MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 46

GÖNÜL KÂBESİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Yine Hazreti Mevlâna diyor ki: “Bütün iyi ve kötü, dervişin cüz’üdür. Eğer böyle değilse, o derviş değildir.” Ne buyurusunuz Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Cenâb-ı Mevlâna, bir başka yerde de şöyle buyurur, der ki: 

“Bütün bu âlemde ne görüyorsanız, hepsi sevgilimin ailesidir.” 

Neden böyle söylüyor? Çünkü hiçbiri Onun dışında değildir. Hiçbirini hor göremezsin, hiçbirini incitemezsin. Eğer incitirsen, bil ki o zaman sevgilini incitmiş olursun. Bu yüzden, Yaratan’dan ötürü bütün yaratıklara sevgi ve saygıyla bakarak ve hep birleyici sözler söyleyerek yola çıkmamız lâzım. İkiliğe hiç yer yok.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, Hazreti İsa, bir gün diyor ki: “Tanrı vardır ve sizler Ona bakıyorsunuz.” Ne dersiniz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa, çok yerinde söylüyor. Çünkü İsa konuşurken, dinleyenler ona bakıyor. Ama kendisi diyemiyor ki: “Ben Tanrı’yım!” 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Ama bir tek Hazreti İsa böyle söylemiş, başka hiçbir peygamber veya velî söylememiş.

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa dedi ama, Hazreti Şems’in de buna benzer bir esprisi vardır, şöyle ki: Şems-i Tebrizî Hazretleri, selâm olsun üzerine, bir gün yolda gidiyormuş. 

Hocanın biri yolunu kesmiş, ama bilmiyor Şems kimdir, dönmüş demiş ki: “Derviş baba, sana bir şey sorabilir miyim?” 

Şems demiş: “Sor!” 

Hoca sormuş: “İblis ne çeşittir?” 

Şems-i Tebrizî hemen cevap vermiş: “Senin gibi!” 

Hoca kızmış: “Hâşâ! Nasıl olur benim gibi?” 

Hazreti Şems yine cevaplamış: “Tabi senin gibi! Sorsaydın Rahman’ı ne çeşittir, o zaman ben yine derdim, senin gibi!”

Kişi ne havadaysa, aynen onu yaşar. Bunlar hep güzel derslerdir bizlere.

Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. 

Cenâb-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed Efendimizden göstermiştir. Onunla beraber Peygamberlik defteri örtülmüştür ve Velâyet defteri açılmıştır. Ondan sonra gelen bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönüllerini vermişler, Onu kendilerine sevgili edinmişler ve topluma Onun yüzüyle çıkmışlardır. 

Cenâb-ı Mevlâna, ‘Gönül’ hakkında şöyle bir dil sarfeder:

“Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür.

Cenâb-ı Hakk , görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.

Şunu iyi bil ki, sen, Allah’ın evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe’ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez. 

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin.

Allah’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hakk; ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!’ diye buyurur.

Çünkü, altın ve gümüş, bizim için hiçbir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir.

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’den de, Kalem’den de!.. 

Harâb gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk’ın nazarında hacdan da, ümreden de değerlidir.

Hakk’ın defineleri, harâb gönüldedir! Harâbelerde, pek çok defineler gömülüdür.

Mutlu olmak, mânen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak.

Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar.

Dilinden sel gibi âb-ı hayat akar; nefesin, Hazreti İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara devâ olur.

İki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; ‘Sen olmasaydın, bu kâinatı yaratmazdım!’ hadîsinin mânâsını düşün. 

Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekânın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı? 

Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz.”

Yine bir başka seslenişinde şöyle diyor Hazreti Mevlâna:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey…

Kimden kapıp, kurtarıyoruz Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!..”

