MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (173)

İnsan bu dünyada neyi aramalıdır Hasan Dede?

Aslında herkes hakikati aramaktadır. Aranan, arayanla beraberdir; aramayandan ise çok uzak. Allah insanları kendinden yarattı. Bu insanlık içinde bir insan var, iş onu bulmada.

“Allah, Muhammed’den şöyle seslendi: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İştirim ve görürüm.” (Ta Ha, 46)

İnsan, ne kadar zeki olursa olsun, kendi aklıyla ne kadar düşünse noksandır. Allah’ın aklıyla düşünürse, her şeyi çevreler o zaman. İnsan aklını aslına kavuşturabilirse, yani Allah’tan geleni Allah’a teslim edebilirse, işte o zaman kendi vücudunu idrak edebilir. Yoksa beşer akıl, insan vücuduna eremez.

“O, önlerindekini ve arkalarındakini (dünyadaki ve ahiretteki durumlarını) bilir. Onların bilgisi ise Rahman’ı kuşatamaz.” (Ta Ha, 110)

Allah, insan vücudunu eksiksiz yaratmıştır, sonra da gelip içine oturmuştur. O beden, kendisine mahsustur, kendisine tabi olmuştur. Öyle yüksekten bakar ki, ay, yıldızlar, güneşler hep aşağıda kalır. Hiçbir mahluk onun nazarından kaçamaz. Ne fiilini, ne malını, ne kalbindeki sırlarını O’ndan gizleyemez insan. Biz işte böyle nurdan bir sarayda oturmaktayız. Biz o bina değiliz; o Sultanla beraberiz.

“Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Allah’ın emri bunlar arasından inip durmaktadır ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talak, 12)

 

Peki insanın yaratılışındaki sır nedir?

Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “İnsan önce cansızlar alemine gelmiş, sonra nebatlar alemine düşmüştür. Fakat yıllarca nebatlar aleminde ömür sürdüğü halde cansızlar ülkesinde olduğunu hatırına bile getirmemiştir. Nebatlıktan hayvanlığa düştüğünde bile nebat halini hatırlamaz. Yalnız yeşile karşı eğilimi vardır. Hele bahar geldi mi, çiçekler açtı mı? Hani yeni derviş de yüceliğe eğilim duyar ya. Çünkü; bu cüzi akıl, o külli akıldır. Bu gölgenin hareketi, o gül dalının hareketindendir. Nihayet gölgesi, onda yok olur da sırları bilir, anlar. Ağaç oynamadan o dalın gölgesi nasıl oynar. O yaratıcı onu hayvanlıktan insanlığa çeker çevirir. Böylece gide gide nihayet insan aleminde akıllı, bilgili ve yüce bir hal alır. Fakat önceki akılları hatırlamadığı gibi, bu akıldan da geçip değişeceğini aklına bile getirmez. Nihayet bu akıldan da kurtuldu mu, yüzbinlerce şaşılacak güzellikler görür.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (172)

Tasavvufta Hakk’a ulaşmanın manası nedir Hasan Dede?

Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Yağmur yağarken gökten düşen damlaları eğer denize düşerlerse onları denizden ayırabilir misiniz? Hayır, ayıramazsınız. Peki damlalar toprağa düşerse ayırabilir misiniz? Hayır, onları da ayırmazsınız. Deniz düşen damlalar deniz olur, toprağa düşen damlalar çamur olur.” Bizler de burada birer damlayız, attık kendimzi denize ki, Hakk ile Hakk olalım. Eğer toprağa atsaydık kendimizi, ayak altı olur giderdik.

“Allah, insanı bir damla sudan yarattı. Böyle iken bakarsın ki o, Rabbine açık bir hasım kesilmiştir.” (Nahl, 4)

“Ey Muhammed! Onlara dünya hayatının örneğini ver: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirne karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgarın savurduğu kuru bir çerçöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.” (Kehf, 45)

