MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (213)

Hasan Dede, deniliyor ki: Hakiki dervişlik özgürlüktür. Yani derviş her bakımdan özgür olmalıdır, bir yere bağlı olmamalıdır. İnanmak demek, bir teoriye, bir felsefeye, bir dünya veya ahiret görüşüne inanmak demektir. İnanmak zihindedir, düşüncededir. İnanmakta şüphe olabilir, güven ise yürekten gelir. Acaba bizi inancımız mı yoksa yüreğimiz mi özgür bir derviş yapar? Siz ne dersiniz?

Bu sözleri kim söylemişse çok yerinde söylemiştir. Bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Ama mürid var, muhib de var. Mürid, yola bağlı olan demektir, muhib ise yola karşı sempatisi olan demektir.

“Yalnız sureti derviş olan, o zekatı, o temizliği nereden tadacak. O, manadır, faulün failat değil.” (Mesnevi, VI/160)

Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, tamamen iman ettiği yere teslim olmuştur ve onda varlığını gösteren teslim olduğu yer olmuştur. Böyle olduğu için de o tamamen hürdür, özgürdür. Dervişe artık kanun koyamazsınız, çünkü o artık Hakk ile Hakk olmuştur. Allah’ın hürriyetine kavuşmuştur.

“Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. ‘Sen atmadın, Allah attı’ hükmüne girersin, eminsin.” (Mesnevi, VI/1522)

Yüce Mevlana şöyle der: “Aşık yoktur bu alemde, Maşuk vardır.” Aşık ölüdür. Eğer aşık derse ki, hem ben varım hem o var, bu kişi aşık değildir, ancak aklına aşıktır.

“Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (212)

İlahi aşka ulaşmak için çok çeşitli ve teferruatlı yollar var. İnsanların bunların içine girdiği zaman kafaları karışıyor ve işin içinden çıkamıyorlar. Fakat Hazreti Mevlana bu gibi detaylara girmektense, kısa yoldan diyor ki: “Aşka gir, ölümsüz ol ve istediğini kendinde bul!” Yani örneğin; yüzmeyi öğreten bir kitabı alıp okumak yerine, hemen denize atlamayı tavsiye ediyor. Siz ne dersiniz Hasan Dede?

Toplumumuzda çoğu insan malesef bazı hocaların vaad ettikleri cennetlerin, köşklerin, hurilerin, gılmanların peşinde koşmakta ve yaptıkları ibadetleri de bu vaadleri elde etmek için yapmaktadırlar. Dolayısıyla bu ibadetler menfi oldukları için tasavvufta hiç geçerliliği yoktur.

“Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz. İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez. Allah nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü. Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz. Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık! Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane. Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez. Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir. Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz. Onun bilgisi daima canından coşar. Ne eğretidir, ne borç!” (Mesnevi, VI/1140)

Tasavvufta, insan insanın cennetidir. Bir kişi güzel bir topluluğa girdiği an, o kişinin vücudunun her zerresi huzur bulur. Huzur bulduğu için de cennette sayılır. Fakat bir kişi çirkin bir topluluğa girdiği an, işte bu da cehennemdir.

“Allah cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır. O, ebedî ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı, ağzına acı gelir.” (Mesnevi, VI/829)

İşte yüce Mevlana şöyle buyurur: “Cenneti görmek isterseniz, bahar ile yaza bakın. Bahar, yazı müjdeler. Aşıkların dilinden sevgi, birlik, coşku dile geldiği için onların muhabbetlerinin sureti bahar ile yaz mevsimi gibidir, cenneti andırır. Çünkü aşıklar hep Sevgililerinden konuşurlar. Küfürbazların da sohbeti sonbahar ile kışa benzer, cehennemi andırır.”

“Allah’a göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir. Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara! Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir. Binaenaleyh, pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.” (Mesnevi, I/2051)

Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. Ona, “Burası cennet-i ala’dır” diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…” Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

“Hazreti Muhammed, elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü O, her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hâl olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı. Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti. Ondan kıyameti sorup dururlar ve ‘Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var’ derlerdi. Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle ‘Mahşerden haşri soruyor’ derdi. İşte Onun için o güzel haberler veren Peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün! Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim. Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur.” (Mesnevi, VI/750)

Şimdi birisi Hazreti Mevlana’ya diyor ki: “Bir kişi kalksa dese ki: Ben önce Allah’ı severim, sonra Peygamberimi severim, en son seni severim… Bu kişi hakkında ne dersiniz?” İşte Mevlana ona şu cevabı veriyor: “Bu kişi aşktan çok uzaktır ve bu kişiyle yola çıkılmaz. Fakat bir kişi Sevgilisi için, Allah’ım, Peygamberim, dinim, imanım diye bahsediyorsa, işte o kişi gerçek bir aşıktır.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (211)

Hasan Dede, aşk için, “Aşk büyük bir kumardır” deniliyor. Yani aşka tutulan herşeyini kaybeder. Siz ne dersiniz?

Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan herşeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkanda, malda, mülkte, zahiri arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakikatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.

“Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir. Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni suretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin. Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgardandır. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine aşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme! Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder? Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!” (Mesnevi, I/600)

“Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır… boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! O hususi Allah nafakasını duyan, Allah’ın yakınlığına erer, gayb nafakasını elde eder.” (Mesnevi, IV/1860)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (210)

Hasan Dede, deniliyor ki, yalnızca bir türlü aşk vardır. Ama görüntüleri binlerce türlüdür. Aşkın bir çeşidi şudur ki, aşk beşeridir. Şaka ile başlar, sorumluluk getirir, gözden girer, gönülde yaşar. Surete meyledenler ziyandadır. İkinci çeşidine gelince, aşk platoniktir. Sohbetle başlar, zahmet getirir, zihinden girer, gönülde yaşar. İçini süslemeyenler yolu şaşırır. Üçüncü çeşit aşk ise şöyledir ki, aşk ilahidir, imanla başlar, vahdete götürür, gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar başını verir. Ne dersiniz?

