MANEVİ MENKIBELER – 90

YARINA GÖRE KONUŞACAĞIZ…

Bir gün Mevlana’ya demişler ki: “Huzurunuza sadrazamlar, arada sırada da padişahlar geliyor. Ne olur ya Hüdavendigar, biraz onlara göre muhabbet sunun.”

Hazreti Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu gönül ister onlara göre bir şey ikram etsin. Ama muhabbet bana ait değil, muhabbet yolcuya ait. Benden o muhabbet zuhura geldiği zaman, benim ağzımdan çıkan sözleri hem ben dinliyorum, hem de cemaat dinliyor. Her iki taraf da o sözlerden irşad oluyoruz.”

Hiç bayat bir şey sunmamışlardır. Daima güne göre, saate göre, hep taze ikramlarda bulunmuşlardır. 

Hatta bir gün Hazreti Mevlana’ya şöyle bir soru sormuşlar: “Sen çok konuşuyorsun, çok şey söylüyorsun ya Mevlana… bir gün bu muhabbet bitebilir. Bittikten sonra bu güzel sözleri, bu güzel muhabbetleri nereden dinleyeceğiz?”

Mevlana şöyle bir cevap veriyor, “Efendiler!” diyor, “Bir kuyudan su aldığınız zaman kuyunun suyu bitiyor mu?”

“Bitmiyor.”

“Pekala, ertesi gün kuyuda su bulunuyor mu, bulunmuyor mu?”

“Bulunuyor, çünkü tazesi geliyor.”

“O zaman yarına varsak, biz de yarına göre konuşacağız, yine muhabbetlerin tazesini sizlere sunmaya çalışacağız.”

Allah’ın muhabbeti hiçbir zaman bitmez. Bizlerdeki bu geçici ömürler biter, bâki kalan kendisidir. Kimi nöbete koyarsa bu alemde, yine oradan muhabbetlerini dile getirir.

Onun için, ne kadar şükretsek Rabbimize az… Hazreti Mevlana’ya acizane bende olmaya çalışıyoruz. Çünkü o nerede, biz neredeyiz? Onun o mertliği, o sonsuz şefkati, bizlere kadar ikramını göstermiş. O bir okyanus, biz ise bir zerreyiz…

MANEVİ MENKIBELER – 78

ŞEFKAT DOLU BİR YER AMA…

Karamanoğulları’nın ağası, Hazreti Mevlana’nın müridi idi. Fakat ona aşkla imanla değil, akılla bağlıydı. 

O devirde birçok hatip vardı. Her yerde çeşitli kişiler konuşuyordu. 

Bu ağanın bir camii hatibine gönlü kaydı. Bir gün Hazreti Mevlana’ya, “Efendi Hazretleri, filan camiye gidelim, orada çok güzel bir hatip var. Allah’ı çok güzel bir dille yad ediyor” dedi. 

Hazreti Mevlana, “Gidip dinleyelim” diyerek Hüsameddin Çelebi ve bu zatla birlikte hatibi dinlemeye gitti. 

Adam kürsüde celâli kuru bir sohbet yapıyordu. Hazreti Mevlana tefekkürde dururken, bu da can kulağı ile dinliyordu. 

Dinledikten sonra, “Ya Hüdavendigar! Bu günden sonra kürsüdeki zat benim mürşidimdir, ona tabi oldum” dedi.

Hazreti Mevlana, “Sen bir baba bulduysan, ben de bir evlad bulurum” diyerek hemen camiyi terketti. 

Aradan birkaç ay geçmeden Karamanoğulları’nın ağasına bir tuzak kuruldu. Onu boğmaya çalışırlarken, “Allah” dedi ama bir yardım gelmedi. “Ya Hüdavendigar Mevlana” diye bağırarak imdat istedi. 

Hazreti Mevlana o esnada sema ediyordu, sema ederken kulaklarını kapattı, öyle sema etti. Bu hali gören Sultan Veled, sema bitince sordu, “Efendi baba, neden sema ederken kulaklarını kapadın?” 

“Karamanoğulları’nın ağasını boğdular. Çok acı bir sesle benden meded istedi. Gönlüm ona kırık olduğu için kulaklarımı kapadım” diye cevap verdi. 

Şefkat dolu bir yer ama bir yerde de hiç affetmiyor. Onlar her şeye vakıf. 

