HAZRETİ ALİ’DEN ÖĞÜTLERLE HASAN DEDE SOHBETLERİ – 2

🌹“İhsân ve ikrâmı lâyık olmayan kimseye yapmak aynı zulümdür”

Hazreti Ali 

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Eğer bir kişi münâfık ise ve dâima etrafa ikilik tohumları saçıyorsa, insanları birbirine kırdırıyorsa, hep zulüm verecek fikirler üretiyorsa, böyle bir kişiyle karşılaştığın zaman ihsân ve ikrâmlarda bulunmaya kalkışmayacaksın. Eğer kalkışırsan, sen de zulüm işlemiş olursun. Böyle kimselere ihsânda, ikrâmda bulunmayacaksın, sessizliğe bürüneceksin, hattâ selâm vermek bile doğru sayılmaz.

Hazreti Ali Efendimizin menkîbeleri ile Hazreti Muhammed Efendimizin menkîbeleri arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bir nûrun bir rûhun vârisleridirler.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz” (Hûd, 113) buyrulmaktadır.

Hüdâvendigâr Mevlâna’mız da Mesnevî-i Şerîf’inde şöyle buyurur: “İhsân sahipleri öldüler, ihsânları kaldı… ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zâlimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı… vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Peygamber ‘Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı’ demiştir. İhsân sahibi öldü ama ihsânı ölmedi ki… Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir! Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyânı kaldı… sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!..” (Cilt 4, 1201-1205)

“Zulüm nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona lâyık olan yerden başka bir yere koyup zâyî etme.” (Cilt 6, 1558)

Gelin ey canlar!

Gelin vicdânınızı pak eyleyin,

İşta hayat, işte eserler meydanda…

Rabbim!

Sana lâyık olan insanların, haklarını hak eyle. 

Şu hayatın hep dalları meydanda,

Bunları görmeyen yok bu zamanda.

Bu kadar söz hakkı varsa insanın,

İşte hayat, işte eserler meydanda.

Artık kötülükler yasak olmalı,

Bütün haksızlıklar hep hak olmalı,

Dede’nin sözleri mutlak olmalı,

İşte hayat, işte eserler meydanda…

(Hazreti Ali’nin 100 Öğüdü)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 34/1

İNSAN, KÂİNATTIR…🌹

Mahmut Efendi: Kehf Sûresi’nin bir âyetinde Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Ben insanı en güzel sûrette yarattım ve sonra onu en aşağılara sürdüm.” İnsanın gâyesi, bu en aşağılardan en yukarılara çıkmak olması gerekir. Üsküdar’da bir semt var, adı Selamsız. Orada bir Selâmî Ali Efendi var. Bu semtin ismi de bu şahıstan gelmiş, çünkü bu adam hiç selâm vermezmiş. Katırıyla Üsküdar’a gider gelir fakat yolda kimseye selâm vermezmiş. Bir gün yine Üsküdar’a giderken birisini yanına almış öyle gitmiş. Yolda giderken yanındaki görmüş ki, esnafın çoğu hayvan sıfatında; kimi çakal, kimi kurt, kimi ayı… O zaman anlamış ki Selâmî Ali Efendi meğer bu yüzden kimseye selâm vermiyormuş. Eski dinî kitaplarda şöyle yazıyor: Hazreti Musa’dan önceki devirlerde dahî insanların huyu yüzüne yansıyordu, ne zaman ki, Kur’ân-ı Kerîm geldi, Besmele’nin yüzü hürmetine Cenâb-ı Hakk bunu gizledi ve bu gerçekleri insanların yüzlerine vurmadı. Ve bir âyet-i kerîmede de şöyle buyuruyor: “Bu âlemde kör olan ahirette de kördür. Bu âlemde beni göremeyen ahirette de göremez.” Siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede: Yüce Mevlâna’mız, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur: “İnsan demek kâinat demektir.” Dünyamızda ne varsa her şey insanın vücudunda var. Bir insan, bir Mürşid-i Kâmil’e intisâb etmezse, onunla beraber Hazreti Muhammed Efendimizin huylarıyla huylanmaya yola koyulmazsa, bu insanın vücudunda hangi hayvanın huyu ağır basıyorsa, yani misâl olarak, hırsa sahibi biriyse o kişi, mahlûklardan hırs sahibi olan köpektir, o kişi de bu huyundan temizlenmezse, öldükten sonra insan sûretinden çıkartılır ve köpek olarak yeniden dünyaya getirilir. 