Öncelikle, mecaz aşklar hiçbir zaman kişiye huzur vermez. Bir an gelir güzellik verir, bir an gelir insanı kıskanmalara, hasetlere, kavgalara sürükler. Fakat mecaz aşk, ilahi aşka dönüştüğü zaman, ruh ferahlığa ulaşır, insanın bu ilahi aşkla aklı büyür ve namütenahi güzelliklere kavuşur. İlahi aşkın dışındaki aşklarda, ister platonik olsun, ister mecaz, hepsinde kavga vardır, naz vardır, niyaz vardır.

“Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hakk ise doğmamıştır, doğurmaz. Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Allah aşıklarından olacak? O vehme aşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür. Bu sözü iyice anlatmak, açmak lazım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum. Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler. Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa… Bu hamamlardaki resimler camekanın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar. Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!..” (Mesnevi, I/2758)

Şöyle bir misal verelim: Bir gün, Mısır hükümdarına, Musul hükümdarının cariyesini methederler ve resmini gösterip derler ki, “Bu kız ayın ondördü gibi ve resimde böyle güzel görünüyor, kendisini görseniz bu resimden bin kat daha güzeldir.” Mısır hükümdarı, kızın resmini görür görmez, seçkin komutanlarının emrine binlerce asker verir ve cariyeyi kendisine getirmeleri için Musul’a gönderir. Komutanlar kalkıp giderler. Fakat Musul hükümdarı der ki, “Bütün hazinemi veririm ama o cariyemi vermem.” Bunun üzerine saldırıya geçerler ve cariyeyi alıp Mısır hükümdarının huzuruna getirirler.

“O ahmak Hükümdar da bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü. Ebedi kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki? Bil ki bu alemde de bir emniyet bucağı vardır.” (Mesnevi, V/3925)

Yani mecaz aşklarda çok savaşlar ve kavgalar olmuştur, çok canlar da boşu boşuna gitmiştir. Ama manevi aşka girildiği zaman, artık denizdeki dalgalar durulur, daima ehadiyette varlığını gösterir. Bizlere huzur veren manevi aşktır. Hazreti Muhammed Efendimiz, Pirimiz Hazreti Mevlana ve Piran Efendilerimiz, hepsi mecazdan çıkmışlar, ilahi aşka tutulmuşlardır.

“Dolabın dönüşünü ne vakte dek göreceksin? Başını çevir de hızlı ve coşkun coşkun akan suyu da gör. Görüyorum deyip duruyorsun ama onu görmenin birçok ayan beyan nişaneleri vardır. Şöyle denizin köpüğünü görüverdin mi hayran olman lazım ki denizi de göresin. Köpüğü gören, sırlar söyler. Fakat denizi gören şaşırır kalır. Köpüğü gören, niyetlerde bulunur; denizi gören, gönlünü deniz haline getirir. Köpükleri gören, onları sayar döker. Denizi görenin irade ve ihtiyarı kalmaz. Köpüğü gören dönüp dolaşmaya düşer. Denizi görende hiçbir gıllugış kalmaz.” (Mesnevi, V/2905)

Bakın Yunus Emre, yaz mevsiminde bir gece kalkıp Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelmiş. Mevlana da o saatte gül bahçesini dolaşmaktaymış. Yunus Emre niyaz etmiş, Mevlana’da perdeler kalkık olduğundan, daha onun kim olduğunu görmeden, “Hoşgeldin Yunus” diye cevap vermiş. Musaffaha yapıp, kucaklaşmışlar. Mevlana hemen Yunus’a dönüp, “Bana aşkı söyle Yunus” diye hitab etmiş. Yunus da başlamış sevgiden, aşktan, yandığı yerden söz etmeye; ne zaman durmaya kalksa Mevlana ona seslenmiş, “Biraz daha, biraz daha, biraz daha…” Ve böylece sabah ezanına kadar aşkı yadetmişler. Beraberce sabah namazını eda ettikten Mevlana’nın odasına gelmişler. Yunus bakmış ki rihalenin üstünde Mesnevi-i Şerif duruyor, hemen alıp okumaya başlamış ve birçok mana görmüş, dönüp Mevlana’ya, “İnsanın ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya” diye buyurmuş. İşte Mevlana ona şu cevabı vermiş: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün, herkesi kendin gibi mi sanırsın, ey Yunus!”

“O şarab ki padişahların başına sıçrar da sakinin başına altın taç koyarlar. O şarab ki fitneler, kargaşalıklar çıkarır, kullarla padişahları birbirine katar. O şarab ki kemikleri eritir de tamamiyle can yapar, o zaman tahtayla taht bir olur. Ayıkken kulla padişah suyla yağ gibidir ama sarhoşluk vaktinde tendeki cana dönerler. Heriseye benzerler, artık farkları kalmaz. Fakat bu makama varıp gark olmıyan bunu fark edemez.” (Mesnevi, V/3456)

Yunus Emre, Hazreti Mevlana’nın yanında dört sene hizmet etti. Ne zaman ki, Hazreti Mevlana Hakk’a yürüdü, altı ay daha Sultan Veled ile beraber kaldı. Ama aynı havayı bulamayınca ordan ayrıldı. Yunus Emre, Mevlana’ya hitaben şöyle bir dil sarfetmiştir: “Yetmişiki damarımda dolaşan kan, hep sen imişsin; gönlümdeki muhabbet ve aşk, ya Hüdavendigar! Hep sen imişsin…”

“Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.” (Mesnevi, I/110)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (209)

İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yani bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor. Ve deniliyor ki: Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan manevi dünyaya giremezsin. Siz bu konuda ne dersiniz Hasan Dede?