Bunları dile getirmemin sebebi şudur: Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için sevgi ve gönül şarttır. Yoksa boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 39

SUYA BATMADAN DEREYİ GEÇMEK…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, Osmanlılar zamanında bir kasabada bir Mevlevî dergâhı varmış. Bu dergâhla şehrin arasından da bir dere geçiyormuş. Mevlevî dergâhının Dede’si dervişlerine şöyle dermiş: “Dergâha gelirken yandaki dereden geçin ama suyun size dokunmasına izin vermeyin.” Fakat bu derenin üzerinde bir köprü yokmuş. Pek çok derviş dereyi geçmeyi denemişler, ama suyu geçtiklerinde her defasında su onları ıslatıyormuş. Bir gün dervişlerden biri dayanamayarak Dede’ye gitmiş, demiş ki: “Bize bilmeceler veriyorsun, dereye geçmeye çalışıyoruz, ama mümkünü yok ıslanmadan geçemiyoruz. Bir köprü olsaydı elbet dereyi geçerdik. Ne yaparsak yapalım derden geçerken su bizi ıslatıyor.” Bunun üzerine Mevlevî Dede’si, “O zaman şimdi ben bir geçeyim de, siz beni izleyin” demiş. Ve Dede dereden geçmiş. Elbet su onun da ayaklarına dokunmuş. Bunu gören dervişler, “Dede bak, su sana da dokundu” demişler. Mevlevî Dede’si demiş ki: “Benim bildiğim kadariyle su bana dokunmadı. Ben yalnızca şahidim. Su benim ayaklarıma dokundu, ama bana dokunmadı. Ben yalnızca buna şahid oluyorum.” 

Hasan Dede, şimdi size sorum şu: Biz bu dünyadan geçiyoruz. Dervişlerin dereden geçtiği gibi, eğer dünya bizim içimizde değilse, biz yalnızca şahid mi oluyoruz? Şehâdet getirirken de, ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah’ diyoruz, bu konuda ne buyurursunuz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Dede Efendi’nin sudan geçmesinden ve sadece ayaklarının tabanına suyun dokunmasından anlıyoruz ki, Dede Efendi tamamen teslîmiyette. Teslîmiyette olduğu için ıslanmadan geçiyor. 

Şimdi şöyle bir misâl verelim: Dede, suya girdiği zaman Allah’ı zikrediyor. Allah… Allah… Allah… Ve sudan yürüyerek geçiyor. Dervişleri de onun arkasından suya giriyorlar, onlar da Allah diyorlar, ama ne kadar Allah deseler de suya batıyorlar. Dede, onlara dönüp sesleniyor, “Siz, Allah demeyin, çünkü siz daha onun büyüklüğüne, güzelliğine vâkıf değilsiniz. Siz, ‘imanım Şeyhim’ deyin ve arkamsıra yürüyün. Dervişler başlamışlar, “İmanım Şeyhim” demeye ve Dede’nin arkasınca yürüyerek, hiç suya batmadan dereyi geçmişler. 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Suya batmadan dereyi geçmenin formülünü bulduk mu o zaman Dede? :)”

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Evet… Formülünü bulduk!:) Şeyhini koyacaksın gönlüne, hiç çıkarmayacaksın, her nefeste kalbinde onu zikredeceksin ve bu dereden ıslanmadan kolayca yürüyüp geçeceksin…

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN DİLİNDEN HAZRETİ MUHAMMED – 9

Bir kasîdesinde, “Küfür, insanlığın elbisesini karartmıştı. Muhammed’in nuru imdada yetişti” diyen Hazreti Mevlâna, Mektubat’ında, Hazreti Muhammed’in, insanlığa sevgi konusunda gösterdiği yolu şu şekilde bildirir:

“Mustafa, mescitte oturuyordu; birisi, mescidin kapısının önünden geçti. Dostlardan biri, ey Allah elçisi dedi, ben şu geçen kişiyi seviyorum. Mustafa, kalk buyurdu, bu sevgiyi ona bildir. Sizden biri, birisini sevdi mi, sevgisini ona bildirsin.”

“Sevgiyi göstermek gösteriş değildir” diyen Hazreti Mevlâna, yine der ki:

“Yüce Allah’a en sevgili olan, Allah katında en üstün olan şey, yüce Allah için birisini sevmektir.”

Ve yine Mektubat’ta Hazreti Muhammed’den şu sözleri nakleder:

“Kim, işi darmadağın olan birisinin işini düzene koyarsa, Allah da onun işini düzene koyar.”