Akıl gözü ile insan kısa menzilleri görür ama kalb gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla, bu gözle insan çok şey kaybeder. 

Hakk yolu kolay bir yol değildir. Onun için gönül ister ki bu yolu seçenler, bazı eserlerini okusunlar. Haftada on sayfa okunursa yine bir şeyler alınır. 

Ölen bedendir, ruh ölmez. Devran var. Bu yollarda mükafat var.

MANEVİ MENKIBELER – 74

BAŞKASINA MEDİH OLAN SÖZ SANA ZEMDİR…

Size Mesnevi-i Şerif’den şöyle bir hikaye anlatayım… 

Musa Aleyhisselam, bir gün tek başına dağlarda dolaşırken, uzaktan yoksul ve yanlız bir çoban görüyor. Çoban oturmuş dizüstü, ellerini açmış dua ediyor. Çobanın bu hali Musa’nın çok hoşuna gidiyor, yaklaşıyor çobana. Çobanın duasını duyunca şaşırıyor. 

Çoban Rabbine yalvarıyor, “Kurban olduğum Allah’ım” diyor, “Seni ne kadar severim, bir bilsen. Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste. Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir. Allah’ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadına yenmez olur…”

Musa daha da kulak kabartarak çobana yaklaşıyor. 

Çoban duasına devam ediyor: “Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni. Sana çok hayranım…”

Musa bunları duyunca öfkeden küplere biniyor, bağıra çağıra kesiyor çobanın duasını. “Sus, seni cahil adam!” diyor, “Ne yaptığını sanırsın? Allah pilav yer mi? Allah’ın ayakları mı var yıkayasın? Böyle dua olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhal tövbe et!..” 

Çoban, Musa’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızarıyor, utancından yerin dibine giriyor. Bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmeyeceğine yemin ediyor, gözyaşları döküyor. 

O gün akşama kadar Musa çobanın yanında durup ona bütün duaları ezberletiyor. Sonra, “Allah benden razı olur, iyi iş yaptım” diye düşünerek yoluna devam ediyor. 

Musa’ya o gece bir nidâ geliyor, Rabbi içinden sesleniyor, “Ey Musa!” diyor, “Sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldin birleştirmeye mi? O garip çobanı azarladın. Onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bilmese de, o çoban inancında samimi idi. Kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız, niyete bakarız! Kelâmlara bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan razıydık. Başkasına medih olan söz sana zemdir. Ona bal olan sana zehirdir. Sen işittiklerini inkar ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile, ne tatlı kabahattır onun ki…” 

Musa hemen hatasını anlıyor, ertesi gün çobanın yanına gidiyor. Çobanı yine dua ederken buluyor, ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yok. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösteriyor, aman yanlış bir laf etmeyeyim diye takılıyor, kekeliyor, terliyor. 

Musa, çobana yaptığından pişman olup sırtını okşuyor ve diyor ki: “Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet. Bildiğin gibi dua et. Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.” 

Allah gönüle bakar; eğer senin gönlünde varsa Hazreti Muhammed, Ehli Beyt, Hazreti Mevlana, temiz bir niyetle gönlünü bağlamışsan ikrar verdiğin yere ve bir an dahi ikrar verdiğin yerin dışına çıkmıyorsan, işte o zaman sen her an ibadette sayılırsın. Temiz bir niyetle yapılan dualar, Allah katında mutlaka suret bulur ve güzellikler zuhura gelir.

MANEVİ MENKIBELER – 66

GÖNLÜN KAÇMASAYDI BAĞA…

Hüsameddin Çelebi, Hazreti Mevlana’nın hilafetine geçtikten sonra, yolda giderken hep ayaklarını sürtüyor, ağlıyor, Hazreti Mevlana’nın hasreti ile yanıyor.

Bir gün bahçesini işlerken yoruluyor, bir ağaca dayanıyor, gönlü biraz bağa kaçıyor. ‘Bu sene üzümler nasıl olacak’ diye üzümleri düşünürken uyku basıyor, kendinden geçiyor. O sırada manasında Hazreti Mevlana’yı görüyor. Güler yüzle selam veriyor Mevlana.

Hüsameddin Çelebi, “Ah Efendi Hazretleri! Aradan beş yıl geçti, hep seni inleyip durdum, bir gün benim manama gelmedin” diyor.

