleşerek Hazreti Şems’in aleyhine yürüdüler. Dostlar arasında büyük bir çözülme oldu. Nihâyet Hazreti Şems ortadan kayboldu. Bir ay kadar kendisini aradılar, fakat hiçbir iz bulamadılar.

Hazreti Mevlâna bundan sonra semânın temelini attı. Aşıkların aşkı ve şevki ile dünyanın her tarafı doldu. Sayısız ve her tabakadan insan Mevlâna’ya yöneldiler. Herkes şiirler okumaya başladı, vecde ve mânevî neşeye kapıldı. Gece gündüz daima semâ ve mânevî neşeyle meşgul olundu.

Hayli münkîr kişiler dedikoduya başladı ve, ‘Bu ne acayip bir şeydir, yazıklar olsun! Böyle nazlı ve bilgin bir şehzâde birdenbire delirdi. Semâ, riyâzat ve açlıktan aklını kaçırıp deli oldu. Bütün bunlar o Tebriz’li şahsın yüzünden oldu’ dediler.

Bu hâl tıpkı Hazreti Muhammed’in hakkında inanmayanların söylediği şeylere benziyordu. 

Hazreti Mustafa şöyle buyurmuştur: ‘Kulun Tanrı’ya olan imanı, ancak cahil insanların onu delilikle bağdaştırmaları ile tam olur’..”

AŞK VE İMAN – 1

Âriflerin Menkîbeleri’nde Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Bir defa Tanrı’nın güzelliğini görürsen bir daha başkasının yüzüne bakmazsın.”

Hazreti Mevlâna, Hazreti Şems’in hakîki yüzünü gördüğü an, oraya iman edip aşık oldu. O hakîki yüz görününce, gözü ondan başka hiçbir şeyi görmedi. 48 bin kasîde ve beyitlerle, bütün methiyeleri Şems için söyledi. Hazreti Şems’in hakîki yüzünü gördükten sonra kendisi de ona ulaştı, o oldu ve onun nurunda yok oldu.

Yine Âriflerin Menkîbeleri’nde mürşid-i kâmilin hakîki yüzü ile ilgili şöyle bir hikâye nakledilir:

“Semâ esnasında bir mürid daima Hazreti Mevlâna’nın karşısında durur ve şaşkın bir şekilde yüzüne bakardı. Diğer arkadaşlar neşe, sevinç ve eğlence ile meşgul olurlardı.

Mevlâna bir gün bu müride, ‘Niçin karşımda durup dikkatli dikkatli yüzüme bakıyor, semâ yapmıyorsun’ diye buyurdu.

Mürid baş koydu ve, ‘Dünyada senin mübârek yüzünden başka bakılıp seyredilmeye değer bir yüz var mı? Bu kul, mübârek yüzünü seyretmekte bulduğu zevk ve memnuniyeti başka hiçbir kimsenin yüzünde bulmamıştır’ diye cevap verdi.

Mevlâna, ‘Çok iyi, mübârek olsun! Fakat bizim diğer bir gizli yüzümüz vardır ki, sen onu bu gözlerinle göremezsin. O yüze yönelmeye çalış ve o yüzü görmeye gayret göster. Bu gözüken yüz kaybolunca, o gizli yüzü görür ve derhâl tanırsın’ buyurdu.

Rubâi:

“Sevgilinin bize misafir olarak geldiği gün, ne hoş bir gündür. Gözümüz, onun güzel yüzünü görünce, bir güzellikler diyarı olur.

Gönlümüzde ayrılık derdi varsa, onun güneş gibi parlak olan yüzünden o derde dermân bulunur.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 4

Padişahlık kaydından kurtulup Hakk yolunda kendini arayanlar için Âriflerin Menkîbeleri’nden bir hikâye…

Bir gün Muîneddin Pervâne emîrlerle birlikte Mevlâna’nın ziyaretine geldi. Ancak, Mevlâna meydanda yoktu. Bekleme haddi aştı. Fakat Mevlâna hiç görünmedi. 

Pervâne’nin hatırından, ‘Zamanın şeyh ve bilginleri emîrlerin iltifatlarını mumla arıyor ve bunun için ölüyorlar. Mevlâna ise bizden neden kaçıyor’ diye geçti.