Bir gün Mevlâna Hazretleri toplumdan sıkılmış, dergâha da gitmek istememiş, yanına Şeyh Sadrettin Efendi ve Hüsâmeddin Çelebi Hazretlerini alarak gezintiye çıkmış, yolda giderlerken bir ağacın gölgesinin altında beş altı köpeği birbirlerine sarılmış uyurlarken görmüşler. Şeyh Sadrettin Efendi çok saf, Hüsameddin Çelebi Hazretleri ona kezâ, Mevlâna’ya dönüp demişler ki, “Efendi Hazretleri şu köpeklere bakın, ne kadar dostça uyuyorlar, birbirlerini kucaklamışlar.” 

Hazreti Mevlâna, bu sözün üzerine, hırkasının cebinden bir kaç kuruş çıkarmış ve Hüsameddin Çelebi’ye uzatarak, “Ey rûhumun mertebesi, al şu parayı git kasaptan bir parça kemik al gel.” 

Hüsameddin Çelebi, hemen kasaba gitmiş ve Efendisinin söylediği gibi bir parça kemik almış gelmiş. “Buyrun” demiş, “Efendi Hazretleri..” 

Mevlâna, ondan bu bir parça kemiği köpeklerin önüne atmasını istemiş. Bir de görmüşler ki, bir dakika önce dostça birbirlerine sarılan köpekler, kemiği görünce birbirlerine girip kavga etmeye başlamışlar, kemiği kapmak için birbilerini parçalamışlar. 

Ve Hazreti Mevlâna şöyle buyurmuş: 

“Yüzleri örtülü kişilerden kaçtım. Sormasaydınız gerçek yüzlerini ortaya çıkarmazdım..” 

Bunun gibi örneğin hep kendini düşünen bir kişi, sûrette insan görünür, ama hakîkatte kurttur; kavgayı çok seven bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte horozdur; sürekli kin tutan bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte devedir; boş yere inat eden bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte keçidir ya da eşektir; gururlanarak dolaşan bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte kazdır; çok uyanık görünen bir kişi, sûrette insandır ama hakîkatte tilkidir; acı dil sarfederek toplumun huzurunu kaçıran bir kişi, sûrette insan görünür ama hakîkatte akreptir, yahut da yılandır. 

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: 

“Bizler hep bunlarla oturuyoruz, onlara doğruları söylüyoruz, bu kişileri aydınlatmaya, gerçek kimliklerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Bu kişiler, anlatılanlardan hisse alıp kötü huylarından temizlenmek için gayret sarfederlerse, işte o zaman insan olma yolunda ilerliyorlar demektir. Yok eğer almazlarsa, o zaman sıkıntılarından, üzüntülerinden, hayvanîyetlerinden kolay kolay kurtulamazlar.” 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

DERVİŞ SIRTINA BASILMAZ…

Her zaman söylerim: Bütün tasavvuf ehlinin Pîri, Hazreti Ali Efendimizdir, en büyük derviş odur. Onun sembolik olarak kimliğini görmek isterseniz, kapının eşiğine bakın; eşiktir Ali; hep secdede durur Hazreti Muhammed’e. Bu yüzden tasavvufta, eşiğe basmak hiç doğru kabul edilmez. Çünkü Ali’nin sırtına basmış gibi olursun.

Mahmut Hüdâyî Hazretleri hayattayken, o devirlerde Ali isminde bir genç delikanlı, sevdiği kızla beraber Sarayburnu’nda deniz gezisi yapıyorlar. Kızın adı da Kösem Sultan.