“Dervişliğin nişânesi, belirtisi nedir?” diye soran Hazreti Mevlâna, yine şöyle cevap verir:

“Herkese elinden geldiği kadar iyiliklerde bulunan, yardımcı olan, etrafa inciler saçan cömert kişi; tatlı dilli olup, kimseyi incitmeyen, değerli sözler söyleyen seçkin insan derviştir. Yoksa herkesi aldatmak için yüz parçadan dikilmiş yamalı hırka giyen kişi derviş değildir.”

Rubâi:

“Bir yükseklerdeniz, yükseğe gideriz. Biz denizdeniz, denize gideriz.

Hazreti Muhammed’in hırkasına yapış da içinden Bilâl’in aşk sâlâsını her zaman dinle.”

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 20

Sevgili canlar…

Ey gönül, Allah’tır seni yaratan,

Çağırıp sesini duyurmana bak.

Bu nasıl perdedir kalkmaz aradan,

Uğraşıp ey dost, perdeyi kaldırmana bak.

Bu dünyayı dörde bölüp hesap et,

Sıratı, sıfatı inceleyip de seyret,

Bütün kötülükleri özünden defet,

Mânâ dolu sözlerini duyurmana bak.

Niceleri geldi geçti bu handan,

Doymuyor ki nefis hiç topraktan,

Ne olur dostum, şu canını bağışla candan,

Canını Canâna bağışlamana bak.

Kurduğun nizâma karışmam artık,

Bazı zaman oldu ki bu candan bıktık,

Belki bilmeyerek yolundan çıktık,

Ey dost, irşâd için bir mürşid-i kâmile bak…

DERVİŞ SIRTINA BASILMAZ…

Her zaman söylerim: Bütün tasavvuf ehlinin Pîri, Hazreti Ali Efendimizdir, en büyük derviş odur. Onun sembolik olarak kimliğini görmek isterseniz, kapının eşiğine bakın; eşiktir Ali; hep secdede durur Hazreti Muhammed’e. Bu yüzden tasavvufta, eşiğe basmak hiç doğru kabul edilmez. Çünkü Ali’nin sırtına basmış gibi olursun.

Mahmut Hüdâyî Hazretleri hayattayken, o devirlerde Ali isminde bir genç delikanlı, sevdiği kızla beraber Sarayburnu’nda deniz gezisi yapıyorlar. Kızın adı da Kösem Sultan.

Bu ikisi gezerken sandalları lodosa tutuluyor, parçalanıyor. Lodos, kızı bir tarafa sahile atıyor, çocuğu da atıyor Üsküdar’a doğru. Çocuk yüzerek çıkıyor Üsküdar’a. Gönlünden geçiriyor, diyor, ‘Dalgalar sevdiğim kızı da götürmüştür; ben artık onsuz yaşayamam, dünya bana zindan, yaşamak bana haram’ ve gidiyor Mahmut Hüdâyî Hazretlerinin dergâhına, ona evlat oluyor ve artık dünyaya veda ediyor. Ama Kösem Sultanı da gönlünde yaşatmaya devam ediyor.

Fakat meğerse, dalgalar atmış Kösem Sultanı da sahile. Harem ağaları bulmuşlar Kösem Sultanı, bakmışlar ki ayın ondördü bir kız. Banyo yaptırmışlar, üstünü başını temizlemişler, çıkarmışlar o devrin padişahı Sultan Ahmet’in karşısına. Padişah tabî kızı çok beğenmiş, hemen nikâh kıymış evlenmiş Kösem Sultan’la ve zamanla aralarında çok güzel de bir sevgi meydana gelmiş.

Şimdi bir gün, Sultan Ahmet alıyor Kösem Sultan’ı gidiyorlar Mahmut Hüdâyî Hazretlerine. Bakıyorlar ki, bahçede elma ağaçları güzel elmalar meydana getirmiş. Kösem Sultan’ın canı elma çekiyor, ama ne Sultan Ahmet dallara yetişebiliyor ne de kız.

İster misin… Ali, derviş olmuş artık; bir görüyor Kösem Sultan’ı, diyor, “Yâ Rabb, sana binlerce şükür, sevgilim hayattaymış.” Ama gizliyor kendini, sakalı da olduğu için tanınmıyor fazla.

