Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 19

Tadan olmadı…

Mânâ balımı sundum tadan olmadı,

Tüm varımı açtım dost pazarında,

Çok müşteri geldi alan olmadı.

Bu hâl nasîb olmaz binde birine,

Birlik makâmında kalan olmadı.

İnsanlık uğruna durmadan gezdim,

Kudretin balını sofraya sundum,

Bal bal diyen oldu, tadan olmadı.

Ârif bir kişiye meylimi verdim,

Hepsine dermân aradı derdim,

Derine gir dedim kenarda gördüm,

Gönül denizine dalan olmadı.

Aşık der ki, duymadan geçti,

Ali katarına uymadan geçti,

Dünya dedik sana doymadan geçti,

Kanaat mülkünde kalan olmadı…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 18

Daima kendinizi gönül alçaklığında tutun…

Sevgili canlar,

Sakın yükseklerden uçma,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Enginler de varlık olur,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Uzaklar da yakın olur,

İnsan olan kusuru kendinde bulur,

Gerçekler Hakk’a kul olur,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Ey yolcu,

Zorla gitme yorulursun,

Sabrın yoksa daralırsın,

Aşkın yoksa kırılırsın,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Mürşide teslim et canını,

Yok et suretini şanını,

Var et dinini imanını,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere.

Ey yolcu,

Kendini gönül alçaklığında tutasın,

Pak özünde aşk ateşini yakasın,

Hakk yolunda tertemiz olasın,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 17

Allah bir, Muhammed Ali’dir Ali…

Sevgili canlar,

Can Pîrim Mevlâna’mdan,

Bunu böyle öğrendim.

Allah bir, Muhammed Ali’dir Ali.

Gerçek olduğunu bildim, bağlandım,

Allah bir, Muhammed Ali’dir Ali.

Bu cihanın direğini kurdular,

Her varlığı o insana verdiler,

Hepsinden üstün aşktır dediler,

Allah bir, Muhammed Ali’dir Ali.

Sevgili canlar,

Onların üçü birdir, asla ayrılmaz,

Ayrım yapanın yolu doğrulmaz,

Onlar gibi güzel asla bulunmaz,

Allah bir, Muhammed Ali’dir Ali.

Bu cihanda olan inancımızda,

Varımız yokumuz güvencimizde,

Her türlü dertlere ilacımızda,

Allah bir, Muhammed Ali’dir Ali.

Hasan zaten ayırmaz sizi,

Sizin nurunuzla görür gözü,

Özü bağlı size, söyler sözü,

Allah bir, Muhammed Ali’dir Ali…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 16

Sevgili canlar…

Benim bu aşkın elinden aklım da gitti,

Akıl izân diye bir şey kalmadı.

Yaralandı sînem bin dert bıraktı,

Yıktı mamûr diye bir şey kalmadı.

Bir gonca açmıştı hüsnü bağında,

Bülbül gibi öttüm hep otağında,

Canım çıkar iken can durağında,

Soldu gonca diye bir şey kalmadı.

Bütün varlığımı sana vermişim,

Aşk uğruna canı teni sermişim,

Her bakışta yalnız seni görmüşüm,

Senden başka asla bir şeyim kalmadı.

Aşık, eşi güzel dünyanın,

Bazen mamûr bazen virân bu canım,

Ruhum, canım, aklım, damarımda kanım,

Eridi kurudu bir şey kalmadı…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 15

Sevgili canlar…

Dostumuzla dostuz, düşmanla düşman,

Coşunca gönlümüzde aşkımız, dinlemeyiz fermân,

Bize yan bakana açıktır meydan,

Ölsek de dönmeyiz arslancasına.

Her sırrı biliriz, demeyiz asla,

Biz bunu not ettik birinci fasla,

Yurdumuz kararmaz, kara bir yasla,

Yarayı sararız lokmancasına.

Bu yurda giremez vahşi bir hayvan,

Hepimiz bir vücud, hepimiz bir can,

Gönlümüz âyinedir, seyrederiz her ân,

Her şeyi görürüz irfâncasına.

Bu bağı kıramaz, değme bir pazı,

Bu yüzden gözleriz baharı yazı,

Hakk saklasın garbı, şarkı, hicâzı,

Dede bunu diler insancasına…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 14

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’e ve kurduğu Cumhuriyet’e ithâfen…

Cennet vatanımıza yabancı devletler girince, 

Türk milleti içinden bir Arslan çıktı meydana, 

Haber gitti saraydaki Sultana, 

‘Onu tutun’ diye fermân çıkardı meydana. 

Düşmanlara taksîm olmuştu bu vatan, 

Bu taksîme nasıl dayanır insan olan, 

Türk milleti bunu duyunca heman, 

Asil kanımızda coştu bir devrân. 

Önümüze düştü Mustafa Kemal, 

Hep düşmanlar için yakındı zevâl, 

‘Vatan kurtulacak’ dedi behemehâl, 

Savaş için o Baş Kumandan seçildi. 

Düşmanlardan bir heyet keşfe vardılar, 

Her tarafı örgütlenmiş gördüler, 

‘Türk’ün adı silinecek’ dediler, 

Ardından emsâlsiz bir tufan doğdu. 