Hazreti Mevlana tebessüm ederek şu cevabı veriyor: “Ey ruhumun mertebesi! Gönlün bağa kaçmasaydı yine yüzümü sana göstermeyecektim. Çünkü ben senim, dışarıda ne arıyorsun? Şimdi gönlün bağa kaçtı, bağa sevgini vermemen için sana yüz tuttum.”

Rubai:

“Gönlümü, belânın geçtiği yola koydum. Yalnız senin arkandan koşsun diye, gönlün ayak bağını çözdüm…

Bugün rüzgar, bana senin güzel kokunu getirdi, ben de teşekkür için ona gönlümü verdim.”

MANEVİ MENKIBELER – 62

REBABIMIN SESİ…

Bir gün Mevlana’ya demişler ki: “Bütün hatipler, ‘Çalgı İslam’da haramdır’ diyorlar.”

O esnada rebab çalan Hazreti Mevlana tebessüm ederek şöyle diyor: “Benim rebabımın sesi Hakk aşıklarına cennetin kapılarının açılış sesidir; kaba sofulara da cennetin kapısının kapanış sesidir. Aşık olmadı mı biri, sağırdır.”

Rebab, dörtbin senelik bir sazdır. Peygamber Efendimizin devrinde bir rebabzen varmış. Mevta toprağa verildiği zaman gelir mezar başında rebab çalarmış. Ömer-i Faruk çıldırırmış, ‘neden bu rebab çalıyor, neden Hazreti Muhammed bir şey demiyor’ diye. Aradan zaman geçip, Hazreti Resulallah dar’ül-bekaya yol aldıktan sonra Ebu Bekir halife oluyor. 

Yine bir gün biri vefat ediyor. Cemaat dağıldıktan sonra rebabzen, kabir başına rebab çalmaya geliyor. Ömer-i Faruk rebabzenin yanına giderek, “Bir daha kabristanda rebab çalarsan ayaklarını kırarım” diyor.

Rebabzen üzgün bir şekilde uzaklaşıyor. O akşam Ömer-i Faruk’a rüyasında Hazreti Muhammed asık yüzle görünüyor, hiç yüzüne bakmıyor. Ömer-i Faruk, o günü, hüzün içinde, acaba ne yaptım diye düşünerek geçiriyor.

Ertesi gece rüyasında, Hazreti Peygamber, yine asık yüzle çıkıyor, üçüncü akşam da asık yüzlü. Ömer çok yalvarıyor, ağlıyor. 

Hazreti Muhammed, “Ya Ömer, benim tebessümlü yüzümü görmek istiyorsan git o rebab çalan zatın gönlünü al. Hakk’a yürüyen kişiler nasıl sıkıntılarla gitti, sen onları bilmezsin. O, kabir başında rebab çalarak giden kişiye ruhi gıda veriyor. Bu işlere senin aklın ermez” deyince, ertesi sabah Ömer-i Faruk hemen adamı arayıp buluyor, özür diliyor ve tekrar vazifelendiriyor.

Rubai:

“Rebab, İsrafil’in nefesiyle seslenmede, feryad etmededir.

Bu sebepledir ki, rebabın sesi, aşk ateşi ile kavrulan gönülleri diriltir. 

Onlara yeniden can verir, onları gençleştirir. 

Zamanın iyi ettiği sevgi yaraları kanamaya başlar, batıp yok olan sevdalar küçük balıklar gibi bir bir suyun dibinden yukarıya çıkarlar.”

MANEVİ MENKIBELER – 58

GEREK Kİ SANA KALBİMİ DE VEREYİM…

Duanın kabul olması için temiz bir kalb lazım. 

Bir gün miskinin biri Hazreti Ali’nin yanına gelerek: “Ya Ali, çoluk çocuğum üç gündür aç, ne olur bana bir yardımda bulun” der. 

Hazreti Ali, yerden bir avuç toprak alınca miskin, Ali beni boş çevirmemek için toprak ikram edecek, diye düşünür.

Hazreti Ali içinden duada bulunarak elini uzatır, toprak miskinin eline düşer düşmez altın olur. Miskinin gözleri fal taşı gibi açılır. “Ya Ali, ilerde yine böyle bir sıkıntıya düşersem seni rahatsız etmeyeyim, bir avuç toprak alıp okuyayım, altın olsun. Bana o duaları söyler misin?” 

“Tabi söylerim, üç İhlas bir Fatiha okudum, sonra da Hu çektim.” 