Hemen gidiyor, yüz üstü yatıyor Kösem Sultan’ın ayakları altına, “Basın sırtıma koparın elmayı” diyor.

İşte Sultan Ahmet, “Hayır” diyor, “derviş sırtına basılmaz, elma yerinde kalsın, kalkın ayağa.”

Bunun üzerine, derviş Ali izin istiyor, kendisi tırmanıyor ağaca, koparıyor bir elma uzatıyor Kösem Sultan’a; elmayı uzatırken de gözlerinin içine bakıyor ve gözyaşları döküp oradan uzaklaşıyor.

Rubâi:

“Tenden ve candan dışarı olan derviştir. Yeryüzünden ve göklerden yüksek olan derviştir. 

Cenab-ı Hakk’ın bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu. Hakk’ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir.”

GELENİ HEP BERABER SAYALIM…

Bu dalgaları ne görüyorsunuz denizde, onların hepsi zikirdir. Deniz kıyıya geldiği zaman, ‘Allaaahhh’ diye zikreder. Koskoca deniz… hakikatte deniz ruhanîyettir. Coşmuş şimdi, tevhid yapıyor.

Bir gün dedenin biri oturmuş deniz kıyısında, denizin zikrini seyrediyor.

Bir çift de yeni evlenmişler, gidiyorlar gelinin babasına, geçiyorlar denizi kıyısından. Dedeyi görüyorlar, oturmuş denize bakıyor. Selâm vermişler, almış selâmlarını dede. Yollarına devam etmişler.

Bir iki saat kayınpederlerinde oturmuşlar. Dönüşte yine aynı yoldan yürüyorlar, dedeyi görmüşler.

Adam hanımına dönüp demiş, “Vaktimiz nasıl olsa biraz var, gidelim şu dedeye takılalım. Soralım kaç tane dalga saydın şimdiye kadar?”

Gelmişler dedenin yanına. Tekrar selâm vermişler, dede selâmlarını almış.

“Dede efendi bir şey sorabilir miyiz?”

“Buyrun evlatlarım sorun.”

“Biz iki üç saat önce buradan geçtik, sana selâm verdik. Sen hiç yerini değiştirmemişsin, aynı yerde duruyorsun. Acaba şimdiye kadar ne kadar dalga saydın?”

“Aah evlatlarım” demiş dede, “oturun yanıma, geçeni bırakalım da, geleni hep beraber sayalım.”

Dede düşer mi tuzağa… dalgaları saymamış, onların sesini dinlemiş; şimdi mademki sayı istiyorsunuz, oturun beraber sayalım.

Hiçbir yer yoktur zikirsiz. Sabah şafakta kalk, bahçede varsa ağaçlar, aç pencereyi bekle. İsrafil eser; rüzgâr. Estiği zaman yaprakların sesini dinle.

“Lâ ilâhe illallaaaahh…”

‘Lâ ilâhe illlallah’ Hazreti Muhammed’in zikridir. Bu zikre ism-i âzâm derler. Hazreti Muhammed ilk bu ismi zikretmiştir. Yâni, ’Cihan boş ancak sensin Allah.’

Zikirsiz bir yer yoktur… Buğdaylar, tane yapmak için, onlar da sevişirler. Sevgisiz, muhabbetsiz hiçbir şey yoktur bu âlemde. Eser İsrafil, başlarlar buğdaylar dalgalanmaya, “Allaaah, Allaaah, Allaaah…” Hemen arkadan başaklar tanelerini yaratırlar.

Her yerde bütün varlıkların sevgiye ihtiyacı var. Dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi var, aşk var.

DİKKATLİ OL YAKMAYASIN…

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri, selam olsun üzerine, hayattayken fırıncılık yapardı.

Bir gün fırının başında otururken, geçiyor kendinden. 

Evliyâlar öyle pek uyumazlar, otururken diz üstü, hafifçe geçerler kendilerinden.

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri de geçince kendinden, bir mânâ tecellî ediyor. Fatma annemiz geliyor fırına.