Nefes, insanın ağzından çıkarken der ki: Ben kimim? Bizler de ruhen diyoruz ki: Rabbimsin. O da tekrar sana geri dönüyor. Yani devamlı Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız.

“Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zira biz yine Allah’a döneceğiz. Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir andan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimilik gösterir. Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimi bir şekilde görünür. Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğunu da Allah’ın tez tez halketmesindendir. Allah’ın yeniden yeniye ve süratle halketmesi, ömrü öyle uzun ve daimi gösterir. Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir alim bile olsa kendiliğinden bilemez, ona de ki: İşte Hüsameddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren…” (Mesnevi, I/1141)

Bir insanın bedeninde korkular suret bulursa, bunun sebebi imansızlıktır. Fakat ehl-i iman sahibi bir insanda korku namına bir şey yoktur. Bizim, ehl-i iman sahibi dendiğinde, aklımıza ilk gelen kişi Hazreti Ali Efendimizdir. O, Hazreti Muhammed Efendimizin uğruna her an canını vermeye hazırdı. Kılıcıyla pervane gibi döner ve bütün düşmanları ortadan kaldırırdı. Aslında hakikatte o kimseyi öldürmemiştir, onun öldürmesi diriltmektir. Ali’nin kılıcı dirilik verir, öldürmez. Hakikate göre, bir nefsi ortadan kaldırmaktaydı ve Rahman sıfatına yüceltmekteydi. Bunu da ancak iman yaptırabilir.

“Ali dedi ki: ‘Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum ten memuru değil! Allah aslanıyım heva heves aslanı değil… İşim, dinime şahittir. Ben ‘Attığın zaman sen atmadın, Allah attı’ sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir. Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Allah’dan gayrısını yok bildim. Bir gölgeyim sahibim güneş… Ona hacibim hicap değil. Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem. Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgar nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir? Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi? Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hatta saman çöpüne benzesem bile rüzgarım, onun rüzgarıdır. Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır. Askerimin başbuğu, ancak tek Allah’ın aşkıdır. Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Allah hışmıysa bence rahmettir. Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turab oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam da ancak Allah içindir. Vermem de… Tamamı ile Allah’ınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Allah eteğine yapıştım. Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri. Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum. Halka bundan fazla söylemeye imkan yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.” (Mesnevi, I/3786)

Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur.

“Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da! Zahiri, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedileşir, iyileşir! Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığım ver, ver de bir katra ya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!” (Mesnevi, IV/2617)

Sende aşk varsa, iman varsa mutlaka güzel bir yere varırsın. O zaman senin başındaki akıl da iman ettiğin yerin aklıdır, senden tecelli eden o güzellikler de yine iman ettiğin yere aittir, çünkü bize ait hiçbir şey yoktur. Biz, O’nun gölgesiyiz. Bizden önce onlar gölgelik yapmaktaydılar. Onların o ruhunu, o taşıdıkları güzellikleri, hiç şeksiz şüphesiz şimdi biz taşımaktayız. Katiyyen O’nun dışında değiliz ve şimdi bugüne göre sizlere konuşmaktayız.

“Ey sevenler, niyaza başlayın, şad olun, bu kapıda yalvarın… çünkü bu kapı, bugün açılacak! Sen safran evleğisin, safran ol… başka sebzelerle karışıp uzlaşma! Ey safran, sudan gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma!” (Mesnevi, IV/1083)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (208)

Bir mürşid demiş ki: “Aşka girdiğin zaman, aşk derinden işlerse, düşüncelerini kaybedersen, hemen bana gel. Başını kaybettiğin zaman hemen bana gel. Hiç başın olmadığını hissetmeye başladığın zaman, korkma, hemen bana gel. Doğru an budur, işte o zaman sana bir şey öğretebilirim. Başın varken öğreti imkansızdır, baş hep araya girer.” Ne dersiniz Dede?

Cenab-ı Mevlana der ki: “Benim gördüklerimi, eğer benden önceki Veliler görmüş olsalardı, dağlarda meczub halde gezerlerdi.” Çünkü akıl da kalmaz, baş da kalmaz. Eğer sen böyle bir hale düşersen, medeti yine sevgilinden bulursun. Böyle bir anda hemen ona dön ve onu kendine baş et ki, başsız ve vücutsuz kalmayasın.

“Kadir oldukça ayrılığıa ayak basma. Allah katında en hoşlanılmayan şey ayrılıktır. O, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah vermiştir. Birisine metin olan söz, diğerine zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir! Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de! Allah, kullarına ibadet edin diye emrettiyse bir kar, bir fayda elde etsin diye değil, kullarına ihsanlarda bulunsun diyedir.” (Mesnevi, II/1752)

Bugün, Hazreti Mevlana kadar aşkı yaşayan biri daha çıkmamıştır. Onun kadar aşktan dil döken biri de çıkmamıştır. Öyle ki, bir gün evine giderken bir ayakkabısı ayağından çıkıyor yolda kalıyor ama O farkında bile olmuyor. Çünkü o anda dalmış, mecnun haline dönmüş, hem yolda yürüyor hem aynı zamanda Şems’le rabıta kurmuş O’nunla konuşuyor. O anda Şems’in güzelliklerini seyrediyor, doğal olarak ne ayakkabısı geliyor aklına ne cübbesi… Bu halleri yaşamıştır Mevlana ve yaşamış olduğu için de bizlere, eğer O’nun gibi bu hallere düşecek olursak O’na yönelmemizi söyler. Çünkü böyle bir durumda ancak O bizleri tekrar eski halimize çevirebilir. Yoksa bir meczub olur ve başımızı da, aklımızı da kaybeder gideriz.