Hazreti Mevlana, dervişlerine dünyanın hakikatte ne olduğunu göstermek için onları şöyle bir imtihana tutmuştur: Yağmurlu bir günü seçti ve aynı gün de Konya’nın pazarı olmasına dikkat etti. Dervişleriyle beraber pazara geldi. Daha önceden sarrafta bozdurduğu altınları da yanına aldı. Bütün pazarcılar Mevlana’yı görünce çok şaşırdılar, acaba ne alışveriş yapacak diye meraka düştüler. Mevlana o sırada elini cebine attı ve bir avuç altını etrafındakilere göstererek sordu: “Ey ahali, bu elimde tuttuğum nedir?” “Altındır” dediler. Mevlana, “Tamam o zaman, haydi yağma edin” dedi ve elindeki altınların hepsini çamura attı. Bütün pazarcılar bıraktılar tezgahlarını, altınları toplamak üzere hepsi birden çamura daldılar. Üstleri başları çamur içinde kaldı. Kimisi altınları buldu, kimisi bulamadı. Sonra Mevlana topladı bütün dervişlerini ve hep beraber tekkeye döndüler. Tekkeye vardıklarında onlara sordu: “Evlatlarım, bugünkü imtihandan hiç bir ders aldınız mı?” Hepsi sustular, bir şey diyemediler. Aralarından biri, “Eğer siz anlatırsanız daha iyi olur, bizler yanlış bir şey konuşmayalım” dedi. İşte Mevlana onlara şu açıklamayı yaptı: “Pazarcıları gördünüz, hepsinin üzerlerinde belki 1 ya da 2 liralık elbiseler vardı. Bir parça altını almak için kendilerini çamura attılar. Sahip oldukları o 1-2 liralık elbiselerini de berbat ettiler. Eğer o anda Padişah, yani Allah, onları sarayına çağırmış olsaydı, üstlerindeki o çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna çıkabilirler miydi? Hayır , tabii ki gidemezlerdi. Bir insan çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna nasıl çıkabilir? Çıkamaz. İşte sizlerin de gönlünüzde dünya varsa, ya da bir dünya ehli, Allah sizi huzuruna kabul etmez, tekrara gerisin geri gönderir.”

“Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 86)

“Şüphesiz inkar edip kafir olarak ölenler var ya, dünya dolusu altını fidye verseler bile bu, hiçbirisinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Al-i İmran, 91)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (171)

Hazreti Peygamber Efendimizin biz sözü vardır: “Namazı terkedenin İslam’dan nasibi yoktur.” Bununla ilgili bize ne söylemek istersiniz Hasan Dede?

Eskiden büyüklerimiz namaz kılmaya gidiyorum demezlerdi, huzura çıkmaya gidiyorum derlerdi. Kimin huzuruna çıkıyorlardı? Hazreti Muhammed’in… Namaz kılmak, kabullenmektir, “Seni kendime mihrab kıldım” demektir. Huzurda duran kişinin gönlünde Hazreti Muhammed Efendimiz yok ise, onun kıldığı namaz boş sayılır. Peygamber Efendimizin bu sözü söylemesindeki sebep hakikatte bu idi. Bir namaz var, bir de namazın namazı var, o da aşıkların namazıdır. Bakın Hazreti Mevlana, “Mihrabı dost cemali olan kimse için, yüz çeşit namaz, yüz çeşit rüku ve secde vardır” der. Bu konuda Cenab-ı Hakk: “Ne yana dönerseniz Allah oradadır” buyurmuştur. Hazreti Resulullah da: “Namaz müminin miracıdır” buyurmuştur.

“Ey Meryem! Rabbine divan dur, secde et ve O’nun huzurunda rüku edenlerle beraber rüku et.” (Al-i İmran, 43)

“Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine bu ayetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tesbih edenler inanırlar.” (Secde, 15)

Hazreti Peygamber Efendimiz, sadece Müslüman olanların Peygamberi değildir. O, hakikatte bütün alemin Peygamberidir. O, Rahmetellil Alemin’dir. Bundan dolayı bizler hangi milletten olurlarsa olsunlar hiç kimseyi ayrı görmeyiz. Bizde ikiliğe hiç yer yoktur. Fakat malesef bugün Tekbir getirerek kardeş kardeşi öldürmektedirler. Bunlara Müslüman diyebilirler, çünkü şehadet getirmiş ama İslam olmamış. Barışçı değil, kavgacı… İslam olmak ne demektir? Muhammed’leşmek demektir.

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun varlığının ve kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 22)

Ben her zaman şunu derim: İnsanın ölümsüzlüğe yola çıkabilmesi için kendisine bir ölümsüzü bende etmesi lazımdır. Misal olarak, başta Abdülkadir Geylani, Seyyid Ahmed Rıfai, Hoca Ahmet Yesevi gibi bütün evliyalar, Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Kim bu Evliyalardan birine bağlanırsa, Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünü, güzelliklerini ve gerçek kimliğini onlardan öğrenirler. Şimdi Abdülkadir Geylani ve Seyyid Ahmet Rufai Hazretleri aynı devirde yaşamışlardır ama bu zamanda kendi cemaatleri vasıtasıyla zikredilmektedirler. Onlar zikredildikçe Hazreti Muhammed Efendimiz de zikredilmektedir. Hazreti Mevlana da bundan 800 sene önce yaşamış olmasına rağmen O da bugün hala sevenleriyle zikredilmektedir ve zikredilecektir.