“Selamün aleyküm ya Seyyid” diyor.

Hemen kalkıyor Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri, “Ve aleyküm selam ya ciğerpâre Fatma” diyor.

Fatma annemiz elindeki ekmeği göstererek, “Bu ekmeği Hasan’la Hüseyin’e yaptım, fırında pişirmen için getirdim, ama dikkatli ol yakmayasın” diyor.

“Saddak” diyor, “ya Fatma.” Alıyor ekmeği, mânâda, koyuyor fırına.

Rüya içinde rüya… Mânâda da geçiyor kendinden Seyyid Ahmed Rıfaî, ekmek kül oluyor fırının içinde.

Fatma annemiz geliyor, bakıyor ki ekmekler yanmış, Seyyid’e çıkışıyor.

“Sen böyle mi Hazreti Peygambere, ceddine saygıda bulunuyorsun? Bilmiyor musun Hasan’la Hüseyin o ekmekle karınlarını doyuracaklar. Bak onları ekmeksiz bıraktın.”

“Ya Fatma” diyor Seyyid Ahmed Rıfaî, “ben Resûlallah’la tefekkürdeydim, onunla muhabbet ediyordum. O esnada ekmekler yanmış. Eğer sözlerim hakikat değil ise, beni bu ateş yaksın.” 

Ve hemen açıyor fırının kapısını, “Allaahh!..” diye bağırıyor ve atıyor kendini fırına.

İyi ama, o kendini ateşe atar atmaz, fırındaki ateş gül bahçesi hâlini alıyor.

Şimdi, Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri der, selam olsun üzerine, “Zor duruma düşmeden burhan yapmayın. Üç gün aç kalmışsınız, çıkaramamışsınız rızkınızı; üç günün sonunda bir burhan yapın, ya rızık gelir, ya sizi huzuruna alır Allah.”

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri de böyle saygıdeğer bir kişiliğe sahiptir.

BENİM USTAM HAZRETİ RESÛLALLAH…

Mevlânamız buyurur der ki: “Nebîlerde, velîlerde gören göz, Ali’dir.”

Şimdi Mevlâna, Ali’yi neden bu kadar yüce bir yere koyuyor?..

Çünkü Hazreti Peygamber Efendimiz, Hazreti Ali’ye Ali ismini verirken, annesi babası dediler, ismini Esed koyalım. Esed’in mânâsı, arslan.

Hazreti Peygamber Efendimiz, “Hayır” dedi, “bu çocuğun ismi Ali olacak. Ali’nin mânâsı, yücelik. Öyle bir yüceliklere sahip olacak ki, gün gelecek yaşayanlar işitecek ve görecek.”

Şimdi, Hazreti Hamza, selam olsun üzerine, Kureyş kabîlesinin pehlivanıydı, onun yerini alacak bir adam yoktu. Çok güzel dövüşürdü, çok güzel kılıç kullanırdı.

Kureyş kabîlesinden Abdud isminde biri daha vardı. O da çok iri-yarı bir adam.

Hazreti Hamza bir gün panayıra gidiyor. Burada Abdud, bir kadına göz koyuyor, kavga çıkartıyor ve o kadının iki kardeşini öldürüyor. Hazreti Hamza dayanamıyor atıyor kendini o kavgaya, eğer atmasa Abdud daha büyük zararlar verecek. Kavgayı durduruyor. Abdud’u da oradan uzaklaştırıyor. İyi ama, ikisinin arası açılıyor.

Kardeşleri öldürülen kadın da, Hamza’nın gösterdiği bu cesarete, adaletine hayranlık duyuyor ve Hamza’ya sevgi besliyor.

Aradan bir sene kadar bir zaman geçiyor, kadın Hamza’yı tekrar panayıra davet ediyor, eğer yine bir kavga çıkarsa, orada bulunsun ve kavgayı önlesin.

Şimdi Hazreti Hamza düşünüyor, Abdud iri-yarı ve kendini ölüme atan bir kişi, cemaati de kalabalık; yalnız oraya gidilmez diyor, geliyor Hazreti Peygamberin huzuruna, “Ya Resûlallah şöyle bir durum var” diyor, anlatıyor durumu.

