MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 56

HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, biz hakîkatleri sizin bu sohbetlerinizi dinleyerek mi anlayacağız? Yani dini sâlih olunca mı, yoksa özümüzü pisliklerden arındırarak ve belli bir ahlakî seviyeye gelerek özümüzün ortaya çıkmasıyla mı olgunlaşacağız? İçimizde saklı olan kendi hakîkatimizi ortaya çıkarmamız mı gerekiyor? Bunu nasıl yapacağız?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): En önemli dava, bizim iç âlemimizi bütün pisliklerden boşaltmamız ve tertemiz bir hâle getirmemizdir. İç âlemimizde bir nebze dahî dünyaya ait bir varlık bırakmamamız lâzımdır. O kabı, dünya nimetlerinden, nefsî arzulardan tam mânâsıyla temizlemiş olduğumuz an, o sonsuz Güzel bizlerde varlığını gösterir ve bizim de hâlimiz anında değişir.

Şimdi bu sohbetlerde sözler çok güzel ve mânâlarına eriyoruz, fakat bir türlü temizlenemiyoruz. Temizlenemedikten sonra da hiçbir şekilde o güzelliklere ulaşamıyoruz. Bu iş akılla olmaz, yemekle içmekle, keyif etmekle olmaz, katiyyen. 

Derin düşüneceksin! Sen kiminle dirisin? O, senden ne istiyor? Düşününce göreceksin ki, O, O’nu sevmeni istiyor, O’nu sahiplenmeni istiyor. Sana, “Temizle o sarayı!” diyor, “Ne zaman ki o saray benim muhabbetimle mahmur olmuş ise, o zaman ben sende konuk olurum!” 

Ama sen, ‘Ben namaz kıldım, zikir yaptım, hâtim indirdim’ dersen, bunların hepsi hikâyedir. Katiyyen insan bunları yapmakla temizlenemez. İnsan bunlarla kendini kandırmış olur. Ve hattâ gurura da kapılır. 

O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, karının veya kocanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O gösterir yüzünü.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Cenâb-ı Mevlâna, bu nedenle buyuruyor: “Hamdım, piştim, yandım..” Öyle değil mi?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Evet, doğru. Eğer pişmeseydi Mevlâna, Mevlâna olamazdı. Peki Mevlâna bu sözüyle ne demek istemiştir? “Hamdım” dedi, yani zâhir ilimi tahsîl ettim; şeref sahibi, ilim sahibi, gurur sahibi oldum, fakat bana bir fayda vermedi, demek istedi. Sonra, “Piştim” dedi, yani Şems, benim O olduğumu söyledi, ama ben bu noktada kalsaydım, benlikte kalmış olurdum, demek istedi. En sonunda da, “Yandım” dedi, bu sözüyle de şunu anlatmak istedi: Sevgili, âşığına her dakika değişik bir yüzle zuhûrunu gösterir ve onu yakar. İşte Mevlâna yandı. Aşk, yanmaktır.

Hazreti Muhammed Efendimiz, sayısız sefer iç âleminin güzelliklerini gördüğü için her an aşktaydı, sevgideydi.

Bu yolun güzelliklerinin sonu yoktur. 

Hazreti Mevlâna’ya bir soru soruyorlar: “Senin yolun nedir yâ Mevlâna? Bu yolun başı var mıdır?”

Mevlâna şu cevabı veriyor: “Bu yolun başı olsaydı, sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağıya güzelliklerle doludur.” 

İnsan, kendini bir defa o güzelliklere verdiği zaman, artık o yolun sarhoşu olur ve akıl artık işlemez. Yolun ne başını ne de sonunu sorabilir.

Mecâz aşkı örnek alalım. Bir erkek bir kızı görüyor veya bir kız bir erkeği görüyor, birbirlerine âşık oluyorlar. Aşk, aşktır. Ama konu mânevî aşka gelince, hiçbir şey onun yerini tutamaz. Fakat o aşka ermek için de içimizdeki bütün kirlerden arınmamız lâzım.

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, Mevlâna’ya bunu yapmıştır, demiştir ki: “Sen yola çıkacaksın ve bana geleceksin. Peki beni tanıyabilecek misin?” 

İşte Mevlâna, Şems’e şu cevabı vermiştir: “İster Yemen kumaşı giy, Yemenli gibi çık; ister Hint kumaşı giy, bir Hintli gibi çık; ister Batı kumaşı giy, Batılı gibi çık; her nasıl çıkarsan çık, seni tanırım!” 