“Çalış da o duyduğun şeyi gör. Batıl olan hak olsun. Ondan sonra kulağın, göz tabiatını kazanır. Bir yün yumağı gibi olan kulakların, göz kesilir. Hatta bütün bedenin aynaya döner. Her tarafın göz ve gönül haline gelir. Kulak, bir hayal meydana getirir, o hayal de o güzelliğin vuslatına miyancıdır. Çalış, bu hayal çoğalsın da miyancı olan bu hayal, Mecnun’a kılavuzluk etsin.” (Mesnevi, V/3920)

Aşk, akıllıyı deli eder; deliyi de akıllı eder. Mademki kainatın en akıllısı Hazreti Muhammed, o zaman mürşid vasıtasıyla O’na vardığın zaman, hem O’nun güzelliklerine gark olup gidersin, hem de O’nun o güzel aklını kendine baş edersin. Böyle olduğu takdirde, işte o zaman senden daha akıllı, daha güzel yoktur bu alemde.

“Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.” (Mesnevi, VI/607)

Hazreti Şems, Mevlana ile buluştuklarında katırının dizginlerinden tutuyor, gözlerini de Mevlana’nın gözlerine dikiyor ve “Ya Mevlana!” diyor, “Sana bir sorum var.” Mevlana, “Buyrun sorun” deyince Şems, O’na şu soruyu soruyor: “Hazreti Muhammed mi büyüktür bu alemde, yoksa Bayezid-i Bestami Veli mi?” Cenab-ı Mevlana, bu soruyu işitince hayretler içine düşüyor ama böyle bir soruyu Şems’den başkasının da soramayacağını bildiğinden hemen O’nu keşfediyor ve şu cevabı veriyor: “Ya Şems! Bu ne biçim bir sorudur? Tabii ki Hazreti Muhammed daha büyüktür.” Yine Şems soruyor: “Güzel cevap verdin, fakat Bayezid-i Bestami Veli’ye sordular: Allah’a karşı ibadetini yaptın mı? Bayezid dedi ki: Yaptım. Pekala, Hazreti Muhammed’e de aynı soruyu sordular; O ne buyurdu: Yapamadım. Biri dedi, yaptım; biri dedi, yapamadım. Buna nasıl cevap vereceksin ya Mevlana?” İşte Mevlana Şems’e şu cevabı verdi: “Bayezid-i Bestami Veli bir havuzdu, o havuza gölün suyu döküldü, havuz taştı ve şöyle seslendi: İz cübbeti minallah – Cübbem dünyaya aittir, onun dışında ne varsa Allah’tır. Hazreti Muhammed ise bir okyanustu, bütün denizler ona aksa, onda bir taşma olmaz.”

“İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var! Ondan sonra Ahmed’in canı sana karşı dudağını ısırsın… Cebrail, senden korksun, geride kalsın! Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin!” (Mesnevi, IV/1888)

Bir insan, büyük bir yere yönelirse, orda onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir.

“Peygamber, ‘Kim ahmaksa düşmanımızdır, yol kesen gulyabanidir. Akıllıysa canımızdır, ondan gelen esinti ondan gelen rüzgar bize fesleğendir. Akıl, bana sövse razıyım, çünkü benim feyiz vericiliğimden bir feyze sahiptir’.” (Mesnevi, IV/1947)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (207)

Mecaz aşk, ilahi aşka hazırlıktır, deniliyor. Böyle bir aşkı yaşayanlar diyor ki: Aşık olunduğunda, aşık olduğun kişinin bedeni yok olur. Doruk noktada biçim çözülür, şekil kalmaz. Aşk, bir insanı, insanın kendini içten görebildiği gibi görür. O zaman, beden, şekil, biçim kaybolur. Bir mürşid böyle bir aşkın içine girmiş ve “Bedenim nerede, bedenim nereye gitti?” diye ağlamaya başlamış. Müridlerini çağırmış ve onlara, “Gidin ve benim bedenimin nerede olduğunu bulun, ben bedenimi kaybettim” demiş. Böyle birisi için, o bir beden olarak yaşar fakat artık o bir beden değildir, deniliyor. Bu konuda siz ne dersiniz Hasan Dede?

Burada söylenmiş olan bu sözler, tamamen aşkta yokolmuş, bedenine ait ezelden her ne istek varmış ise hiçbiri kalmamış ve görünen bedeninde maşuk zuhura gelmiş olan bir kişiyi anlatıyor. Bu kişi kendine baktığında bedenini göremiyor, çünkü görünen maşuk olmuş.

“Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma. Ruha, Allah’ı tevhid etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var. Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.” (Mesnevi, III/1610)

Mecaz aşka gelince; eğer mecaz aşk olmazsa mana aşkına yol bulunmaz. Mecaz aşk köprüdür. Mevlevilikte şöyle bir tabir vardır: Bir kişi mürid olmak için gediğinde, mürşid ona, daha önce hiç aşık olup olmadığını sorar. Eğer aşık olmamışsa onu geri çevirir ve “Git bir şeyi sev de bana öyle gel” der. Çünkü hiç aşka düşmemiş birine ne kadar sevgiden, aşktan söz etmeye kalksan hiçbir şey alamaz, öğrenemez. Mecaz aşk geçicidir. Kainat her gün kendisini yeniler durur. İnsanın da bir yaştan sonra üzerindeki gençlik gider, güzelliği solmaya başlar. Bu yüzden manevi aşka döner. Manevi aşk ise geçici değildir, ondaki güzellik daimidir. Onda hiç eksilme yoktur hatta artış vardır.