İşte bu yüzden bizler ölümsüzleri kendimize dost edindik ki, onlarla birlikte dünya durdukça yaşayalım ve onları yaşatalım.

Hazreti Mevlana diyor Kİ: “Benim bir manevi evladım, bana münacatta bulunursa ben onun yedi sülalesine şefaatçi olurum.” Çünkü şefaat Hazreti Muhammed’e aittir, bizler de O’nun bendesiyiz.

“O gün, Rahman’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Ta Ha, 109)

“Rahman’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.” (Meryem, 87)

Bizler sizleri bu manevi sohbetlerle devamlı irşad etmekteyiz. İrşad ne demektir? Sizi size söylüyoruz. İnsanın ne kadar mukaddes bir varlık olduğunu, Allah’ın katında ne kadar güzel bir kimliğe sahip olduğunu anlatıyoruz. Hakikatte insan, Allah’ın temsilcisidir; paranın pulun temsilcisi değildir. O Allah, güneşle dile gelmedi; o Allah, ayla yıldızlarla dile gelmedi; o Allah hayvanatta dile gelmedi; ancak insan sıfatıyla dile geldi. Bu nedenle, Hazreti Muhammed’i sevmek Allah’ı sevmektir, Hazreti Ali’yi sevmek Allah’ı sevmektir, Piran Efendilerimizi sevmek Allah’ı sevmektir. Piran Efendilerimiz belki kalabalık görünürler ama hakikatte hepsi birdirler. Bakın Şems Hazretleri şöyle buyurur: “Üzümler gibi hepimiz bağda kalabalık görünürüz ama tavada hepimiz biriz. Sayı ortadan kalkar, pekmez oluruz.”

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (170)

Hazreti Resulallah, Veda Haccı’nda iken Hazreti Ali’yi vekil tayin ederek, “Benden sonra Müminlerin Emir’i Ali’dir” diye buyurdu. Hazreti Resulallah’ın, Hazreti Ali’yi vekil tayin etmesindeki sebep ne idi?

İmam Ali Efendimiz doğduğundan itibaren Peygamber Efendimizin hizmetindeydi, O’nun bütün sırlarına vakıftı. Bu sebepledir ki, sahabe içinden ona en yakın olan İmam Ali Efendimiz olmuştur. Peygamber Efendimiz, İmam Ali Efendimizin dışında kimseye de pek güvenmemiştir.

“Biz, en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.” (Saffat, 6)

Peygamber Efendimiz, Vedda Haccı’ndayken Hazreti Ali’yi kendisinden sonra vekil olarak tayin etmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Ali’yi seven beni sevmiştir, beni seven Allah’ı sevmiştir. Ali’ye isyan bana isyandır, bana isyan Allah’a isyandır.”

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran, 31)

“De ki: Peygamber’e itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez.” (Al-i İmran, 32)

Peygamber Efendimizin, bütün diğer Peygamberler arasında bir ayrıcalığı vardı. Henüz bu dünya yaratılmadan evvel O vardı. Yine ilk olarak O’nun nuru bu aleme zuhur etti. Bakın, Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Bu alemde ne görüyorsanız hepsi Allah’ın ailesidirler, sakın hiçbirini hor görmeyin. Birini incittiniz mi Allah’ı incitmiş olursunuz. Birini sevdiniz mi Allah’a karşı saygıda bulunmuş olursunuz.”

“Allah, yeri yaratıklar için var etti.” (Rahman, 10)

“Bütün yüzler; diri, yaratıklarına hakim ve onları koruyup gözeten Allah’a boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen mutlaka hüsrana uğramıştır.” (Ta Ha, 111)

İşte Peygamber Efendimizin bizlere sunduğu hakikatlerin özü aslında budur. Gönüllerde yer alabilmek için kimseyi hor görmemek, herkesi kendinden üstün görmektir. Bakın ne buyurmuştur: “El fakru fahri alem.” Bunun manası şudur: Dünyada ne kadar varlıklar varsa hepsi benden üstündür, ben hepsinden aşağıyım. Eğer bir insan bu şekilde kendisini yokluğa verirse, Yaratıcı’nın bütün varlıkları onda zuhurunu gösterir.