Bu ikisi gezerken sandalları lodosa tutuluyor, parçalanıyor. Lodos, kızı bir tarafa sahile atıyor, çocuğu da atıyor Üsküdar’a doğru. Çocuk yüzerek çıkıyor Üsküdar’a. Gönlünden geçiriyor, diyor, ‘Dalgalar sevdiğim kızı da götürmüştür; ben artık onsuz yaşayamam, dünya bana zindan, yaşamak bana haram’ ve gidiyor Mahmut Hüdâyî Hazretlerinin dergâhına, ona evlat oluyor ve artık dünyaya veda ediyor. Ama Kösem Sultanı da gönlünde yaşatmaya devam ediyor.

Fakat meğerse, dalgalar atmış Kösem Sultanı da sahile. Harem ağaları bulmuşlar Kösem Sultanı, bakmışlar ki ayın ondördü bir kız. Banyo yaptırmışlar, üstünü başını temizlemişler, çıkarmışlar o devrin padişahı Sultan Ahmet’in karşısına. Padişah tabî kızı çok beğenmiş, hemen nikâh kıymış evlenmiş Kösem Sultan’la ve zamanla aralarında çok güzel de bir sevgi meydana gelmiş.

Şimdi bir gün, Sultan Ahmet alıyor Kösem Sultan’ı gidiyorlar Mahmut Hüdâyî Hazretlerine. Bakıyorlar ki, bahçede elma ağaçları güzel elmalar meydana getirmiş. Kösem Sultan’ın canı elma çekiyor, ama ne Sultan Ahmet dallara yetişebiliyor ne de kız.

İster misin… Ali, derviş olmuş artık; bir görüyor Kösem Sultan’ı, diyor, “Yâ Rabb, sana binlerce şükür, sevgilim hayattaymış.” Ama gizliyor kendini, sakalı da olduğu için tanınmıyor fazla.

Hemen gidiyor, yüz üstü yatıyor Kösem Sultan’ın ayakları altına, “Basın sırtıma koparın elmayı” diyor.

İşte Sultan Ahmet, “Hayır” diyor, “derviş sırtına basılmaz, elma yerinde kalsın, kalkın ayağa.”

Bunun üzerine, derviş Ali izin istiyor, kendisi tırmanıyor ağaca, koparıyor bir elma uzatıyor Kösem Sultan’a; elmayı uzatırken de gözlerinin içine bakıyor ve gözyaşları döküp oradan uzaklaşıyor.

Rubâi:

“Tenden ve candan dışarı olan derviştir. Yeryüzünden ve göklerden yüksek olan derviştir. 

Cenab-ı Hakk’ın bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu. Hakk’ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir.”

MANEVİ MENKIBELER – 98

SEMÂ ZİKİRDİR, İBADETTİR…

Bir sohbette, “Semâzenin, semâ etmesinin dışında sorumlulukları var mıdır?” diye sordular.

Tabî vardır. Hazreti Mevlana’da hiç ayrım yoktur. Semâ çıkaran, kalfalık mertebesine yol alır. 

Eğer mutrib ve semâzenler ehl-i iman iseler, o ayin-i şerif icra edilirken gezegenlerden ehl-i iman ruhlar gelir, ayini izlerler. 

Size şöyle bir misal vereyim… 

Bir gün ayin biter, semâzenler tam çekilecekken, Hazreti Mevlana seslenir: “Erenler geri dönün!” Mutribe de seslenir: “Neyler üflensin, kudümler vurulsun, yeniden ayin açılsın.” 

Yeniden ayini tekrarlar, ayin bitince Hüsameddin Çelebi, “Efendi Hazretleri, ayini icra etmiştik, neden bir daha ayin yaptık?” diye sorar. 

Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, biz ayini icra ederken gezegenlerden, görmediğin ruhlar ayini izlemeye geldiler. Çok uzak gezegenlerden de ruhlar geldi ama ayin bitmişti, onları boş çevirmemek için tekrar ayin açtık” der.

Akıl her şeye eremez. Zaten her şeye akıl erseydi, o zaman peygambere, evliyaya lüzum yoktu. Herkes aklı ile istediği yere ererdi. 