“Ten gözü seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme!
Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Aşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.” (Mesnevi, I/1790)

Peygamber Efendimiz, günde sayısız sefer kendi iç alemindeki Rabbinin sonsuz güzellikteki sayısız cemalini seyrederdi. Yani demek istiyorum ki, manevi aşk ne beden bırakır, ne akıl bırakır. Aşık olan kişide tamamen kendi varlığını gösterir. Bu kişinin nazarında dünya bir rüya alemidir, hiçbir bekası yoktur. Onun beka alemi ancak sevgilisinin yanıdır, diğer taraflar hep boştur.

“Ümmetler içinde gizli olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer. Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır! Ey aşıklar! Arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Baki olan sizsiniz, beka sizindir!” (Mesnevi, IV/847)

Fakir, şöyle bir şiir yazmışım: Az yaşa çok yaşa, akibet bir gün gelecek başa. Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner. İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile dünya durdukça yaşam sürer.

“Erler, bu alemden göçmeye neşelenirler, şu çocuklarsa alemde kalmalarına seviniyorlar! İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.” (Mesnevi, IV/2593)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (206)

Hazreti Mevlana diyor ki: “Zeliha öyle bir hale gelmişti ki, onun gözünde çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu. Yusuf’un adını başka adlara gizlemişti. Mahremlerine de bu sırrını söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese, sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu, dese, söğüt dalı yeşerdi, dese, başım ağrıyor, dese, başımın ağrısı geçti iyiyim, dese, bu sözlerinin hep ayrı ayrı manaları vardı. Birini de överse, hakikatte Yusuf’u överdi. Birinden şikayet etse, onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf’tu, dileği de Yusuf’tu.” Bizler de burada size ne kadar soru sorsak hep sonunda Mevlana çıkıyor. Ne dersiniz Hasan Dede?

Bu sorunuza şöyle bir misal vereyim: Derler ki, altı cihette hep O’nu görüyorum. Bu altı cihet nedir? İnsanın altı yönü, yani önü, arkası, sağı, solu, başüstü ve ayakaltı. Aşığa gelince, onun gözleri sevgilisinden başka bir yeri görmez. Nereye dönerse, kiminle konuşursa, sevgilisi onun kalbindedir, her zerresini sarmıştır. Dünya ehliyle konuşuR ama bir an evvel ondan kopmak ister ki, tekrar o sevgilisiyle başbaşa kalsın.

“Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?” (Mesnevi, VI/5)

Zeliha da, Yusuf’a sıdk-ı bütün bir imanla ve aşkla bağlanmış olduğu için onu her yerde görmekteydi. Hazreti Mevlana’nın Yusuf ve Zeliha için söylemiş olduğu bir dörtlük vardır ve orada Yusuf’a serzenişte bulunmaktadır, der ki: “Aşk odu evvel düşer maşuka, andan aşıka. Şem’i gör ki yanmadan, yandırmadı pervaneyi.” Yani şunu söylemek istiyor Mevlana: Aşk sende zuhura geldi, karşı tarafın nurunda yandın. Sen daha görür görmez ondan sana yansıma oldu ve sen ona aşık oldun. O ışığı gör ki yandırmadı pervaneyi. Zeliha, yedi sene Yusuf’un etrafında bir pervane gibi döndü ve Yusuf yaktı Zeliha’yı ama yandırmadı onu.

“Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı. Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi? Ruh, nasıl olur da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı? Her biri, yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki? O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar. Onların bu koşmaları, ‘Tanrı’yı teşbih’tir. Can için bedeni temizlemededirler.” (Mesnevi, V/3853)

Yine Cenab-ı Mevlana, aşk için şöyle buyurur: “Aşk bir padişahtır, bayrağı görünmez. Aşk, Tanrı Kur’an’ıdır, ayetleri bilinmez. Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir, kanlar akar durur, fakat yarası belirmez.”

“Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)

Mecnun da sevgilisi Leyla’ya bir mektup yazmak istemiş, almış kağıdı kalemi eline ama yazamadan bırakmış ve şöyle seslenmiş: “Kalbimde tevhid oldun, dilimde zikir oldun. Vücudumun her zerresini sardın, ben bu mektubu kimden kime yazayım?” O artık Leyla olmuş, onu kendi dışında bulamıyor ki mektubu kime yazacak.

“Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et! Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür! Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama, Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl olur kalır. Artık ben susayım, kâfi… sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil…. Allah, doğruyu daha iyi bilir.” (Mesnevi, III/3840)

Şimdi bunlar hep mecaz aşk, bir de mana aşkı var ki, ona da en büyük örnek Resulallah Efendimizidir. Onun her kelamında bizlere ne sunmuş ise hiçbir zaman, “Ben söylüyorum” dememiştir, her zaman, “Allah benden buyurdu” demiştir, yani O her an teslimiyetteydi. Hatta Yusuf’tan çok daha güzel bir yüze sahipti, öyle ki Hazreti Ali Efendimiz O’nun yüzüne bakamazdı. Bu yüzden ona “Kainatın nuru” diye hitab edilir.