Bu sırada Mevlâna birdenbire medresenin toplantı yerinden çıktı ve şu hikâyeyi anlattı: Vezîrler ve devletin ileri gelen adamları, İslâm Sultanı’nın gelmekte olduğunu şeyhe haber vermek için önceden koştular. Şeyh hiç tınmadı. Sultan, adamları ile beraber bahçe kapısına kadar geldi. Şeyhten, Tanrı rızası için kapıya kadar gelmelerini rica ettiler. Şeyh hiç yerinden kımıldamadı. 

Sultan, şeyhin odasının kapısına kadar geldiği vakit, vezîr ileri koşup şeyhe, “Ey din ulusu! Sen, Kur’ân’da ‘Tanrı’ya onun elçisine ve sizden emir sahibi olanlara itaat ediniz’ âyetini okumadın mı? dedi.

Şeyh cevabında, “Tanrı’ya itaat ediniz’e kadar daldık ve baktık ki, daha ‘elçisine itaat ediniz’e bile başlamadık; nerde kaldı ki, emir sahiplerine” diye buyurdu. Bunun üzerine Sultan hemen baş koyup hâlis bir mürid oldu.

Şiir:

“Sema vaktinde, aşk şarkıcısı der ki, ‘Efendilik baş ağrısıdır.’

Aşk ve aşkın mezhebi ve milleti yetmişiki milletten başkadır.

Padişahların tahtı, aşk ve aşıkın tahtı yanında tahtadan bir kerevettir.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 1

Mevlâna, şiirleriyle, sanatıyla, düşünceleriyle bize tasavvuf yolunda en büyük kılavuz olmuştur. Başka sufîler gibi bir köşeye çekilmiş değildir. Hayata ve insanlığa yayılır. Günlük hayatta yaşar. Öyle ki cüzzamlısından düşmüşüne kadar tüm insanları sonsuz şefkatiyle kucaklar.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle anlatılır:

Hazreti Mevlâna ve arkadaşları ılıcaya teşrif etmişti. Ilıcaya ulaştıkları vakit Çelebi Emîr Âlim Hazretleri, Mevlâna’nın arkadaşlarıyla yalnız kalması için insanları hamamdan dışarı çıkarmış ve havuzu kırmızı, yeşil elmalarla doldurmuştu. 

Mevlâna Hazretleri içeri girdiği vakit insanların acele ile elbiselerini giydiklerini ve utanarak çıkmakta olduklarını, havuzun da elmalarla dolu olduğunu gördü.

Bunun üzerine, “Ey Emîr Âlim, bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetlidir ki, onları dışarı atıp havuzu elmalarla doldurdun. Bütün dünya ve onun içindeki şeyler, insanlar için ve insan da o dem için değil midir? Eğer beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki, ben de onlarla birlikte suya girebileyim” diye buyurdu.

Şiir:

“Dünyadan maksat insandır, insandan maksat da o nefestir.”

Sultan’ül-Ulemâ’nın halifêsi ve Mevlâna’nın babasından sonraki mürşidi Seyyid Burhaneddin Hazretleri, yanından ayrılırken Mevlâna’ya, “Sen artık yetiştin oğlum. Eşi benzeri bulunmayan bir bilgin oldun, haydi yürü de insanların ruhunu taze hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu suret âleminin ölülerini, kendi mânâ aşkınla dirilt” diyerek Mevlâna’yı insanları irşâd etmesi için yönlendirmiştir. O yüce Sultan, Tanrı aşığı bir ân olsun çalışmaktan vazgeçmemiş, gece gündüz yolda, bahçede hiç dinlenmeden hem sohbetlerinde, hem de yazılı eserlerinde insanı ve insanın gerçek kimliğini anlatmış, ilâhî aşk sırlarından bahsetmiştir.

Kasîde:

“Sakî şarap getir! Günler pek hoş, pek güzel! Bugün şarap içmek, sohbet otağı kurmak, gönülde aşk ateşini uyandırmak günü! Onu mânen bulmak, ona hayran olmak günü. 

Sakî nazik, şarap lâtif, günler değerli, şerefli günler! Meclis gökyüzü gibi aydınlık, sevgili de ay gibi giizel! 

Ney sesini dinle! Aslında o ses ney’in değildir. Ona üfleyenin duygularının ney’den duyulan nağmeleridir. Sen aşk şarabını içmeye bak! Gam kendi derdine düşmüş, çırpınıp duruyor. 

Bugün tövbeden başka bozulacak birşey yok! Bugün sevgilinin saçından başka dağınık, perişan bir şey yok!