Şems, “Peki nerden tanırsın?” dedi. 

Mevlâna yine cevap verdi: “Sesinden tanırım!” 

Bakın, Şems’i ne güzel yakalıyor. Şems, ona sayısız elbiselerle çıkıyor, ama Mevlâna tuzağa düşmüyor. Bulmuş Nokta-yi Hakk’ı!

Hakk âşığı olmak kolay değildir, hem de hiç kolay değildir… Ancak öbür yüzünü gösterecek ki âşık olacaksın. Bunun için de dediğimiz gibi, Hakk’ın dışında ne varsa gönlünde, hepsinden kurtulacaksın. Sen, o aşkta yanıp kendinden yok olunca, işte o zaman Hakk senden yüzünü gösterecek. Ve Hakk ile Hakk olup, dünya durdukça Onunla bâkî kalacaksın!..

“Her şey yanıp yok olunca, Allah’ın vechi ortaya çıkar!” Kasas, 88

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 55

NUH’UN GEMİSİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hazreti Mevlâna, Mesnevî-i Şerîf’de buyuruyor ki: “Rûh deryâsına atılmakta ve hakîkat âleminde sefer eylemekte yüzücülüğüne güvenme. Akıl ile yol almak ve ümidi aklın fetvâlarına bağlamak hiç mi hiçtir. Bu yolda Nuh’un gemisine girmekten başka çare yoktur.” Nuh’un gemisinden maksat nedir? Ne mânâya gelmektedir?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Nuh’un gemisinden maksat, senin bedenindir. Eğer sen, O olmuş isen, başka deryâlara ne diye atasın kendini? O zaman sen kimliğinden çıkmış olursun. O, sende var etmiş kendini ve senden sayısız hakîkatler sunuyor. Onlar artık seninle diri, çünkü sen onlarla dirildin. Ama sen kalkarsan kendini rûh âlemine atasın, kendini boşluğa atmış sayılırsın. Sen, kendinde bulduktan sonra o sevgiliyi, senin bedenin artık Nuh’un gemisidir. Sen de o gemide sevgilinle beraber seyir edersin. Ve sana hiçbir tufan işlemez. 

“Sonu olmayan güzel,

Bütün güzelliklere sahip olan güzel,

Hakk dedik adına,

Hakk için can verir gerçek âşıklar,

Yıkık vîrânede cevher bulurlar,

Hakk’ta fânî olur aşka gark olan,

Dalga ile dost olur deryâya dalan,

İnci arayanlar dibe dalarlar,

Sonsuz güzelin okundan kaçmaz âşıklar…

Ey gönül sefâyı tercih edersen,

Asla kurtulamazsın vesveselerden,

Sendeki istekler günbegün artar,

İstekten geçmeni bekler oysa yâr,

Onun tek bakışı yüz aya bedel,

Helâldir uğruna can vermeye gel…

Âşıkın hayatı ölümündedir,

Gönlü bulmak için gönül verir,

Can vermeye koşan âşık bir kuldur,

Hakk’a bir can verdik,

Yüz bin can bulduk,

O sonsuz güzelin demine HU…”

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 54

ALLAH’I ZİKRETMEK…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Bayezid-i Bestamî Hazretlerinin bir hikâyesi var, şöyle ki: Bayezid-i Bestamî Hazretleri, Hacca gitmeden önce bütün o civardaki velîlerin evlerini dolaşmış. Hepsinden destûr istemiş. 

İçlerinde bir doksan yaşlarında bir velî varmış. Bayezid-i Bestamî Hazretlerine sormuş: “Kaç para ayırdın sen bu işe?” 

O da demiş, “Şu kadar.” 

Bunun üzerine velî demiş ki: “Sen gel o parayı benim postumun altına koy. Benim etrafımda yedi kere dön. Çünkü Allah, o evde bir defa doğdu ve oradan çıktı, ama benim gönlüme bir defa girdi ve bir daha çıkmadı…” 

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Buna benzer bir de, Selçuklu Hükümdârının hanımı, Gürcü Hatun’un hikâyesi vardır. Gürcü Hatun, Hazreti Mevlâna’ya çok düşkünmüş. Bir gün niyetlenmiş Hacca gitmeye, fakat gitmeden evvel Hazreti Mevlâna’dan helâllik alıp öyle yola koyulmak için onun fakirhânesine gelmiş. Hazreti Mevlâna, onu karşılamış ve bir zaman sonra sohbet uzayınca vakit yatsı namazına gelmiş. Yatsı namazını beraber edâ etmişler. Namazın sonunda, Gürcü Hatun tam sağına dönüp selâm verirken, bir bakmış ki Kâbe-i Beytullah, Hazreti Mevlâna’nın başı ucunda semâ ediyor. O anda bir çığlık atmış ve namazı bırakmış ve başını secdeye vurmuş. 