Hazreti Mevlana der ki: “Hangi dinden olursa olsun, benim ayin-i şerifimi izlemeye gelenlerin içlerinde Peygamberlerine özlem varsa orada Musa da, İsa da, Muhammed de var. Semâzenlere baksınlar, Peygamberlerini orada görsünler.” 

Çünkü semâzenin elini açması; yücelerden alıyor, kullarına saçıyorum, onların gönüllerini yoklayıp, sana sunuyor, kendime hiçbir şey mâl etmiyorum, anlamına gelir.

Peygamberler daima Hakk’tan söz ettiler. Yolcunun gönlünü dinleyip, yine Hakk’a davet ettiler. Onun için semâzenlerin her biri, bir Peygamberi temsil eder.

Semâzenin, Hakk’ın elçisi sıfatını giymiş olduğunu düşünüp, bütün nefsî duygulardan arınması lazım. Benliğe girer, şımarıklık yaparsa boşuna semâ eder, hiçbir mana taşımaz. Semâ zikirdir, ibadettir. 

Hazreti Şems-i Tebrizi, “Sen onu aşk ile yaparsan zikir sayılır. Aşk ile yapmaz, nefsin için yaparsan, o semâ yarın sana ceza verir” diyor. 

Şiir: 

“Ey dil, ister isen kâmil olsun noksanın, 

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın. 

Girersen sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın, 

Cihanda bir görünür, Ali Ekber okunursun. 

Çıkarsan sikkesi altından Hazreti Mevlana’nın, 

Sıradan biri okunursun…” 

Semâzenler, Mevlana’nın pervaneleridir. Gönüllerini güzelliklerle doldururlarsa mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 97

AŞK İLE…

Hazreti Peygamber Efendimiz, seyrek konuşan bir peygamberdi. Hiç gelişigüzel dil dökmemiştir. Hep düşünerek, başı eğik dil dökmüştür. O, başını kaldırdığı zaman ağzından çıkan kelam, bir iki gün sonra suret bulurdu. Suret bulduğu için ona, Muhammed Emin ismini verdiler. Yani Muhammed’in sözlerinden emin olun, doğrudur. Ondan dile gelen Allah’tır. 

Hazreti Muhammed veliler velisi, nebiler nebisidir. Onda sayısız bilgi vücud bulmuştur. 

Bir gün O’na, “Ya Muhammed!” dediler; “Sen bu alemde annesiz babasız büyüdün. Hiçbir bilginden ders almadın, bu bilgileri bize nereden aktarıp veriyorsun?” 

İşte verdiği cevap: “Güzel soru,” dedi, “annemi babamı erken kaybettim, okula gidip ilim tahsil edemedim. Benim öğretmenim yüce yaratıcı Allah’tır. Ondan bu bilgilere vâkıf oldum. Bütün karşıma çıkan varlıklara O’nun gözüyle baktım, sevgimi sundum. Baktığım yerler de hâl diliyle bana kim olduklarını söylediler.” 

Belki çok kitap okumuşsun ama sorularına hâlâ cevap bulamamışsın. Çünkü en önce kendini okumamışsın. Kimsin, tanıyamamışsın. O zaman öğrendiğin sözler, bilgiler kendinde yer bulmaz. Demek hazır yiyorsun, çalışmıyorsun. 

Esası odur ki; aşk ile yola çıkmak lazım, kuru ilimle olmaz…

Rubai:

“Benim zatım, bahr-ı küll, bütünlük aleminin denizi haline gelince, zerrelerin güzelliği, Hakk’ın yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizamı, bana aydınlanıp görünür. 

Ben ilahî tecellilerin heyecanına kapılırım da bütün vakitlerimin bir vakit olması için, aşk yolunda gece gündüz mum olup yanmak isterim.”

MANEVİ MENKIBELER – 96

İNCE BİR YOL…

Behlül-i Dâna Hazretleri, bir Cuma günü camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celâli esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahîden konuşmuş. Namaz edâ edilip çıkılmış. 