Miskin, “Aaa! Ne kadar kolay duaymış” der ve hemen yerden bir avuç toprak alarak, üç İhlas bir Fatiha okur ve Hu çeker, fakat toprak altın olmaz. “Ya Ali, okudum, Hu da çektim, ama toprak altın olmadı.”

“Olmaz kardeşim, olması için gerek ki sana kalbimi de vereyim…” 

Duanın kabul olması için, kalb temizliği ister, Onun kapısında ağlamak sızlamak ister; yalnız dille söylemekle olmaz. Allah, diye içten bir bağırsan, O duymaz mı? Duyar… Peki kimden duyar? Yine senden duyar…

Allah’tan ümit kesilmez, O’na isyanla çıkılmaz. Gönüller temiz ve saf olursa, istekler olur. Kendimizi temizlemek için çok çalışmamız lazım ki, o güzellikler bizlerden de tecelli etsin.

MANEVİ MENKIBELER – 26

Kur’an ne derse, onu söylerim…

Biz kimseden menfaat beklemiyoruz. Dünyayı benim cebime koysalar atarım önlerine, istemem. Benim kalbimde Muhammed Ali var, biz Hakk ne söylerse onu söyleriz.

Bakın, Hanefi mezhebinden İmam Azam, Kur’an’dan va’z veriyor her Cuma. Yezid nesli haber gönderiyor: Biraz bize göre konuşsun, Yezid’i halka sevdirsin. İmam Azam Hazretleri, “Ben” diyor, “Kur’an ne derse, onu söylerim. Hükümdar falan tanımam.” Ve yine devam ediyor va’z vermeye, Resulallah’ın dininden konuşuyor.

Tuttular İmam Azam’ı kürsüden aldılar, nezarete attılar. Bir cahille kapattılar nezarete. O cahili insan sandı İmam Azam, ona da anlatıyor Allah’ın büyüklüğünden. Cahil ağlıyor karşısında. İmam Azam dönüp ona, “Efendi” diyor, “benim sözlerim belki seni duygulandırdı, rahatsız etti, en iyisi konuşmayayım.” 

“Yok yok” diyor, “konuş, ben onun için ağlamıyorum.”

“Ya ne için ağlıyorsun sen?”

“Benim bir erkek keçim var. Sen konuşurken sakalını onun sakalına benzettim, onu hatırladım, ona ağlıyorum.”

Bakın cahile, koskoca İmam Azam’ı keçi görüyor konuşurken.

İşte İmam Azam nezaretin kapısını çalıyor. Gardiyan geliyor, soruyor, “Nedir sıkıntın?”

“Bana hangi cezayı verecekseniz verin, yeter ki beni cahille bir yerde tutmayın.”

Çıkarttılar nezaretten. Seksen sopa ceza verdiler. Kırk sopada verdi ruhunu. Kalan kırk sopayı da bağladılar, bir sefer vurdular, seksene tamamladılar.

Böyle verdi ruhunu İmam Azam…

İmam Azam hayattayken, Hazreti Muhammed Efendimize 50.000 hatim okumuştur. Bağdat’tan Medine’ye geldiği zaman, Medine hudutlarında atından inerdi, ayakkabılarını çıkarırdı, atının dizginlerinden tutup yedekte yürürdü çıplak ayakla.

Adamları, “Ne yapıyorsun ya İmam? Resulallah’ın makamına daha 5-6 kilometre var” diye sordular.

İmam Azam şu cevabı verdi, “Hazreti Resulallah bu topraklarda çıplak ayakla yürümüş, ben nasıl at üstünde yürürüm, ayakkabıyla nasıl basarım…” 

İşte saygı…

MANEVİ MENKIBELER – 20

Gönül yolu…

Bir gün Mevlana, Şems-i Tebriz, Hüsameddin Çelebi ve Sultan Veled, hepsinin selam olsun üzerlerine, bir zenginin evine davet ediliyorlar. E şimdi davete icaptır gidilsin. Yola koyuluyorlar gidiyorlar. 

Bir fakir de, ancak günlük kazancını elde ediyor, fazla bir kazancı yok. Onları kapısının önünden geçerken görür görmez hemen duygulanıyor ve o duyguyla içeri giriyor. Hanımı onun bu halini görünce diyor ki, “Efendi, yüzündeki bu duygusal ifade nedir? Neye duygulandın? Ne geçti gönlünden, aklından?”