“Şimdi tekrar davetliyim” diyor, “cemaatinden bana yardımcı olarak kimi verirsin, benim yanımda bulunsun?”

Peygamber Efendimiz diyor, “Sana Ali’yi vereceğim.”

Hazreti Hamza şaşırıyor. “Ali” diyor, “daha çocuk, 16 yaşında, ben onu görmedim hiç kılıç kuşansın, görmedim bir yerde ok atsın, görmedim bir yerde dövüşsün, onu bana niçin veriyorsun? Bu çocuk orda harcanır.”

“Şefkatli amcam, benden birini istedin ben de sana Ali’yi verdim. Sen ise Ali hakkında bir sürü uygunsuz sözler konuşuyorsun. Şimdi beni dinle. Al Ali’yi yanına, çıkın meydana, orada bir tahtadan nişan dikin ve o nişanı oklayın. Bakalım hanginiz daha güzel ok atacaksınız, öğrenin birbirinizi. Sana lafım yok amca, sen Kureyş’in en üstün pehlivanısın. Okta da, kılıçta da, her şeyde. Şimdi Ali’yi çocuk görüyorsun ama, hem ok atışında dene Ali’yi, hem de kılıç kullanmasında.”

Hamza’nın aklı duruyor, ama iyi bakalım diyor, var bunda bir şey…

Alıyor Ali’yi, geliyorlar meydana. Bir nişan kuruyorlar. Hamza dönüyor Ali’ye, “Hadi yeğenim Ali, koy okunu yaya, ger, at bakalım.”

Hazreti Ali Efendimiz dönüp diyor ki, “Amca, sen ustasın, önce sen at, sonra ben atacağım.”

Hazreti Hamza, koyuyor yaya oku, atıyor. Bugünkü tâbirle, onikiyi vuruyor.

Hazreti Ali Efendimiz bakıyor ki, onikiyi vurmuş, tamam. O da koyuyor oku yaya, geriyor, bırakıyor oku; ok, Hazreti Hamza’nın okunu vuruyor, ikiye ayırıyor.

Hamza bunu görünce şaşırıyor, “Allah Allaaah… ne kadar güzel attı, ne kadar güzel nişancı.”

Arkadan kılıç oyununa girişiyorlar. Kılıç oyununda da, Hamza görüyor ki Ali çok üstün kılıç kullanıyor.

Hadi, at üstünde de kılıç oyunu yapıyorlar, Hamza’nın elinden kılıcı uçuruyor Ali.

Hamza duruyor, soruyor Ali’ye, “Bu marifetleri sen kimden öğrendin? Benim üstüme usta yoktur, ama sen beni de geçtin.”

İşte Ali’nin verdiği cevap, “Şefkatli amcam benim ustam Hazreti Resûlallah, her şeyi o bana öğretti.”

Susuyor Hamza, bir şey diyemiyor. “Hadi” diyor, “Ali çıkalım yola.”

Beraber çıkıyorlar yola, geliyorlar panayır yerine. Abdud’un bulunduğu handa konaklıyorlar.

Sabah olunca, Abdud çıkıyor hanın bahçesine, meydan okuyor. 

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, hemen Hamza’dan önce davranıyor, giyiniyor, iniyor meydana.

Abdud’a diyor, “Ne bağırıp çağırıyorsun? Ne istiyorsun?”

Abdud, “Hadi” diyor, “sen burdan uzaklaş, baban benim dostumdur. Sen benim yanımda daha çocuksun, amcan gelsin karşıma.”

“Bırak amcamı, karşında ben varım” diyor Ali, “Nasıl istersen seninle dövüşürüm.”

Abdud diyelim bir fil, Ali onun yanında bir ceylan gibi duruyor, ya da bir küçük arslan.

Abdud diyor, “O zaman, beni belimden tutup tek elinle havaya kaldırırsan seninle hiçbir iddiada bulunmayacağım, teslim olacağım sana.”

Hazreti Ali geliyor Abdud’un karşısına, geçiriyor elini Abdud’un kuşağına, bir “Ya Hayy” diyor, koskoca Abdud havada. İndiriyor tekrar yere. 