“Göklerdeki ve yerdeki herkes Rahman’a kul olarak gelecektir.” (Meryem, 93)

“Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir.” (Furkan, 63)

Yaratıcı, yani Allah, bütün kainatı yarattı ve en son olarak insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı ve kendi ismini de yine insandan aldı. İnsan, eşref-i mahluktur, çünkü insana, diğer mahluklara verilmemiş olan bir mükafat verilmiştir. Nedir o? Akıl… Cenab-ı Mevlana şöyle der: “Sayısız nimet verildi, bütün nimetlerden en üstün olan akıl, insana verildi. Sen aklını daim bende tutarsan, beni daim görürsün sende.”

“Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz nimetlerin iyi ve temiz olanlarından rızıklanın ve Allah’a şükredin.” (Bakara, 172)

Yani ne kadar istersen zikir yap, ne kadar istersen namaz kıl, oruç tut, zekat ver; gönlünde Hazreti Muhammed yoksa senin bütün ibadetlerin boştur.

“Ey Muhammed! Odaların arkasından sana bağıranların çoğu aklı ermeyen kimselerdir.” (Hucurat, 4)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (169)

Hazreti Mevlana, Mesnevi’sinde şöyle buyuruyor: “Mustafa, çok sıkılıp daraldığında kendisini damdan atmaya kalkardı. Ne zaman öyle bir hal gelirse Cebrail ona yetişir ve, sakın yapma sabret, derdi.” Bunu açıklar mısınız Hasan Dede? Bizler de zaman zaman sıkıntılara düşüyoruz, bu sıkıntılardan kurtulmak için ne yapmalıyız?

Hazreti Peygamber Efendimizin, kendisini Hira Dağı’ndan aşağı atmak istemesinin sebebi çok büyük bir yük yüklenmiş olmasıydı. Kendisine gelen vahiyleri insanların anlamasını sağlamak zorundaydı. Peygamber Efendimizin o hallerinde kendisine en çok yardım eden, onu teselli eden Hazreti Hatice idi. Hazreti Hatice annemiz, Peygamber Efendimizin çok sadık bir eşi ve aynı zamanda en yakın dostuydu.

Hazreti Ali Efendimiz de Hazreti Resulallah gibi aynı yükü taşımaktaydı. Onun da namazını ele alalım: O, daha kıyamda dururken çocuk gibi ağlar, gözyaşları yanaklarından sel gibi akardı.

“O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalblerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin ordular Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih, 4)

“Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih nasip etmiştir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih, 19)

Onların çektikleri bu sıkıntılar Allah’ı yüklendikleri içindi, oysa bizim çektiğimiz sıkıntılar kendimizden haberimiz olmadığımız içindir. İnsanın kalbi bile Allah’ı zikreder, oysa insan başka şeyleri zikretmektedir, kendilerine vakıf değildirler. İşte mürşid-i kamiller de sizi size söylemek için mükelleftirler. Ama sizler buna rağmen hatalara koşarsanız o zaman kimse Allah’ı bundan mesul tutamaz, ancak kendinizi mesul tutabilirsiniz.

“Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkar, başka bir günahkarın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsra, 15)

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 78)

Toplum içinde bazı kişiler birbirlerine kızdıkları vakit, derler, Allah cezanı versin, Allah belanı versin… İşte Hazreti Mevlana’nın buna çok güzel bir cevabı vardır: “Allah, baştan aşağı rahmettir. O, kimseye ceza vermez. Misal isterseniz Hazreti Muhammed’e bakın; Taife halkını İslam’a davet etmeye gittiğinde, halk onu taşa tuttu. Attıkları bir taş alnına isabet etti, dizleri üzerine çöktü, mübarek yüzü hep kanlar içinde kaldı. Hemen o anda içindeki Rabb’i ona şöyle seslendi: “Ey benim Habibim Muhammed! Dile benden ne dilersen, sana yapılan bu cefalara ben tahammül edemiyorum.” Hazreti Muhammed Efendimiz bu sesi duyunca kaldırdı ellerini ve şöyle buyurdu: “Ya Rab! Ben gelmedim bu alemi yok etmeye, ama mademki benden bir şey dilememi istiyorsun, bu Taife halkına hidayet ver de benim ne için geldiğimi anlasınlar.” Taife halkının kendisine yaptığı onca zulüme rağmen Hazreti Muhammed onlar için yine dualarda bulunuyor, isyan etmiyor… O, Allah’ın varisiydi. İnsan suretini giyerek bu aleme geldi ve her türlü işkenceye rağmen hep rıza kıldı.