Bütün dünyanın heves ettiği, aşkına kapıldığı o güzel, balçıktan yaratılmıştır. Fakat o, gizli olarak Hakk’ın kudreti, yaratma gücü, sanatı ile süslenmiştir.

Bugün başka türlü bir gün, bugün nerede bir ölü varsa canlanır, dirilir. Bugün kör bile başka bir göze sahip olur. 

Nice beden vardır ki, toprak esiridir, mezarda çürümeğe mahkumdur. Fakat gönlü gökyüzünde emîr nice tohum var ki, toprak altına düşmüş, ondan biten ağaç yücelmiş, boy atmış. 

Gönlü mücevher, inci hazinesi olan bir varlık nasıl olur da kirli toprakta yaşar? Sevgilisini bağrına basmış olan bir kişinin nasıl olur da gönlü daralır, sıkılır?”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (94)

Cehalet okumamaktan mı kaynaklanıyor?

Okuyacak, öğreneceksin. Zaten Hazreti Muhammed’in ilk sözü, “Oku!” Neyi okuyacaksın? Sana yararı dokunacak, faydalı olacak şeyi okuyacaksın yoksa zamanın boşuna geçer. Eğitimini aldığın konudaki kitaplar sana fayda vereceği için o konu ile ilgili eserleri okuyacaksın. Mustafa Kemal Atatürk, “Hakiki mürşid ilimdir” diyor. İlimsiz bir yere varamazsın. Ayrıca, tarihini de okuyacaksın, nereden geldik bilmemiz lazım.
Ruhuna temel atacak kitaplar ise tasavvufi kitaplardır. Hazreti Mevlana’nın Fihi Ma-Fih’ini, Mecalis-i Seba’sını, Mektubat’ını, Sultan Veled’in Maarif’ini, Ahmet Eflaki Dede’nin Ariflerin Menkıbeleri’ni okursan temelin sağlamlaşır, dünya sende küçülür. Temelin sağlamsa bir gökdelen çıkabilirsin. Böyle bir temel atmadan sırf maddeyle yola çıkan gecekondudur, yıkılmaya mahkumdur. Bir ata sözü var, “Karun kadar malın olsa ne fayda!” Neden? Çünkü bir yere imanın, bir yere bağlılığın yok.
Hazreti Muhammed, ilim tahsil etmemiş, eline kitap, kalem almamış ama Allah, Hazreti Muhammed’de ümmi sıfatıyla çıktı. Hazreti Muhammed, sayısız bilgiye sahipti. Nereye baktıysa sevgiyle baktığı için her varlığı dile getirdi. Hazreti Muhammed’de sevgi ilmi vardı.
Hazreti Mevlana, Şems’le buluştuktan sonra zahir ilimleri bıraktı, kendini aşka verdi. “Cihan benim tekkem, alemler medresem” diyerek bütün varlıkları tahsil etmeye çıktı. Buna ömür yetmez.
Kur’an-ı Kerim kadar manalı sözler (ayetler) yazan kitap yok. Hazreti Mevlana, yediyüz sene önce Yasin suresini tefsir etti, insaların aya çıkacağını bildirdi. “Bir gün gelecek Ademoğlu aya çıkacak, aydan dünyaya menzil kuracak” dedi. Yasin semavattaki varlıkları dile getirir. Kur’an-ı Kerim’i okurken, bütün ayetlerinin manasına inecek, Kur’an’ı anlayacaksın.Kur’an-ı Kerim, insana gelmiştir. Yaşarken okuyup öğrenmemiz lazım, yoksa öldükten sonra bir fayda sağlamaz.
Ehl-i iman kişi ölmez. Bütün dostları tarafından en güzel dille anılır. Hazreti Muhammed’in, selam olsun üzerine, ne Yasin-i Şerif’e, ne İhlas-ı Şerif’e, ne Fatiha’ya ihtiyacı yok. Hazreti Mevlana’nın ve diğer Velilerin de yok. Onlar hayattayken canlı Fatiha idiler. Hakk’la Hakk oldular, hep Hakk’ı yad ettiler, gönüllerde yer aldılar. Biz onlara okurken, düşünelim; onları yüklenelim de toplumu aydın kılalım, kişiliklerini vererek güzel işlere sürükleyelim, güzel hizmetlere bulunsunlar, güler yüzlü, tatlı dilli olsunlar, kimseyi hor görmesinler, nefslerine hakim olsunlar, kırıcı konuşmasınlar.