“Bir nefescik Allah güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da! Ondan sonra bu suyu cife görürsün… Allah yakınlığının debdebesini gördün mü, Şehzade gibi sevgiline kavuşursun… ayağındaki dikeni çıkarırsın! Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul… doğrusunu Allah daha iyi bilir.” (Mesnevi, IV/3215)

Bir akşam Peygamber Efendimiz eve geliyor, o esnada Ayşe yengemiz dikiş iğnesini düşürmüş , yakmış yağdanlığı yerde onu arıyor. Hazreti Resulallah onu böyle görünce ne aradığını soruyor, o da cevap veriyor. Hazreti Muhammed Efendimiz bunu duyunca hemen bir yüz tutuyor, oda nurla doluyor, onun yüzünün ışığıyla yerdeki iğne parıldıyor ve Ayşe yengemiz iğneyi böyle buluyor.

“Ey Peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, Hatem’sin; bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir Hatem’sin sen. Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık.” (Mesnevi, VI/174)

Veysel Karani Hazretleri de Hazreti Peygamberin diğer yüzünü gördü ve o yüzde yandı. Uhud Savaşı’nda Peygamber Efendimizin bir dişi kırıldı. Veysel Karani Hazretleri, O’nun hangi dişinin kırıldığını bilmediği için otuziki dişini birden çekti çıkardı ağzından. Bugün kullanılan otuzüçlük tesbihler Veysel Karani’yi temsil eder, otuziki tesbihin otuzüçüncüsü Veysel Karani’dir. Annesi çok hasta idi, ona Veysel Karani Hazretleri bakmaktaydı. Fakat Peygamber Efendimize olan sevgisi ve aşkı haddi aşınca O’nun yüzünü görmek istedi ve kalktı annesinden izin isteyerek Hazreti Peygamberi görmek üzere Medine’ye gitti. Peygamber Efendimizin evine varınca, kapısını çaldı, kapıyı Fatma annemiz açtı. Hazreti Resulallah o sırada mescitte sahabesiyle muhabbetteydi, evde yoktu. Fatma annemiz ona kim olduğunu sorduğunda, ona “Ben Üveysiyim, Resullah’ı görmeye geldim, acaba evde midir?” diye yanıtladı. Fatma annemiz Peygamber Efendimizin birazdan eve geleceğini söyledi, fakat Veysel Karani O’nu bekleyecek kadar vakti olmadığını söyleyerek, üzgün bir şekilde oradan ayrıldı. Rivayete göre, bir zaman sonra Hazreti Resulallah eve geliyor, fakat daha eve varmadan, otuz-kırk metre öteden, Veysel Karani’nin kokusunu alıyor. Kapıyı çalıyor, Fatma annemiz açıyor. Daha Fatma annemiz, Veysel Karani’nin geldiğini söylemesine fırsat kalmadan Peygamber Efendimiz ona dönüp, “Ben evde yokken Veysel Karani beni görmeye geldi değil mi, Ciğerparem?” diye soruyor.

“Muhammed demiştir ki: Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Allah kokusu gelmekte. Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Allah kokusu geliyor. Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi! Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu! Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık! Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti… yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!” (Mesnevi, IV/1827)

Aslında Peygamber Efendimiz kendisini Veysel Karani’ye gösterirdi, ama göstermedi. Neden? Çünkü eğer ona dış yüzünü gösterecek olsaydı, Veysel Karani O’nun iç yüzünden soğuyabilirdi. Bu yüzden yüzünü göstermemiş ve onu o iç yüzünde yanmaya bırakmıştır.

“Bir zaman seni toprak gibi yeşertir…bir zaman seni sevgilinin havasıyla doldurur, şişirir! Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir! Fakat bunları o görür, başkası değil…temiz içten başka hiçbir şey cennetin kokusunu alamaz! İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki reyhanlar bitsin! İçini arıt da Muhammed’in Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu bul!” (Mesnevi, IV/547)

Hazreti Muhammed Efendimizin hakikatları Hazreti Ali Efendimizle bilinmiştir ve Evliyaullah’a yansımıştır. Bu hakikatleri tasavvuf ehli dışında bir yerden öğrenemezsiniz, hatta gece gün sorsanız bir nebzesini bulamazsınız. Size derler, fazla ileri gitme, günahtır, haramdır. Peki neden böyle söylerler? Çünkü nakilcidirler, derinini bilmezler. Bizlere sayısız nimet verilmiştir, bu nimetlerden en üstünü olarak da akıl verilmiştir. Eğer bizler o aklı kullanmasını bilmezsek ne kadar arayışlara düşsek de bu hakikatlere eremeyiz. Belki meyvenin kabuğuna ereriz ama meyvenin tadına varamayız.

“Harf kaptır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de ‘Ümm-ül-Kitap’ yanında bulunan, kendisinde olan zattır. Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ… onun aslına kadar yürü! Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin. Allah kimin ruhuna meheng korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.” (Mesnevi, I/296)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (205)

Hazreti İsa Aleyhisselam’ın bir sözü var, diyor ki: “Ancak çocuk gibi olanlar Tanrı’nın krallığına girebilir.” Ve yine deniliyor ki: “Aşk olduğunda bir kez daha çocuk gibi olursun. Çocuksu olarak hayata bakarsın, hep kaygısızca ve zevk alarak bakarsın.” Bizler biliyoruz ki, çocuk zihninin düşüncesi, büyük bir insanın yetişkin düşünce sisteminden çok daha basittir. Peki o zaman bizim Cenab-ı Hakk’a yaklaşmamıza düşüncelerimiz mi perde oluyor? Ne dersiniz Hasan Dede?