“Kur’an’ı ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü Cebrail öğretti. O, en yüksek ufukta bulunuyorken surete girip doğruldu.” (Necm, 7)

“Şimdi ise Allah yüküzünü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa ikiyüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde sabırlı bin kişi olursa, Allah’ın izniyle ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 66)

Allah, hepimize akıl vermiştir, bu aklı güzel kullanmak lazım. Yani yorganın dışına çıkmamak gerekir, aksi takdirde üşürsün. Ama insanlar Allah’ın verdiği o akılı güzel kullanmadıkları için ne oluyor? Sıkıntılar başlıyor, yaptıkları işlerde sıkıntılar yaşıyorlar.

“Allah, iki adamı da misal verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür. Nereye gönderse olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adaletle emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu?” (Nahl, 76)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (168)

Hazreti İsa Aleyhisselam buyuruyor ki: “Tanrı’nın cennetine girebilmeniz için çocuk olmanız lazım.” Çocuklar, gece yatağa yatınca hikaye anlatmanızı isterler. Bu hikayeler, onların rahatlamalarına ve uyumalarına yardımcı olur. Çocuk, hikayeyi beyinle değil de kalbiyle dinlerse daha güzel anlar. Kalb ile dinlemek nedir ve nasıl olur Hasan Dede?

Kalb ile dinleyebilmek için insanın çok saf olması lazımdır. Her şeyden arınması lazım. Hazreti Mevlana’nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle der: “Ey yolcu! Bir iş yapmak istediğin zaman birkaç bilgine danış, ya da istersen yüzlerce bilgine danış; fakat işe başlamadan evvel mutlaka kalbine danış ve kalbinden gelen ses ile işe koyul.”

“Sana, hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir. İyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi davranış, takva sahibi insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Bakara, 189)

Misal olarak ben, fakir, kalbim Sevgilim ile o kadar dolu ki, O kalbimden ne dilerse öyle yola koyulurum, Onu dinlerim ve Onun emriyle hizmetlerimi yaparım. Bana ait hiçbir şey yoktur. Bunu da insana ancak aşk yaptırır. Ama eğer insanda aşk yok, sevgi yok ise; kendi ilmine güvenerek yola koyulmuş, kendi aklını beğenmiş, herkesi hakir görmüş, kendini beğenmiş ise o, ancak kendini kandırmış olur ve hiçbir yere varamaz.

Örneğin bizler burada toplandığımız zaman yerle görüşürüz. Bunun manası, ben yokum sen varsın Allah’ım, demektir. Yani Allah’tan maksat Sevgili’dir. Yer ile görüştükten sonra başımızı kaldırdığımızda gözümüzden gören, dilimizden konuşan artık O’dur.

“Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine bu ayetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rab’lerine hamd ederek tesbih edenler inanırlar.” (Secde, 15)

Bakın Hazreti Mevlana ne güzel buyuruyor şu beyitlerinde ve diyor ki: “Ey tertemiz gönül! Sana binlerce selam. Bütün güzeller, sana kul köle olmuş… Ben aşka gelir, heyecana kapılır, Sevgilinin önünde secde ederim. O zaman gönül bana der ki: Aklını başına al! Secdede iken can vermek bütün secdelerin canıdır. Bu mutluluk her kula nasip olmaz.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (167)

Hazreti Mevlana, Divan-ı Kebir’inde aşktan şöyle bahsediyor: “Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sanma. Aşk, ab-ı hayattır; onu canla gönülle kabul et. Aşıklardan başkasını sudan ayrılmış balık gibi bil; o, vezir bile olsa, sen onu ölmüş say. Aşk, eşya dengini açınca, her ağaç yeşillenir. Kocamış ağaçtan biten taze yapraklar her an meyva verir.” Efendimiz (sav), bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “İnsanlar uykudadır, ancak öldüklerinde uyanırlar.” İnsanların uyanmaları için mutlaka aşka mı düşmeleri gerekir?