“Ah hanım” diyor, “şimdi kapımızın önünden Cenab-ı Mevlana, Şems-i Tebriz, Sultan Veled, Hüsameddin Çelebi geçtiler, filan ağanın evine davete gittiler. Gönlümden geçirdim, benim de biraz dünyalığım olsaydı, onları çağırırdım. Onlar konuşurdu, biz de onların muhabbetlerini dinleyip inciler toplardık.”

Hanımı da çok temiz kalpli olduğu için, “Efendi” diyor, “bu akşam yemek yemeyelim, yarın sabah da kahvaltı yapmayalım, öğlen yemeğini de yemeyelim. Bunları toplayalım. Dönüşte Cenab-ı Mevlana’yla, Şems-i Tebriz’i görür görmez davet et yarın akşama, biz de olanları çıkarırız önlerine.”

“Tamam” diyor adam. Oruca giriyorlar karı koca…

Şimdi gelelim Şems’le Mevlana’ya ve Sultan Veled’le, Hüsameddin Çelebi’ye, selam olsun üzerlerine… Ağanın evinde ağırlanıyorlar. Fakat ağa misafire söz bırakmıyor. Şu kadar hizmetkarlarım var, şu kadar hayvanlarım var, şu kadar tarlalarım var, başlıyor sayıklamaya.

Çorbalar geliyor, buyur ediyor, fakat Mevlana kaşığını götürüyor ama almıyor çorbayı. Çünkü geçmez boğazından öylesinin çorbası. Hepsi aynısını yapıyorlar. Ağanın adamları yiyor. Arkasından baklava geliyor, onu da ağanın adamları yiyorlar. 

Yemeğin sonunda dönüp Mevlana’ya diyorlar, “Ya Mevlana, bir dua yapar mısın?”

Cenab-ı Mevlana diyor ki, “Çorba tasından, baklava tepsisine kadar bütün kapları getirin.”

Getiriyorlar. Kısa bir dua yapıyor, “Allah’ım” diyor, “bu zata ne kadar mal mülk verdiysen, bir misli daha da fazla ver, ama muhabbetini verme.” Çıkarıyor hırkasından elmasını, çorba tasına, yemek sahanlarına, hepsine dokunduruyor. Bütün kaplar altın haline geliyor.

“Bize müsaade” diyor Mevlana, çünkü artık sıkılmışlar, paradan puldan, maldan mülkten muhabbet etmekten, kalkmışlar.

Yolda giderken, bekliyor onları şimdi, insanlığa saygı duyan fakir, çıkıyor önlerine, selam veriyor. Şems-i Tebriz, Mevlana, hepsi selamını alıyorlar. Fakir davet ediyor onları. Mevlana, “Kısmet” diyor, “yarına varsak sende misafiriz.”

Kalkıyorlar yarın akşam aynı saatte fakirin evine misafir oluyorlar. Hanımı da beyi de ayakta karşılıyorlar, hal hatır soruşuyorlar. Sonra ağızlarını mühürlüyorlar, hiiç konuşmuyorlar. Mevlana Şems’e bakıyor, Sultan Veled Hüsameddin’e bakıyor. Sofra kuruluyor. Mevlana ev sahiplerini de buyur ediyor sofraya. Adam, “Biz” diyor, “lokma etmiştik, tokuz, buyrun siz yiyin.”

Allah ne verdiyse lokma ediyorlar, sofrayı kaldırıyorlar. Bir giriyorlar muhabbete Şems-i Tebriz’le Cenab-ı Mevlana, başlıyorlar incileri dökmeye. Ev sahibiyle hanımı hem dinliyorlar hem gözyaşları döküyorlar. Artık sabah ezanları okunuyor, muhabbet o zamana kadar uzuyor.

Şems-i Tebriz dönüp Mevlana’ya, “Ya Hüdavendigar” diyor, “bir dua da burda yap.”

Kaldırıyor ellerini Mevlana, “Allah’ım” diyor, “bu zata ne fazla ver ne eksik, bunu bu karar bırak.” “Amin” diyorlar, sonra müsaade isteyip kalkıyorlar. 