Çocuk dediğimiz zaman, adı üzerinde, çocuk, yani henüz reşit olmamışlar, hala melek sıfatındalar ve bir günah işlememişler. Aşıklar da maşuklarıyla bu aleme nazar kıldıkları zaman, hiç ayrım yapmazlar ve bütün bu alemi bir cennet-i ala görürler. Bu sebeple dilleri hep tatlı olur, yüzleri hep güleç olur ve sözleri sevici olur.

“Bu ahlak, ona ezelden verilmiştir; gözü de sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş, aydın olmuştur. Bu çeşit kul, Allah rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, ona şekerle yapılmış helva gibi gelir. Bu kulun huyu ve yaradılışı böyle olursa âlem, onun emrine, onun fermanına tabi değil de nedir?” (Mesnevi, III/1913)

Bir gün İsa Ruhullah’a bir soru soruyorlar: “Başta Musa olmak üzere, bütün Peygamberler tebessümlü idiler, ama senin gibi gülmüyorlardı. Yahya Peygamber çok ağlardı. Zekeriyya Peygamber de tebessümlü idi. Senin ise devamlı kahkaha atıp gülüyorsun. Bu alemde ne görüyorsun da böyle gülüyorsun ya İsa?” Hazreti İsa onlara şu cevabı veriyor: “Ben bütün bu alemi cennet-i ala görüyorum, bu yüzden de hep gülüyorum.”

“Bütün mezarlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde kimisi cennet bahçesi, kimisi cehennem çukuru! Halk, Peygamber ekşi suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi. İleri gelenlerse derlerdi ki: Sizin gözünüze öyle görünüyor o. Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın da ‘Heleta’ daki gülüşleri görün hele!” (Mesnevi, IV/3536)

Peygamber Efendimiz de cemaatine daima tebessümlü bir yüzle çıkardı. Hazreti Salih, asık bir yüzle çıkardı. Hazreti Salih’in, yaşadığı devirde, bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. Bir gün meraklı biri sordu: “Ya Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?” Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.” Yine biri daha sordu: “Ya Salih, bütün peygamberlerin yüzleri tebessümlü, özellikle Hazreti İsa çok gülermiş, ama senin yüzün hep asık. Neden?” Ona da şu cevabı verdi: “Benim içim hep İsa gibi güler, yüzüm ise sizlere ağlar. Çünkü hiçbiriniz bir arayışa düşmüyorsunuz. Ömürleriniz boşa gidiyor. Gün gelecek kapınız çalınacak, o zaman bin pişman olacaksınız ama iş işten geçmiş olacak.”

“Allah bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez. Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim. Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı. Eyvallah olsun ki Kuçek makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü. Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti! Ey, Allah, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen medet! Şikayetim en çok kendimden… Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var. Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.” (Mesnevi, I/2190)

Hazreti Peygamber Efendimiz, bir gece vitr-i vacip namazının onüçüncü rekatındaydı. O esnada perdeler kalktı ve gördü ki, bütün insan sıfatında gezen kişiler, hatta kendine yakın olan kişiler de dahil, hepsi dışardaki mahluklardan bile daha çirkindiler. Onları o şekilde görünce hemen ellerini kaldırdı ve tekbir çekerek, “Allah’ım sana sığınıyorum” dedi.

“Şeyh beraber olunca kötülüklerden uzaksın…gece gündüz gitmektesin; gemidesin. Canlar bağışlayan cana sığınmışsın… gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle olduğu halde yol almaktasın! Zamanın Peygamberinden ayrılma… kendi hünerine, kendi dileğine pek güvenme ! Aslan bile olsan değil mi ki kılavuzsuz yol almaktasın; kendini görüyorsun, sapıksın, hor hakirsin. Ancak şeyhin kanatlarıyla uçta şeyhin askerlerinin yardımını gör!” (Mesnevi, IV/540)

Bizler burada her zaman o Allah dostlarını anıyoruz ki, onların güzellikleri bizlerin ruhlarımıza yansıma yapsın ve bizim de nasibimiz onlar gibi güzel insanlar olmak olsun. Ama burada dinleyip de o güzellikleri kendimizde ruh etmezsek, aklımızda o güzel sözlerin muhakemesini yapmazsak, buradan çıkınca yine kendi küçük akıllarımızla hareket edersek, hiçbir şey elde edemeyiz ve bunda hiçbir zaman Hakk’ı suçlayamayız. Suçlu olan biri varsa o da kişinin kendisidir. Burası şefaat yeridir, buraya gelen kayıplara düşmez, ama neden daha da ileri gidip sınıf atlamasın. Hele bir de sınıfta kalırsa, o zaman ne yapacak? Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimiz, Cenab-ı Mevlana ve bütün Piran, hepsi şefkat dolu varlıklardır. Ceza vermezler, daima irşad ederler. Yeter ki, onların o güzel sözlerine kulak verelim ve böylece kurtuluşa erelim.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (204)

Bizler burada toplanıyoruz ve Hakk sohbetleri yapıyoruz. Hepimizin tek bir gayesi var, o da daha güzel ve iyi bir şekilde yaşamak, mutlu olmak ve insanları da mutlu etmek. Sevgi, bağlılık, saygı, doğruluk, öfke, utanç ve kaygı gibi duygularımızı nasıl kontrol edebiliriz ve nasıl yaparsak daha kaliteli yaşarız diye bir arayış içindeyiz. Bu hayatta sonsuz ahiret ve huzuru öğrenmek için, deniliyor ki: “Kendinizi keşfetmeniz lazım. Bunun için de aşka yakalanmak gerekli.” Aşka yakalanmayan bir kişi gerçekten kendisini keşfedemez mi, ne dersiniz?