Bir insan eğer yaşadığı müddetçe aşka düşmemiş ise, yaşıyor gibi görünse de aslında ölü sayılır.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar. Kalben ölü olanları ise yalnızca Allah diriltir. Sonra da hepsi ona döndürülürler.” (En’am, 36)

Bir gün bir sohbet esnasında Hazreti Mevlana, bütün bu kainatın ölü olduğunu söylüyor. Etrafındakiler hemen, “Nasıl olur bu Ya Mevlana, hepsi canlı görünüyor.” “Evet” diyor, “Canlı görünüyorlar, konuşuyorlar ama bütün sözleri dünyevi, gözleri de görüyor ama dünyevi bakıyorlar; hakikatleri gören yok…” Yine soruyorlar: “Peki bunlar nasıl kurtulurlar?” Mevlana şöyle cevap veriyor: “Bir Allah dostuyla arkadaşlık yaparlarsa, ondan can bulur, gözleri açılır ve kurtulurlar.”

“Andolsun, siz ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz.” (Al-i İmran, 143)

Hazreti İsa’dan da bir örnek verelim: O da körlerin gözlerini açtı. Nasıl açtı? Hakikatleri söyleyince körlükten kurtuldular, gözleri görür oldu; yani ölüleri diriltti. Bakın Hazreti Mevlana çok güzel söylüyor: “İsa Ruhullah, ölüleri diriltti, körlerin gözlerini açtı, topraktan kuş yaptı, ona ruh verdi ve uçurdu. Fakat o İsa’daki nefes de ben idim.” Ve yine şöyle der: “Adem henüz balçık halinde iken, ben Nebi idim. Mansur-u Hallac, sözünde Hakk’tı, ben ne zaman ‘Ene’l-Hakk’ dedim yeryüzünde ağaç yok idi.”

“Allah, onu İsrailoğullarına bir Peygamber olarak gönderecek ve o da onlara şöyle diyecek: Şüphesiz ben size Rabb’inizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer müminler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Al-i İmran, 49)

Derinlere inildiğinde insanın ne kadar yüce bir varlık olduğu meydana çıkar, fakat sığlarda kalınırsa, insanlar kendilerinden habersiz yaşayıp giderler.

“O, rüzgarları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgarlar ağır bulutlar yüklendiği vakit, onları ölü bir beldeyi diriltmek için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.” (A’raf, 57)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (166)

Bir zat buyuruyor ki: “Sür çıkar ağyarı kalbden, ta ki tecelli ede Hakk. Padişah konmaz saraya, hane mahmur olmadan.” Yani insanda haset var, inat var, gurur var, kibir ve öfke var… Bir insanın iç alemi bu huylarla bozuk olunca, hiçbir şey ona huzur vermez. Hasan Dede, bir insanın yaradılışı mı önemlidir, yoksa aldığı terbiye mi?

İnsan, yaratıldığında yabandır, çünkü kendini bilmemektedir, nefsi arzularına göre yaşamaktadır. Kim onun kafasına uygun bir şey söylese, onun yolunda gider ve hayatını, kendi zannettiğinin aksine çok boş geçirmektedir. Fakat eğer kendindeki bu eksikliğin farkına varır da bir arayışa düşerse ve bir Hakk dostunun, yani kamil bir insanın eğitimine girerse, onun güzelliklerini benimserse, o kişi zamanla yabanlıktan çıkar, kendini bilmeye başlar ve güzel bir insan olma yoluna girer.

“Ey insan! Sen adım adım Rabb’ine doğru yol almaktasın; sonunda O’nun huzuruna çıkacaksın!” (İnşikak, 6)

“Ve siz aşama aşama ilerleyeceksiniz.” (İnşikak, 19)

Misal olarak diyelim ki, bahçemizde bir meyva ağacı var, meyve de veriyor fakat, yabani olduğu için meyvelerinin tatları ekşi, yenmiyor.

Çare olarak hemen işinin ehli bir bahçıvan bulup aşı yaptırıyoruz. Bir sene sonra da bakıyoruz ki, o yabani ağaç tatlı meyveler veren güzel bir ağaca dönüşmüş. Bunun gibi insanın da aşıcısı yine insandır. Hakikatte bütün varlık aleminin aşıcısı insandır. Bir insan, başka bir insandan aşı almazsa, isterse sayısız bilgilere sahip olsun, ancak meyvenin kabuğuna gelir ama meyvenin tadına varamaz.