Hazreti Pîr, namazını sonlandırdıktan sonra Gürcü Hatun’u o vaziyette görünce, sormuş: “Ne oldu Gürcü Hatun? Bu hâlin nedir?” 

Gürcü Hatun cevap vermiş: “Ben Hacca gitmekten vazgeçtim. Kâbe, senin huzûruna gelmiş, seni tavaf ediyor.” 

Ve bütün dünyalıklarını Hazreti Mevlâna’nın müridlerine dağıtmış. Cenâb-ı Mevlâna da onun Hacc’ını tebrik etmiş.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Yine Mesnevî-i Şerîf’de Hazreti Mevlâna, Hazreti Resûlallah’ın bir hadîsinin tefsîrini yaparken şöyle buyuruyor: “‘Kendini unutup Allah’ı zikret’ âyetinin mânâsı şudur: Kendinle olduğun vakit Hakk’ı zikretmekle şirk işlemiş oluyorsun” Ne dersiniz Hasan Dede? 

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bir kişi, kendinden geçmeden zikre girdiği zaman, ikilik yaratmış olur. O ayrı, sen ayrı. Aslında, O’nun güzelliklerini dile getirdiğimiz zaman, O en güzel şekilde zikredilmiş oluyor. Diğer taraftan da, insan kalkarsa, Allah’ı kendi dışında zikretsin, o zaman tabii ki şirk işlemiş olur, çünkü teslîmiyetten, Allah’ın birliğinden çıkmış oluyor.

Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle der:

“Hem sen varsın, hem O var; senin gözünde diken var, sen o dikeni göremiyorsun.” 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 52

YEDİ BAŞLI EJDERHANIN MÂNÂSI…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Bir söz var; ama bu bir atasözü müdür, yoksa bir deyim midir, tam olarak bilmiyorum. Şöyle ki: “Temizlik imandandır.” Buradaki temizlikten kasıt nedir? Yani şerîattaki temizlik mi, yoksa ki dergâhdaki temizlik mi, hakîkatteki temizlik mi, mârifetteki temizlik mi? En önemli temizlik hangisidir?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): En önemlisi, insanın hem içi hem de dışı temiz olmalıdır. İç temizliğinden maksat, kişinin gönlün bağladığı yerler ilgilidir. Bir müridin gönlünde Hazreti Muhammed Efendimiz ve mürşidi varsa, onun iç âlemi temizlenmiştir. 

Ama dikkat edin; gönlünde diyoruz, yani gönlünü tamamen onların güzellikleriyle donatmışsa ve gönlünde onlardan başka hiçbir şey yok ise, temizdir. Aynı zamanda dışını, yani bedenini de temiz tutması lâzımdır ki, etrafına huzursuzluk vermesin. 

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, toplum içine çıkarken her zaman saçlarına misk sürermiş, gözlerine sürme çekermiş ve böylece çevresindekilere kendini imrendirirmiş. 

Bizler de Hazreti Muhammed Efendimize uyarsak, O’nun huylarıyla huylanırsak, hem içimizi hem de dışımızı temiz tutmuş oluruz.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hasan Dede, şu anda içinde oturduğumuz bu yer, Cenâb-ı Mevlâna Hazretlerinin meydanı ve buraya bu sohbete, zikire ve semâ âyin-i şerîfine ve tefekküre gelen bizlerin, hepimizin kendimize göre bir anlayışımız, heveslerimiz, hayallerimiz ve saplantılarımız var. Bizim burayı, yani bu meydanı nasıl görmemiz lâzım? 

Çünkü Cenâb-ı Mevlâna, Allah sırrını âlî etsin, şöyle buyuruyor: “Ben kendi Musa-yı Hakîkimin elinde bir âsâyım ve meydandayım. Musa, bizdedir. Kim ki o âsâya ihanet ederse, onadır; kim ki riâyet ederse, riâ onadır.” Siz ne buyurursunuz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bir gün Hazreti Musa’ya bir nidâ geliyor: “Ey Musa, elindeki âsâ ne vazife görüyor?” Musa da diyor ki: “Elimdeki âsâ, koyunlarım uzaklaşırsa onları toplamaya yarıyor. Koyunların arasında keçiler var, asamla onlara ağaçlardan yaprak silkeliyorum, besliyorum. Bir de yorulduğum zaman âsâya dayanıyorum.” 