Haftaya, Behlül-i Dâna Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş. Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dâna kova, kürek bekliyor. “Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış. 

Behlül-i Dâna kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış. 

“Behlül nereden geliyorsun?” 

“Cehennemden.”

“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”

“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”

Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manâsı dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür.

İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın, kırmayacaksın. 

Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. 

Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek?.. Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Beyit:

“Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır! 

Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır! 

Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..”

MANEVİ MENKIBELER – 95

HÂL…

Sofî, bir yere aşık, oranın sofîsi olmuş. Sofîler arasında, kimi aşk ehli olmuştur. Sofîlikte en büyük rütbe hâldir.

Abdülkadir Geylâni Hazretleri başına üç tane sarık sarmış.

“Neden?” diye sormuşlar.

“Birinci sarık ibtida, şeriat; ikinci sarık insana yol, tarikat; üçüncüsü hakikat, insan Hakk’tır.”

“Bunlardan hangisi üstündür?”

“Hakk ile Hakk olmuş, sevilen kişinin hâliyle hâl olmuş kişi en güzel rütbededir” diye cevap vermiş.

Diyelim ki, acizâne Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbet verdin, eserlerini okudun, O’nun hâliyle hâl olursan, makam sahibisin. Ama sofîsin O’nun ahlakıyla, hâliyle hâl olmuyorsun, makam sahibi olamazsın, yolda ikilikte kalırsın. 

Yolları kısaltan, insanı en çabuk menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman, aşıkta ikilik kalmaz. Aşığın vücuduna Sevgili hakimdir, başa akıldır, hüküm de O’nundur. Hüküm O’nun olunca, artık sana ait bir şey kalmamıştır.

Hazreti Şems, Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir…

“Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. 

Küll isen safî, eğer isen sofî, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. 

Bu tevhidden maksat, murada ermektir, görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. 

Şems-i Tebriz bunu bilir, ehad kalmaz fenâ bulur, bütün bu alem küllî mahvolur, yine bâki Allah kalır..”

MANEVİ MENKIBELER – 94

FÎSEBİLLAH…

Bir gün Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz yolda gidiyorlar. Hem yürüyorlar hem muhabbet ediyorlar.

Mevlana, Şems-i Tebriz’e bir soru soruyor, “Ya Şems, karşıda görünen kabristana, hocalık devrimizde, topluma daima, cennet-i bakiye diye söylerdik. Peki senin nazarında burası nasıl bir yerdir?”

Şems-i Tebriz Hazretleri, “Ya Mevlana” diyor, “burası benim nazarımda, yalacılar mahallesidir.”

Bakın kabristan için yalancılar mahallesi diye hitab ediyor Şems…

Mevlana, bunu duyunca duraklıyor, “Nasıl olur?” diyor, “yalancılar mahallesi, biz hep cennet-i bakiye olarak bilirdik.”

“Şimdi beni iyi dinle” diyor Şems, “burada yatanlar arasında hayattayken, birbirlerini çok sevenler vardı, canlarını hiçe sayarlardı, hatta birbirlerini görmeden bir an dahi duramayacaklarını söylerlerdi. Geldi başlarına, çalındı kapıları, yola çıktılar gittiler. ‘Sensiz duramam’ diyen kişiler, acaba yola çıkanın arkasından gitti mi, yahut da geri mi döndü?”

Cenab- Mevlana biraz düşündükten sonra, “Çok kişi” diyor, “geri döndü, sözünde durmadı, gidenin peşine gitmedi.”

“Peki şimdi bunlar yalan mı söyledi yoksa doğru mu söyledi?”

“Yalan söyledi ya Şems.”

“İşte, böyle olduğunu için burası yalancılar mahallesidir.”

Bunun üzerine Cenab-ı Mevlana bir ürperme geçiriyor ve yine dönüp Şems’e, “Peki” diyor, “seninle benim halimiz ne olacak?”