“Gafiller arasında Allah’ı zikreden, kuru ağaçlar arasında bulunan yeşil fidana, ölüler arasındaki canlı olana ve harpte kaçanlar arasında, aslan gibi savaşana benzer.” (Hadis-i Şerif)

İnsanın bu güzelliklere kavuşmasını sağlayan yol en başta teslimiyettir; yani teslim olduğun o kamil insan ile yola koyulmaktır, onu herşeyden üstün görmektir, sevgi sunmak ve o sevgiyi aşka dönüştürmektir. Aşka gelince… İnsan ancak güzele aşık olur.

“Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.” (Al-i İmran, 160)

Bakın Galib Dede Hazretleri’nin yazdığı kitabın adı “Hüsn-ü Aşk”tır ve o kitapta öylesine güzel bir dil sarfetmiştir ki, insanda merak uyandırır. Acaba Galib Dede’nin bu güzel dili nereden geliyordu? Acaba ne gördü ve nasıl bu derece aşık oldu? Galib Dede Hazretleri, III. Selim’in kız kardeşine aşıktı, onun o güzel cemalinde yandı ve “Hüsn-ü Aşk”ı yazdı. Yunus Emre de aynı şekilde… O da Balım Sultan’da yandı. Peki Mevlana kimde yandı? Şems’de yandı. Hakikatte ise hepsi, bütün Evliyalar, Hazreti Muhammed’de yandılar. Her birinin sevgisine ve aşkının büyüklüğüne göre yüzünü gösterip kendisine aşık etmiştir.

Evliyalardan, Hazreti Muhammed’e ilk aşık olan Veysel Karani Hazretleridir. Peygamber Efendimizin, Uhud Savaşı’nda bir dişi kırıldığında, hangi dişinin kırıldığını bilmediği için ağzındaki otuziki dişini birden sökmüştür onun aşkına. Bugün otuzüçlük tesbihler, Veysel Karani Hazretlerini temsil eder; otuziki tanesi kırılan dişleri ve bir de kendisi, otuzüç… Kısaca, insan görmediği şeye aşık olamaz.

“Ey insanlar’ Size Rabb’inizden kesin bir delil olan Muhammed geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” (Nisa, 174)

Eskiden Mevlevi Dedeleri, kendilerine derviş olmak isteyen kişilere ilk sordukları soru, bir şeyi sevip sevmedikleriymiş. Eğer sevmiş ise dervişliğe kabul ederlermiş; yok eğer sevmemiş ise, sevsin de öyle gelsin diye gönderirlermiş. Çünkü sevgiyi, aşkı yaşamamış birine onun tadını başka türlü anlatamazsın. Sevecek, aşık olacak ki, anlatabilsin ve dervişiyle arasında bir muhabbet doğsun.

Mecaz aşktaki güzellikler daima korunamaz. Mecaz aşk bitince, insan manevi aşka yönelir. Manevi aşkta ise Allah, sevenine sayısız güzel yüzlerle çıkar ve onu daima aşkta tutar. Onun vazifesi yakmaktır.

“Sen, o ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül et. O’nu her türlü övgüyle yücelterek tesbih et.” (Furkan, 58)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (165)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Yiğit kişi, şehvetine ve öfkesine hakim olandır.” Mevlana, burada insan bedenini ata, ruhunu da o atın üzerindeki süvariye benzetiyor ve şöyle devam ediyor: “Eğer süvari ata hakim olursa, at onu ahirine götürür; ama eğer at süvariye hakim olursa, at onu ahıra götürür.” Mevlana, bu deyişinde, “Bedenini kendi haline bırakırsan seni yanlış yere götürür” derken sizce bu durum herkes için mi geçerlidir, yoksa bunun insanın yaradılışıyla mı ilgisi vardır?

Tasavvufta şu tabir vardır: Eline, beline, diline sahip ol… Bunu yapabilen bir kişi, misal olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir. Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahi, kesinlikle batmaz. Fakat bu üçünden herhangi birisine uymadığı takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahi artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsani duygulardan uzak durmasıdır.

“Biz Nuh’u ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçekten kör bir kavimdi.” (A’raf, 64)

“O, öyle bir mabuttur ki, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırır. Gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte güzel, temiz bir rüzgarla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada birden şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar her taraftan onlara hücum eder. İşte o zaman çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, tertemiz bir inançla Allah’a dua ederler ve bizi bundan kurtarırsan şükredenlerden olacağız, derler.” (Yunus, 22)

Seyyid Burhaneddin Hazretleri şöyle der: “Kim nefsiyle barışık ise, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” Ve yine şöyle buyurur: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yani nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahabesine şöyle seslenmiştir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.” “Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı vermiştir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.” İnsana, nefsi her an tuzaklar kurmaktadır ve bu tuzaklardan kurtulmanın yolu ise aşk ve riyazattır.