İçindeki ses soruyor: “Sen bu âsâyı bu sebeple mi verilmiş sanıyorsun?”

Musa cevap veriyor: “Evet, yâ Rab!” 

Rabbi hemen emrediyor: “Bırak o âsâyı yere!” 

Musa, emrolunduğu gibi âsâyı yere bırakır bırakmaz, âsâ yedi başlı bir ejderha hâlini alıyor. Musa ejderhayı görünce kaçmaya başlıyor. 

Rabbinden yine bir nidâ geliyor: “Geri dön yâ Musa! Çık o ejderhanın üstüne ve tut boynundan!” 

Musa ürkerek geri dönüyor ve ejderhanın üstüne çıkıyor. Ejderhayı boynundan yakalayınca, ejderha tekrar bir âsâ hâline geliyor. 

Şimdi Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerinde bizlere anlatmak istediği şey şudur: Bizler, kendimizi yokluğa bırakırsak, Hakk varlığını bizlerden gösterir ve her işimiz âsân olur. Çünkü biz yokuz artık, O var. Eğer biz kendimizi Hakk’a teslîm etmezsek, bizler de Musa gibi, o âsâdan kaçarız. O yedi başlı ejderhanın mânâsı da şudur: İki göz, iki burun deliği, iki kulak ve bir de ağızdır. Bunlar eğer nefse yönlenirse, işte her biri bir ejderha olur ve sahibini mahveder. Yani bütün dava, Mevlâna’mız gibi teslîmiyetli yaşamaktır. Eğer böyle olursa bu meydan yürür, yoksa başka türlü yürümez.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 51

MÂNÂ EHLİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Mısrî Niyâzî Hazretleri bir deyişinde şöyle buyuruyor: “Şol ki gafletle yatup etmez talep, gövdesinde yok mu ola canı aceb. İşte vahdet gülleri açıldı hep, bülbülün efgân edecek çağıdır.” Yani bir kimse ki, gafletle yatıp kalkar ve hiçbir şeyi dert etmez. Onun gövdesinde acaba can yok mudur? diye söylemektedir. Çünkü bir âyet-i celîlede Cenâb-ı Hakk, “Her şey Hakk’ı tesbih eder”, yani canlı veya cansız bütün her şey Hakk’ı anar, diye buyuruyor. İnsanın vücudu da Allah’ı anar ve kalbi ‘Allah! Allah!’ der, zîrâ her şeyin Zât’ı zikri vardır. Fakat insan vücudunun zikrinden habersizdir. Sorum şu: Biz her zerredeki bu zikri nasıl görüp, anlayacağız Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Dünya ehli tamamen gaflettedir ve onun her zerresi maddeyi zikretmektedir. Böyle olduğu için de bütün vücudu onu dünyaya, yani maddeye sürüklemektedir. Mânâ ehline gelince, o da tamamen Allah âşıkıdır, Resûlallah âşıkıdır. Resûlallah’ın âşıkı olduğu için ve O’nun nûrunu mânâda keşfettiği için, onun da bütün âzâları O’nunla yanar. Nereye baksa baksın, nereye giderse gitsin, hep O’nu zikreder. 

Bir mânâ erinin yüzü gülerdir, dili tatlıdır ve daima huzur içindedir. Madde erinin ise, yüzü asıktır, gam içindedir, sıkıntı içindedir ve onun muhabbetleri hep maddeye yöneliktir. Böyle olduğu için de vücudunda hiç hafiflik, neşe ve huzur yoktur. 

Gâlib Dede Hazretleri, selâm olsun üzerine, şöyle der: 

“Âşıkta gam, keder, gaflet ne eyler? Gam, keder ve gaflet dünya ehlinindir.”

Bizler bu yüzden burada devamlı, Hazreti Muhammed Efendimizi, Hazreti Mevlâna’mızı, İmam Ali Efendimizi ve bütün Pîrân Efendilerimizi, hepsinin selâm olsun üzerlerine, ‘sünnet’imiz olarak anıyoruz, çünkü bizler onların farzlarıyız. Onlardan sonra geldik ve onların muhabbetlerini yapıyoruz. Nasıl aşklarla, nasıl sevgilerle yola koyulduklarını sizlere anlatarak, yol gösteriyoruz.