Önce Afyon’dan başladı tufan,

Arslanlar kükreyip şahlandı heman, 

O kıyâmet içre şaşırdı düşman, 

Her tarafı ateşten bir külhâna büründü. 

‘Allah Allah’ diye sesler Arş’a yükseldi, 

Kahpe düşman bizi imansız zannetti, 

Dağlar, taşlar bütün ateşlere verildi, 

Yiğitler vatan için kurban olup şehit düştü. 

Hep düşmanlar yurdumuzdan çekildi, 

Kaçan kaçtı, kalan denize döküldü, 

Şanlı bayrak dört bucağa dikildi, 

Tarihte nâmımız kahraman diye yazıldı. 

Artık esâretin devri düzeldi, 

Arkasından Cumhuriyet kuruldu, 

Hakîmiyet hep millete verildi, 

O gün bu gündür Dede şâdüman oldu…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 13

Müminlerin mürşidi Ali’dir…

Sen İmamların başısın,

Muhammed’in kardeşisin,

Fatma ananın yoldaşısın,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Zülfikâr’ın sahibisin,

Hem keremsin hem kânîsin,

Tarîkatların Pîrisin,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Nurun, Muhammed’in nuru,

Alnın açık, yüzün duru,

Bütün insanlığın yâri,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Kalb kalesini fetheyledin,

Cümle derdi defeyledin,

Ali geldin velî geldin,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Hasan kuluna ihsân,

Kurban olsun sana bu can,

Kâbe’de putları kıran,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

DERVİŞ SIRTINA BASILMAZ…

Her zaman söylerim: Bütün tasavvuf ehlinin Pîri, Hazreti Ali Efendimizdir, en büyük derviş odur. Onun sembolik olarak kimliğini görmek isterseniz, kapının eşiğine bakın; eşiktir Ali; hep secdede durur Hazreti Muhammed’e. Bu yüzden tasavvufta, eşiğe basmak hiç doğru kabul edilmez. Çünkü Ali’nin sırtına basmış gibi olursun.

Mahmut Hüdâyî Hazretleri hayattayken, o devirlerde Ali isminde bir genç delikanlı, sevdiği kızla beraber Sarayburnu’nda deniz gezisi yapıyorlar. Kızın adı da Kösem Sultan.

Bu ikisi gezerken sandalları lodosa tutuluyor, parçalanıyor. Lodos, kızı bir tarafa sahile atıyor, çocuğu da atıyor Üsküdar’a doğru. Çocuk yüzerek çıkıyor Üsküdar’a. Gönlünden geçiriyor, diyor, ‘Dalgalar sevdiğim kızı da götürmüştür; ben artık onsuz yaşayamam, dünya bana zindan, yaşamak bana haram’ ve gidiyor Mahmut Hüdâyî Hazretlerinin dergâhına, ona evlat oluyor ve artık dünyaya veda ediyor. Ama Kösem Sultanı da gönlünde yaşatmaya devam ediyor.

Fakat meğerse, dalgalar atmış Kösem Sultanı da sahile. Harem ağaları bulmuşlar Kösem Sultanı, bakmışlar ki ayın ondördü bir kız. Banyo yaptırmışlar, üstünü başını temizlemişler, çıkarmışlar o devrin padişahı Sultan Ahmet’in karşısına. Padişah tabî kızı çok beğenmiş, hemen nikâh kıymış evlenmiş Kösem Sultan’la ve zamanla aralarında çok güzel de bir sevgi meydana gelmiş.

Şimdi bir gün, Sultan Ahmet alıyor Kösem Sultan’ı gidiyorlar Mahmut Hüdâyî Hazretlerine. Bakıyorlar ki, bahçede elma ağaçları güzel elmalar meydana getirmiş. Kösem Sultan’ın canı elma çekiyor, ama ne Sultan Ahmet dallara yetişebiliyor ne de kız.

İster misin… Ali, derviş olmuş artık; bir görüyor Kösem Sultan’ı, diyor, “Yâ Rabb, sana binlerce şükür, sevgilim hayattaymış.” Ama gizliyor kendini, sakalı da olduğu için tanınmıyor fazla.

Hemen gidiyor, yüz üstü yatıyor Kösem Sultan’ın ayakları altına, “Basın sırtıma koparın elmayı” diyor.

İşte Sultan Ahmet, “Hayır” diyor, “derviş sırtına basılmaz, elma yerinde kalsın, kalkın ayağa.”

Bunun üzerine, derviş Ali izin istiyor, kendisi tırmanıyor ağaca, koparıyor bir elma uzatıyor Kösem Sultan’a; elmayı uzatırken de gözlerinin içine bakıyor ve gözyaşları döküp oradan uzaklaşıyor.

Rubâi:

“Tenden ve candan dışarı olan derviştir. Yeryüzünden ve göklerden yüksek olan derviştir. 

Cenab-ı Hakk’ın bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu. Hakk’ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir.”