“Kendi arzu ve heveslerini ilah edinen ve Allah’ın da, bildiği için kulağını ve kalbini mühürleyip üzerine perde çekerek hidayetten mahrum bıraktığı kimseyi, Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Casiye, 23)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (164)

Cenab-ı Mevlana diyor ki: “İlahi aşkın şarabı takva küpündedir” ve yine bir başka yerde de şöyle buyuruyor: “Saki! Kadehi ilahi aşkla doldur, mesthaneye ekmek sözünü etmekten uzak dur. Sun Kevser’i, kansın suya hep gönüller, deryada yüzenler sudan başka ne ister. Doldur o şaraptan yine doldur, yine bir sun, dursun gece ey dost, onu durdur, ne olur… Vur uykumu, zincirlere vur, geçmesin anlar; varmaz gecenin farkına varmaz uyuyanlar. Hakk’ın o misafirleri Cibril’le beraber Kevser suyundan aynı gümüş taçtan içerler. Has kullara gökler ötesinden iner ihsan, ikramsa budur başka ne ister daha insan. Dostun dudakları dokunur kırmızı şarabına dostun, ancak onu takva denen küpte bulursun. Hakk ehlinin üstadı Rab’dır, elbette kitap ehlinin üstadı kitaptır.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Peygamber Efendimiz, namaz esnasından secdeye vardığında başını uzun bir müddet secdeden kaldırmazmış, sahabe de Resulallah’a bir şey oldu diye korkarlarmış.

“Ey Muhammed! De ki: Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de alemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enam, 162)

Hazreti Mevlana, “takva” dediğinde namaz kılanları söylemek istiyor. Fakat burada iki farklı namaz vardır: Birincisi erkanı kılmaktır; ikincisi ise namazın sahibini kılmaktır. Peki kimdir namazın sahibi? Hazreti Resulallah… Namaz deyince de sadece vakitleri, rekatları düşünmemek lazım; eğer bir insan büyük bir aşkla, sevgiyle gönlüne Hazreti Muhammed Efendimizi koymuş ise, o kişi her an namazda sayılır. Ama eğer namaz kılanın gönlünde Hazreti Muhammed yok ise, o kişinin de kıldığı namazların, yaptığı ibadetlerin pek bir değeri yoktur.

“Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yan yatarak hep Allah’ı anın.” (Nisa, 103)

Hazreti Mevlana, bir cuma namazında secdeye vardığında, ancak bir sonraki cuma günü kaldırmıştır başını secdeden. Ve Fihi Ma-Fih’de de namaz hakkında şöyle buyurur: “Namaz bir kalıptır; başı tekbir sonu ise selamdır. Ama aşıkların namazı başkadır; onlar kalıba sığmazlar.”

“Ve esenlik ona! Doğduğu gün, öldüğü gün ve diriltilerek kabrinden çıkarılacağı gün.” (Meryem, 15)

Bir Hakk aşığını erkana sokamazsın, çünkü o erkana uyamaz, diğerlerinin namazını da bozar. Onların halleri meczupları andırır, çünkü o şaraptan içmiş. Şaraptan maksat ilahi aşktır. Aşık, her an sevgilisi ile rabıtadır, onun aşkıyla kendinden geçmiştir. Bundan büyük takva da hiçbir yerde yoktur.

“Ey iman edenler! Sarhoş iken kendinize gelinceye kadar namaza durmayın.” (Nisa, 43)

Fakat bir de dünya sarhoşluğu var ki, o sarhoşluk da insanın gözlerini kör eder. Namaza durur ama aklı hep dünyadadır. Allah hepimizi bu gibi sarhoşluktan korusun.

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (Maun, 4-5)

Bakın Mevlana’ya bir gün birisi soruyor: “Mahşer ve ahiret ne demektir?” Mevlana şu cevabı veriyor: “Mahşeri görmek istersen gündüze bak, ahireti görmek istersen geceye bak. Aşığa ne mahşer gerek ne ahiret; sadece sevgilisi gerek…”

Aşık olan kişinin hali, davranışı farklıdır. Aşık olan kişide Hakk’ın nefesleri zuhur eder. Aşık her an takvadadır.