Şems, “Ya Mevlana” diyor, “fîsebillah… yani biz birbirimizden hiçbir menfaat beklemeden, birbirimizi her şeyin üstünde seversek ve bu sevgiyi son nefese kadar sürdürürsek, bizim gideceğimiz yer, bekâbillah… yani Allah’ın sonsuz güzelliğinin bulunduğu yer. Burayla hiç işimiz yok.”

Şimdi soralım kendimize… Dış sevgililer, yani para, pul, evlat, eş… bunların dışında acaba gönlümüzde asıl Sevgili yer almış mıdır, almamış mıdır? Açık söyleyeyim, zerre kadar almamıştır. O kalmış dışarda, hepsi lafta…

Düşünün ne büyük bir kayıptayız…

İşte koca Mevlana bakın ne diyor… Zikirler yaparsınız, benim güzelliklerimi işitirsiniz, ne kadar da yüce olduğumu duyarsınız ve bana heves edersiniz, istersiniz bir akşam konuğunuz olayım, rüyanıza geleyim, güzel bir yüz göstereyim… Ama sanmayın ki ben gelmiyorum, her gece geliyorum. Var ya o kalbiniz sizin, onun hakiki ismi saraydır. O kalb, daha sen ana rahmindeyken seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’, dünyaya geldin, o yine seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’ Neden? Çünkü hakikatte insan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. Hep seni zikrediyordu. Ama sen, seni zikredeni hiç zikretmedin, başka şeyleri zikrettin. Ben geldim, saray kapısını açtım, ama baktım ki saray dolu, bana yer yok… Olmadığı için, geldim gittim, geldim gittim, geldim gittim, sordum, var mı bir haber, hiç ses çıkmadı…

Demek ki her zerre sağırlaşmış, duyguya kapılmamış, sünger gibi çekmemiş içine… 

Sonra diyorsunuz, göremiyorum edemiyorum. Göremezsiniz, çünkü çok kıskanç bir sevgilidir O…

Mecaz aşkta dahi büyük kıskanmalar vardır, ama Tanrı’nın kıskançlığı hepsinden büyüktür. O kadar ister ki en çok O sevilsin, olmaz derecede. İşte bu yüzden göstermez yüzünü… 

MANEVİ MENKIBELER – 93

SİN İLE ŞİN…

Muhyiddin-i Arâbi Hazretleri, selam olsun üzerine, hayattayken, o devrin hocalarının nasıl devleti kandırdıklarını, nasıl paralar aldıklarını, gömdüklerini keşfediyor ve kalkıp paraları gömdükleri yerin üstüne ayağını basarak bütün hocalara sesleniyor, “Sizin Allah’ınız” diyor, “benim ayağım altındadır” ve üç sefer ayağını vuruyor yere.

Aa, sen misin bu sözü söyleyen… Hemen Ulemâlar toplanıyor, bir fetva çıkarıyorlar, Muhyiddin-i Arâbi’ye idam hükmü veriyorlar.

Alıyorlar Muhyiddin-i Arâbi’yi idam sehpasına getiriyorlar, asmadan önce soruyorlar, “Son sözün var mı senin?”

“Var” diyor.

“Nedir?”

“Sin ile Şin harfi biraraya geldiği zaman benim hakikatim ortaya çıkacak… Şimdi beni asabilirsiniz!”

Ve asıyorlar…

Şimdi Yavuz Sultan Selim, niyet ediyor bütün İslâm aleminin lideri olsun ve oldu da, hep Şeyh’ül-İslâm’ın fetvalarıyla yola çıktı. Şam’ı aldı, Mısır’ı aldı, her tarafı aldı.

Şam’a geldiği zaman, hemen Şam’ın ileri gelen adamlarını topladı, onlara, Muhyiddin-i Arâbi Hazretleri’nin, “Sizin Allah’ınız benim ayağım altındadır” diyerek ayağını vurduğu yeri göstermelerini istedi. Hemen götürdüler gösterdiler.

Yavuz Sultan Selim o yerin üzerine çadır kurdurdu, altını kazdırdı ve dört beş sandık altın çıkarttı. 