GELENİ HEP BERABER SAYALIM…

Bu dalgaları ne görüyorsunuz denizde, onların hepsi zikirdir. Deniz kıyıya geldiği zaman, ‘Allaaahhh’ diye zikreder. Koskoca deniz… hakikatte deniz ruhanîyettir. Coşmuş şimdi, tevhid yapıyor.

Bir gün dedenin biri oturmuş deniz kıyısında, denizin zikrini seyrediyor.

Bir çift de yeni evlenmişler, gidiyorlar gelinin babasına, geçiyorlar denizi kıyısından. Dedeyi görüyorlar, oturmuş denize bakıyor. Selâm vermişler, almış selâmlarını dede. Yollarına devam etmişler.

Bir iki saat kayınpederlerinde oturmuşlar. Dönüşte yine aynı yoldan yürüyorlar, dedeyi görmüşler.

Adam hanımına dönüp demiş, “Vaktimiz nasıl olsa biraz var, gidelim şu dedeye takılalım. Soralım kaç tane dalga saydın şimdiye kadar?”

Gelmişler dedenin yanına. Tekrar selâm vermişler, dede selâmlarını almış.

“Dede efendi bir şey sorabilir miyiz?”

“Buyrun evlatlarım sorun.”

“Biz iki üç saat önce buradan geçtik, sana selâm verdik. Sen hiç yerini değiştirmemişsin, aynı yerde duruyorsun. Acaba şimdiye kadar ne kadar dalga saydın?”

“Aah evlatlarım” demiş dede, “oturun yanıma, geçeni bırakalım da, geleni hep beraber sayalım.”

Dede düşer mi tuzağa… dalgaları saymamış, onların sesini dinlemiş; şimdi mademki sayı istiyorsunuz, oturun beraber sayalım.

Hiçbir yer yoktur zikirsiz. Sabah şafakta kalk, bahçede varsa ağaçlar, aç pencereyi bekle. İsrafil eser; rüzgâr. Estiği zaman yaprakların sesini dinle.

“Lâ ilâhe illallaaaahh…”

‘Lâ ilâhe illlallah’ Hazreti Muhammed’in zikridir. Bu zikre ism-i âzâm derler. Hazreti Muhammed ilk bu ismi zikretmiştir. Yâni, ’Cihan boş ancak sensin Allah.’

Zikirsiz bir yer yoktur… Buğdaylar, tane yapmak için, onlar da sevişirler. Sevgisiz, muhabbetsiz hiçbir şey yoktur bu âlemde. Eser İsrafil, başlarlar buğdaylar dalgalanmaya, “Allaaah, Allaaah, Allaaah…” Hemen arkadan başaklar tanelerini yaratırlar.

Her yerde bütün varlıkların sevgiye ihtiyacı var. Dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi var, aşk var.

DİKKATLİ OL YAKMAYASIN…

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri, selam olsun üzerine, hayattayken fırıncılık yapardı.

Bir gün fırının başında otururken, geçiyor kendinden. 

Evliyâlar öyle pek uyumazlar, otururken diz üstü, hafifçe geçerler kendilerinden.

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri de geçince kendinden, bir mânâ tecellî ediyor. Fatma annemiz geliyor fırına.

“Selamün aleyküm ya Seyyid” diyor.

Hemen kalkıyor Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri, “Ve aleyküm selam ya ciğerpâre Fatma” diyor.

Fatma annemiz elindeki ekmeği göstererek, “Bu ekmeği Hasan’la Hüseyin’e yaptım, fırında pişirmen için getirdim, ama dikkatli ol yakmayasın” diyor.

“Saddak” diyor, “ya Fatma.” Alıyor ekmeği, mânâda, koyuyor fırına.

Rüya içinde rüya… Mânâda da geçiyor kendinden Seyyid Ahmed Rıfaî, ekmek kül oluyor fırının içinde.

Fatma annemiz geliyor, bakıyor ki ekmekler yanmış, Seyyid’e çıkışıyor.

“Sen böyle mi Hazreti Peygambere, ceddine saygıda bulunuyorsun? Bilmiyor musun Hasan’la Hüseyin o ekmekle karınlarını doyuracaklar. Bak onları ekmeksiz bıraktın.”

“Ya Fatma” diyor Seyyid Ahmed Rıfaî, “ben Resûlallah’la tefekkürdeydim, onunla muhabbet ediyordum. O esnada ekmekler yanmış. Eğer sözlerim hakikat değil ise, beni bu ateş yaksın.” 

Ve hemen açıyor fırının kapısını, “Allaahh!..” diye bağırıyor ve atıyor kendini fırına.

İyi ama, o kendini ateşe atar atmaz, fırındaki ateş gül bahçesi hâlini alıyor.

Şimdi, Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri der, selam olsun üzerine, “Zor duruma düşmeden burhan yapmayın. Üç gün aç kalmışsınız, çıkaramamışsınız rızkınızı; üç günün sonunda bir burhan yapın, ya rızık gelir, ya sizi huzuruna alır Allah.”

Seyyid Ahmed Rıfaî Hazretleri de böyle saygıdeğer bir kişiliğe sahiptir.