Yolda şimdi soruyorlar Mevlana’ya, “Sen zengine öyle bir dua yaptın, bir de elmas vurdun kaplarına, kapları altına çevirdin. Bu zatın hiçbir şeyi yok, oruç tuttular bize bir sofra kurmak için. Kalkıp dedin duada, Allah’ım bu zatı bu karar bırak, ne fazla ver ne eksik. Neden böyle bir dua yaptın?”

İşte Mevlana şu cevabı veriyor, “Yaratıcıdan isteseydim malk mülk, korkardım gözü gönlü kaçmasın mala. Deseydim, bunu da al bu zattan, korkardım Allah’ı benden daha çok sevecek… Bu yüzden duayı bu şekil yaptım.”

Bizim bulunduğumuz yol teferruat yolu değildir, gönül yoludur. Hazreti Muhammed Efendimiz, selam olsun üzerine, bizden ne can ister ne mal ister. Onun bizden istediği tek bir şey vardır, o da gönüldür…

MANEVİ MENKIBELER – 8

Büyük lokma ye, büyük söz söyleme…

Büyük Nazif Dede çok kibar bir zat. Fasih Dede de çok harabat olduğu için, onu hep yanından uzaklaştırırmış, “Hadi git” dermiş, “yaklaşma yanıma.”

Allah’ın işine bak, gün geliyor Fasih Dede vefat ediyor.

Cenab-ı Mevlâna, mânâda Mevlevîhane’ye geliyor. “Benim aşığım” diyor, “Fasih Dede yürüdü bana, gölgesi kaldı bu alemde. Selâmımı iletin Nazif Efendi’ye, onu çeyizlesin.”

İstemiyor ya onu Nazif Dede, şimdi Allah’ın işine bak, ona gönderiyor Fasih Dede’yi yıkasın temizlesin. 

Nazif Dede geliyor Galata Mevlevîhanesi’ne düşünceli düşünceli, hemen canlardan biri çıkıyor huzuruna, “Efendi Hazretleri” diyor, “sizlere ömür, Fasih Dede Hakk’ın rahmetine ulaştı.”

Nazif Dede, “Biliyorum biliyorum” diyor, “ve bana yükledi onu temizleyeyim.”

Nazif Dede Hazretleri çeyizlemiştir Fasih Dede’yi.

İnsanlar hiçbir zaman büyük laf söylemesin, ne derler… büyük lokma ye büyük söz söyleme. Eğer Nazif Dede o hizmeti yapmasaydı çıkamazdı Mevlana’nın huzuruna. Bunlar hep yaşanmıştır.

MANEVİ MENKIBELER – 7

Geceki manaya mı bu selam?..

Yine III. Selim’in devrinde, Fasih Dede adında, çok harabat bir zat vardı. Harabatlığından vazgeçmiyordu, devam ettiriyordu harabatlığını. Üstü başı eski ama gönül gözü açık.

Bazen de o haliyle camiinin bahçesinden, avlusundan geçiyor, İmam’a selam veriyor, İmam onu o halde görünce bazen almıyor selamını. Almayınca selamını kırılıyor gönlü Fasih Dede’nin.

O akşam İmam manasında kendini kurbağa sıfatında görüyor, Cenab-ı Allah onu kurbağa yapmış. Havadan bir şahin kuşu geliyor, bunu yakalıyor yerden çıkarıyor yükseklere. Bu şimdi çırpınıyor şahinin pençelerinde. Şahin kuşu yükseliyor yükseliyor, çıkıyor yükseklere, sonra açıyor pençelerini bırakıyor kurbağayı. Kurbağa döne döne iniyor, tam yere düşecekken, Fasih Dede Hazretleri, selam olsun üzerine, tennuresini açıyor, tak düşüyor tennuresine kurbağa, alıyor kurbağayı bırakıyor yere, mana bitiyor. 

Şimdi yine geçiyor Fasih Dede akşama doğru camiinin bahçesinden, İmam’ı görünce, “Selamün aleyküm İmam Efendi” diyor.

İmam hemen dönüyor, neredeyse yere kadar eğilerek, “Ve aleyküm selaaam Fasih Dede” diyor.

Fasih Dede dönüp diyor, “Geceki manaya mı bu selam?.. Sakın bir daha Allah’ın selamına karşı gelme, bak bu sefer seni kurtardım, tennureme aldım, başka sefer kurtarmam.”

Ne der tasavvuf ehli… “İncitme müminin kalbini, çünkü müminin kalbinde Beytullah var, Allah var.” Müminin kalbini kıran iflah olmaz.