Şimdi adamlarına, Cuma namazında bir sandık altını alıp Emevi camine getirmelerini emretti. Cuma namazı kılınırken Yavuz Sultan Selim tekrar emir verdi: “Avuçla altını atın cami içine.”

Bakalım camideki hocalar Cuma namazını bırakıp altınları alacaklar mı?

Yaptılar da, hocalar bıraktılar namazı, başladılar altınları almaya.

Yavuz Sultan Selim bunu görünce, namazdan sonra hepsinin başlarını kılıçtan geçirtti. Muhyiddin-i Arâbi’nin intikamını aldı.

Selim’in Sin harfi ile Şam’ın Şin harfi biraraya gelmiş oldu.

Peki bu zat daha sonra bu altınları ne yaptı?..

O altınlardan bir tane bile getirmemiştir Türk topraklarına; Medine’de, Kabe’deki altın oluğu o yaptırdı, kalan altınlarla gitti, İmam Hüseyin Efendimizin makamındaki caminin bütün kubbelerini altınla kaplattı, kapılarını altından yaptırdı. Bütün altınları buralara harcadı.

Medine’ye gelince, Hazreti Peygamberin makamına girdi. İstedi Hazreti Peygamberi alsın getirsin Türkiye’ye, ama baktı duvarlar yedi metre genişliğinde, yedi metre derinliğinde, hepsi tunçtan yapılmış, getiremedi.

Başladı Hazreti Peygamberin kuburunu sakalıyla süpürmeye; hem süpürdü hem ağladı hem seslendi… 

“Bu cihana bir padişah az, iki padişah da çok. Ya Resulallah, sen iki cihanın padişahısın, beni de ömür boyu senin kölen say.”

MANEVİ MENKIBELER – 92

HÜRMET…

Hazreti Peygamber, dar’ül-beka’ya yürüdükten sonra, Hattapoğlu Ömer, Ali’nin hakkını yedi, hilafete Ebubekir’i getirdi.

Getirdikten sonra, Ebubekir-i Sıddık, Cuma hutbesini okumaya çıktığı zaman, Hazreti Peygambere hürmet etti, Hazreti Peygamberin basamağından bir basamak aşağıda hutbeyi okudu.

Gün geldi, üç sene sonra Ebubekir de Hakk’ın rahmetine yürüdü, yerine Ömer geçti.

Ömer de hutbeyi okurken, hem Hazreti Peygamberin hem de Ebubekir’in basamağına hürmeten, ikisinin aşağısında hutbeyi okudu.

Onbir sene sonra, Ömer de namazda katledildi, Osman-ı Zinnuri hilafete geçti.

Osman-ı Zinnuri hilafete geçince, hem Ömer’in basamağına bastı geçti, hem Ebubekir’in, direk Resuallah’ın basamağına geçti, orada diz çöktü, tefekkürde durdu. O tefekkürdeyken cami nurlandı. Bir vakitten sonra hutbeyi okudu.

Hutbeden sonra sordular, “Neden sen hürmet etmedin Hazreti Peygamberin makamına, Ebubekir’in, Ömer’in makamına? Çıktın Hazreti Peygamberin makamından hutbeyi okudun?”

İşte Osman’ın verdiği cevap… “Başımdaki taç, Resulallah’ı temsil ediyor, ben onu aşağı basamaklarda tutamam. O tacın hürmetine Resuallah’ın basamağına çıktım.”

Cemaat o zaman anladı, neden camiyi nur kapladı…

Şimdi gelelim Molla-i Cami’ye.

Molla-i Cami, büyük bir bilgin. Mevlâna için der ki: “O, Ali Cenab’ın vasfı hakkında ne söyleyebilirim? Peygamber değildir, fakat Kitabı vardır.”

Hazreti Mevlâna da dar’ül-beka’ya yürüdüğü zaman, Hüsamettin Çelebi geçti yerine.

Molla-i Cami taziyeye geldi, yanında kırk tane bilginle birlikte. O devirde o da isim yapmış.

Çelebi Hüsameddin’e dedi ki: “Öğle namazında imamiyete sen çık.”