Abdud’un aklı duruyor.

“Hadi şimdi sen gel beni kaldır” diyor Ali.

Abdud, Ali’yi çocuk görüyor ya, geçiriyor kolunu Ali’nin kuşağına. O da bir nârâ atıyor, ama yerinden oynatamıyor Ali’yi. Hazreti Ali ayaklarını sanki yedi kat yer dibine sokmuş, hiçbir türlü kıpırdatamıyor.

Kılıç oyununa girişiyorlar, kılıç oyununda da kılıcını alıyor Ali. En sonunda Abdud’u bir güzel hırpalıyor. 

Abdud’a ceza veriyorlar, çölde bir ağaca bağlıyorlar, orda çok feci bir şekilde canını veriyor.

Yani Hazreti Hamza’nın aklını durduran ve Müslümanlığa sürükleyen Hazreti Ali olmuştur.

MUHAMMED’İN ARSLANI…

Yüzyirmidörtbin peygamber geldi bu aleme, peygamberliklerini yaparlarken kendi cemaatlarından sıkıntılara düştüler, el açıp yalvardılar Allah’a, cemaatlarına ceza versin, yardım istediler. İster misin gönderdi yardım; ateş yağdırdı, depremler yarattı, fırtınalar çıkardı peygamberlerini kurtarmak için.

Hazreti Ali hakkında hiçbir velînin söylemediği sözü Mevlâna söyledi. Ne dedi Mevlâna? Ali’ye nasıl bir büyüklük verdi?

“Peygamberler sıkıntılara uğradıkları zaman, onlara yardım eden o Allah, Ali’ydi. Ceddim Hazreti Muhammed’e aşikâr geldi.”

Beşer sıfatında geldi. Bakın Mevlâna nasıl bir sır çıkarıyor ortaya…

Hazreti Muhammed ile Hazreti Ali, bir nurun bir ruhun suretleridirler. Onları iki gören, şaşı sayılır.

Peygamber Efendimiz, miraçta Allah ile görüştüğü zaman, görüştüğü o Allah, Ali idi. Ali’den başka kimse yoktu miraçta. Ama bunu pek bilmezler, başka türlü anlatırlar.

Camide hocaların anlattığına göre; Hazreti Muhammed miraca çıktığı zaman, Allah’ın huzuruna gelmeden önce, miraç kapısının önünde bir arslan vardı. Çok heybetli duruyordu.

Hazreti Muhammed, o arslanın heybetinden kapıdan giremiyordu Allah ile görüşsün.

Allah’tan emir geldi, “Habibim” dedi, “parmağındaki yüzüğü çıkar, arslanın ağzına at. Heybetini örtsün, öyle gel huzuruma.”

Hazreti Muhammed attı yüzüğü arslanın ağzına, arslan ağzını kapattı. Heybeti örtüldü, Resulallah girdi içeri.

Şimdi Hazreti Muhammed, miracı anlatırken sahabeye, yüzüğü de anlattı. Hazreti Ali Efendimiz o esnada sahabenin arasında oturuyordu. Hemen elini attı kuşağına, çıkardı yüzüğü, “Ya Resulallah” dedi, “bu yüzük müydü?”

“Evet.”

Resulallah Efendimiz yüzüğü aldı Ali’den. Ali’ye ‘Allah’ın arslanı’ sıfatı buradan verilmiştir.

Şimdi bize göre; hakikatte Ali, Hazreti Muhammed’in arslanıdır. Hazreti Muhammed uğruna cihanı yerinden oynatır Ali. Orada ikisinden başka kimse yoktu, katiyen.

Şiir:

Sırrımda cananım benim Ali’dir Ali, 

Gönlümde sultanım ah dostlar Ali’dir Ali, 

Can ile cananım bellidir belli, 

Hakk yolunda bana velîdir velî, 

Koy desinler bana delidir deli, 

Kazandım ben alem kaybetti. 

Buldum Hakk yolunda dünya güzelini, 

İsmi latif ile HU diyelim…

SENİ BEKLEDİM YA ALİ…

Kainat yaratılmadan önce, Muhammed’in nuru yaratıldı. O nur, bütün insanlık alemine yayılmıştır. 