Eğer bir insan isyanlarda, küfürlerde yaşıyorsa bu demektir ki, bu kişi hala ikrar verdiği yere teslim olmamış. Söz ile ikrar vermiş ve tekrar akıla düşmüş. Akıla düştüğü için de kolay kolay rahata ve huzura kavuşamaz.

“Kafir de istemeyerek Allah’a tapar ama onun maksadı başkadır. Padişahın kalesini yapar amam beylik dâvasındadır. Kale, onun malı olsun diye isyan eder, fakat nihayet kale, padişahın eline geçer. Müminse o kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi, mevki sahibi olmak için değil. Çirkin, ‘Ey çirkini de yaratan padişah, sen güzeli de yaratmaya kadirsin, çirkini de’ der. Güzel de ‘Ey güzellik padişahı, beni bütün ayıplardan arıttın’ der.” (Mesnevi, II/2545)

Peki kendini bilen bir insan nasıl davranır? Bizlere en güzel örnek Hazreti Ali Efendimizdir. Sizlere şöyle bir hikaye anlatayım: Bir gün Hazreti Ali, yanında çalışan kölesine atları hazırlamasını, yola koyulacaklarını söyledi. Köle cevap vermedi ve başını sallamakla yetindi. Hazreti Ali Efendimiz kendi işlerini tamamlayıp tekrar ahıra gelince bir de baktı ki atlar hala hazır değil. Hemen kölesine seslendi, “Neden atları hazırlamadın? Ben sana atları hazırlamanı buyurmuştum.” Köle ona şöyle bir cevap verdi: “Efendi Hazretleri, ben kasten atları hazırlamadım. Seni kızdırmak istedim.” Hazreti Ali Efendimiz, kölenin bu cevabı üzerine, hemen bir tebessümde bulundu. Onu böyle gülerken gören köle şaşkınlıkla, “Efendi Hazretleri şimdi neden böyle gülüyorsun?” diye sordu. Hazreti Ali, “Neden gülmeyeyim? Senin içinde biri var beni kızdırmak istiyor, isyanlara düşürmek istiyor, işte ben de senin o içindeki kızdırmak için gülüyorum.”

“Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir. Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret. Şeyhin sözü, insana cemiyet-i hâtır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika.” (Mesnevi, II/3691)

Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin yolundayız demektir. O, bütün Piran’ın başıdır. İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Velilerde, nebilerde gören göz Ali’dir.” Bütün hakikatler Hazreti Ali Efendimizle sunuldu. Peygamber Efendimiz, sahip olduğu o hakikatleri çevresindeki topluma sunamazdı, çünkü o toplumun çoğunluğu cahildi. Bu yüzden o binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi, bütün hakikatleri verdi. Hazreti Ali Efendimiz bu hakikatleri öğrendikten sonra, O da kendine bir sırdaş aramaya koyuldu, fakat bulamadı. Çünkü bu hakikatler insanın içinde birikim yapar ve insan kendisini anlayacak birisiyle bunları paylaşmak, muhabbet etmek ister. Peki ne yaptı Hazreti Ali? Yemen’e gittiğinde bir kuyu başına geldi, kuyunun başına oturdu ve bütün sırları o kuyuya söyledi ve biraz olsun rahatladı. İşte o kuyuda daha sonraları bir saz meydana geldi. Veysel Karani Hazretleri de, develerini otlatırken, o kuyunun etrafında toplar ve onlara su verirdi. Bir gün yine develerine su vermek için o kuyunun başına geldi ve bir de baktı ki kuyuda bir saz suret bulmuş. Veysel Karani Hazretleri o sazı kesti ve kaval yaptı. Develerini otlatırken o kavala üfledi. Kavaldan çıkan o yanık ses develere tesir etti ve kıyam zikrine kalktılar. O kaval bugünlere gelene kadar yenilendi ve Mevlevilerde ney halini aldı.

“Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah’a perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz. Sen, kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?” (Mesnevi, I/2200)

Bütün dava bulunduğumuz yerin kıymetini bilmektir, nereye teslim olduğumuzu bilmektir, kimi kendimize baş ettiğimizi bilmektir. İnsan bu bilinçle yola koyulmalıdır, yoksa ufak bir şeyden birbirine kızmak, kavga etmek doğru değildir. İşte yine Cenab-ı Mevlana şöyle der: “Bu alemde kusursuz kul aramayın. Çünkü bu alemde kusursuz bir kul yoktur. Eğer yaşamınızı güzel geçirmek isterseniz, herkesin iyi taraflarına bakın ve öyle yaşamınızı sürdürün.”

“Biz, ben diye varlığa düşerek dostu incitme de kimse, düşmanın olmasın! Allah için halka hayır yap, yahut kendi canın için herkese hayırda bulun da. Daima gözüne dost görünsün… gönlüne kin yüzünden çirkin suretler gelmesin!” (Mesnevi, IV/1977)

Bakın Peygamber Efendimiz, akşamları istirahate çekilmeden evvel tam yetmişbeş sefer ‘Estağfurullah’ çekiyor ve bilerek ya da bilmeyerek birine kırıcı bir söz söylemiş ise içindeki Rabbine sığınıyor ki onu affetsin.

Benim nazarıma göre teslimiyette yaşayan bir kişi hiçbir zaman kimseye kırıcı sözler sarfetmez, kırıcı konuşana dahi tebessümle karşılık verir. Yine Mevlana der ki: “Eğer zekat vermek için paran yoksa, bir güler yüz tutarsan o da zekat sayılır.”