Çelebi Hüsameddin, “Biz imamiyete çıkmıyoruz” dedi, “biz cemaatimize arka çeviremeyiz. Biz İmam Ali gibi vazifeliyiz. O kırklara arka çevirmedi. Hazreti Resulallah, üçyüzaltmışaltı ashab-ı suffe’ye arka çevirmedi. Namazdan sonra geldi, onların huzurunda oturdu, onlara cemalini tuttu. Biz de cemal tutmaktayız, arka çevirmiyoruz.”

Ee, sen misin bunu söyleyen?.. Başladı Molla-i Cami, “Senden” dedi, “istiyorum, Allah aşkına, Muhammed aşkına, üstadım Mevlâna aşkına, İmam Ali aşkına, imamiyete çık.”

Hüsameddin Çelebi baktı ki yeminler çok büyük, çıktı imamiyete. Tekbir çekti.

Tekbir çektikten sonra ayet okumadı, şiir okudu. Güzel bir şiir okudu ve tekbir çekti. Hepsi rükuya vardılar, rükudan secdeye… Şiirlerle namazı tamamladı.

Kırk tane bilgin, döndüler Molla-i Cami’ye, “Yazık oldu bizim namazımıza” dediler, “Şiirle hiç namaz kılınır mı? Namaz kazaya gitmeden sen geç imamiyete. Biz bu yaşa geldik, bu kadar bilgi tahsil ettik, hiç duymadık şiirlerle namaz kılınsın.”

Molla-i Cami Hazretleri dönüp onlara dedi ki: “Ben de duymadım ama, onun kadar Allah’ı metheden şiirler de işitmedim. Bu yüzden, bu namaz kabul edilmezse Hakk’ın huzurunda, hiçbir namaz kabul edilmez.”

Kıldırmadı ve aldı cemaatini geldi Türbe-i Saadet’e, Mevlâna’nın makamını ziyaret edecek.

İyi ama… Mevlâna’nın ruhaniyeti, daha kapıdan girer girmez Molla-i Cami’nin bütün vücudunu sardı.

Molla-i Cami çıkardı ayakkabılarını, dört ayak üstüne geldi, kuzu gibi yürümeye başladı. Cemaati hayretler içinde kaldı. 

Molla-i Cami, böyle geldi Hazreti Pir’in kuburu başına, orada eğildi, tefekküre daldı. Hemen ilham geldi, talebelerinden birine dönüp, “Alın kalemi ve kağıdı, şimdi içimden gelen ilhamı dile getireceğim” dedi.

Aldılar kalemi, kağıdı, “Buyrun Efendi Hazretleri…”

Molla-i Cami, Mevlâna’ya seslendi…

“Hülya-yı Kübra mısın? Kabe-yi Beytullah mısın? Asuman ferk eylemedi.. Mevlâ mısın, Mevlâna mısın?”

Bu sözler, Türbe-i Saadet’de yazılıdır.

Onun için, Pirimiz yüce bir varlıktır.

Dünyamızda, manen ziyaret edilen ilk Hadra-yi Kubbe, Kudüs’tedir, kırksekiz Peygamber yatar. Oranın da kubbesi yeşildir. İkincisi Hazreti Peygamber ziyaret edilir. Üçüncüsü Cenab-ı Mevlâna.

Cenab-ı Mevlâna’yı ziyaret etmek, Hazreti Muhammed’i ziyaret etmektir ve kırksekiz Peygamberi ziyaret etmektir.

Kırksekiz Peygamberi ziyaret etmek, Hazreti Muhammed’i ziyaret etmektir ve Mevlâna’yı ziyaret etmektir.

Hazreti Muhammed’i ziyaret etmek, kırksekiz Peygamberi ziyaret etmek ve Mevlâna’yı ziyaret etmektir.

Dünyada üç tane Hadra-yi Kubbe var, Yeşil Kubbe.

Peki manası nedir bunun? Bunun manası, bu zat’lar insanı insana söyleyenlerdir, irşad edicilerdir…