Kimse kendisini başka birinden üstün görmesin, başkalarını da hor görmesin, çünkü hepsinde Muhammed’in nuru var.

Bu aleme ne kadar Peygamber geldiyse, hepsi kendi cemaatlerine peygamberlik yaptılar, ama Hazreti Muhammed gelince, nübüvveti giydiği zaman, Hira dağına çıktı ve orada ilan etti peygamberliğini. Şöyle seslendi: “Ben bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim.”

Bakın, bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim, diyor.

“Ey Musa cemaati, bana gelin Musa’yı benden dinleyin. Ey İsa cemaati, gelin İsa’yı benden dinleyin. Ey Davud cemaati, gelin Davud’u benden dinleyin” dedi.

Hepsini çağırdı. Neden? Çünkü daha kendi cemaati yoktu.

O sıralarda da Şahımız Ali yirmi yaşlarına varmıştı. Resulallah da kırk yaşlarındaydı. Bir yerde Hazreti Muhammed’in evladı sayılır Hazreti Ali.

Mevlânamızın çok güzel bir keşfi vardır Ali hakkında, der ki: “Ali’nin Zülfikâr’ını çok keskindir diye methederler; Ali’nin ilmi Zülfikâr’ından sayısız kat daha keskindir.”

Ali çok büyük bir ilme sahiptir. Kur’an, Ali’nin burhanıdır. Hep yanında büyüdü Hazreti Peygamberin, hiç ayrılmadılar. 

İlk Muhammed’in yolunu kabul eden Hazreti Hatice annemizdir, kızlardan Hazreti Fatma annemizdir, çocuklardan Hazreti Ali’dir.

Şimdi Hazreti Muhammed, Ali’ye diyor ki: “Hadi sen de gel benim yoluma.”

Ali, o sıralarda on yaşlarında. Dönüp Hazreti Muhammed’e diyor ki: “Ya Muhammed, izin verir misin, gideyim babama sorayım?”

“Tabi Ali” diyor Hazreti Peygamber gülümseyerek, “izin veririm, hadi git sor babana.”

Kalkıyor Hazreti Ali, çıkıyor kapıdan, gidecek babasına sorsun… hemen dönüyor geri, koşarak geliyor Resulallah’ın huzuruna.

“Ali ne oldu?” diye soruyor Resulallah, “Ne çabuk geldin?”

“Vazgeçtim” diyor, “babama sormaktan.”

“Neden?”

“Sen beni çağırıyorsun kainatı yaratana; baktım ki babamı da o yaratmış; seni de beni de… Ben niye gideyim sorayım babama!”

Gülüyor Hazreti Resulallah, “Hah!” diyor, “şimdi seni daha çok sevdim; bak çok çabuk çalıştı aklın senin.”

Şimdi oldular, Ali’yle beraber dört Müslüman; sonra yavaş yavaş yayıldı.

Şimdi Ali geldi yirmi yaşlarına, Peygamber de kırk yaşlarında, peygamberliğini ilan edecek; Ali dönüp diyor ki: “Ya Muhammed, neden bu kadar bekledin? Neden daha önce ilan etmedin peygamberliğini?”

İşte Hazreti Muhammed, “Seni bekledim ya Ali! Büyüyesin de beraber bu dini yayalım. Ben doğuştan hem velîyim, hem de doğuştan nebîyim ya Ali… ama seni bekledim.”

Beraber yaydılar İslâm dinini.

Gün geldi yine aldı Ali’yi karşısına, binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi ve “Ya Ali” dedi, “benden sonra artık bu aleme peygamber gelmeyecek, nübüvvet defteri benimle kapandı. Benden sonra çok velîler gelecek; bütün velâyetin, yani velîlerin başı sen olacaksın.”

İmam Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, Kırklar’ı vardı, o binbir sırrın anahtarını çıkarmaya başladı. Hazreti Ali Efendimiz bütün hakikatların Pir’idir. 

Bugün sorsalar bütün tasavvuf ehlinin Pir’i kimdir bu alemde? Hazreti Ali’dir.