Bütün dava, sevgilerimizi maddeye yönlendirmemek ve gönlümüzü maddeye bağlamamaktır. Eğer sevginizi dünyaya verirseniz, işte o zaman her zerreniz de dünyaya bağlanmış olur. Bizlere sunulmuş olan en büyük nimet akıldır. Ama eğer o akıl çamura saplanırsa, vücudu da peşinden sürükler, çamura batırır. Fakat aklımızı güzelliklere yönlendirirsek, o güzellikler sayesinde bizleri devamlı aşağılara çeken çamurlardan kurtuluruz. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 50

İNSANIN VÜCUDU…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, şimdi yaşanmış bir olaydan bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, 1956 senesinde, Üsküp’ten buraya bir hicret oldu. Melâmî dergâhından, Allah rahmet eylesin, Yunus Efendi vardı, o da Üsküp’ten Bursa’ya göç etmişti. O geldikten bir süre sonra etrafındakilere, “Burada bizim tanıdığımız kimler var?” diye sormuş ve Nakşî şeyhi Ali Efendi isminde bir zâtın olduğunu öğrenmiş. Bir gün onu ziyaret etmek üzere yol koyulmuş. 

Onu bulduğunda dükkânında fıçı îmal etmekle meşgulmüş. Selâmlaşıp hâlini sorduktan sonra ona demiş ki: “Ustacığım, senden bir isteğim var. Sen bana bir fıçı yap, içine gireyim. Fıçının bir deliği olsun, ben herkesi göreyim ama kimse beni görmesin.” 

Yunus Efendi bu sözleri söyler söylemez, Ali Efendi bir “Allah!” demiş ve kendinden geçmiş. 

Daha sonrasında bu olayı bana anlattığında demişti ki: “Söylediğime bin pişman oldum! Ben bu kelâmı eder etmez, cezbeye girdi!’ Ne dersiniz bununla ilgili?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Yunus Efendi, gizlenmek istiyor. Fıçıdan bir göz deliği açılsın ve oradan kâinatı görsün istiyor. Biz de diyoruz ki; Yunus Efendi’nin bahsettiği fıçıdan maksat bizim bedenimizdir. Allah, insanın bedenini yaratmış; sen buna ister fıçı de, ister teneke de, ister elbise de, ne dersen de… Göz deliği de yaratmış, yani göz de vermiş. Şimdi senin eğer kalbinde biri varsa, kalb gözüyle baktığın zaman bu dünya başka görünür. Ama eğer kalb gözün açık değil ise, kırk fıçıya da girsen, herkesin gördüğünden farklı bir şey göremezsin. 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, insan vücudunda hased, inat, gurur, kibir varsa, başka cehennem arama, o vücud cehennem çukurudur. Ama eğer güzellikler varsa, o vücud cennet bahçesidir. Sorum şu Hasan Dede; bir insan vücudunu nasıl cennet bahçesi hâline getirir?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Çok güzel bir soru… Bir insanda hased, kıskanma, inat, kibir gibi duygular varsa, bu kişi zaten ateşler içindedir, yani cehennemdedir. Neden? Çünkü cehennem ateşi gibi bir ateştir bu. İnsanı, bildiğimiz ateşe atsalar, o ateş insanı hemen öldürür; fakat hased ateşi hemen öldürmez, günlerce hattâ haftalarca seni yer, bitirir. 

Hüsâmeddin Çelebi Hazretleri, hem çok çalışkan hem de çok güzel bir delikanlıymış. Hazreti Mevlâna’mız onun hakkında şöyle bir dil sarfetmiştir:

“Ey benim gözümün nûru Hüsâmeddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nûru hemen alsın.”

Bir insan, cehenneme veyahut cennete nasıl girer? Şimdi bu hasedler, kıskanmalar, kin, nefret gibi duygular, insanı cehennem içinde tutuyor ya; bunun için de Hazreti Mevlâna’mız yine buyuruyor ki:

“Ey insan! Sen düşünceden ibaretsin. Eğer huzurlu yaşamak istersen, kendini güzel düşüncelere ver.”

Güzel düşüncelerin mânâ-i sureti hakkında şöyle bir örnek verelim: Bir kişi, eğer güzel düşüncelerle evinin önünü bir çiçek bahçesi hâline getirmişse, gecenin hangi vaktinde olursa olsun, uyanıp da ışıkları yaktığı zaman, gözüne o gül bahçesi görünür ve o kişiye huzur verir. Ama eğer bir kişi, karamsar düşüncelerle evinin bahçesini dikenliklerle donatırsa, ki onların da dostları akrepler ve yılanlardır. Gecenin hangi vaktinde olursa olsun, uyanıp ışığı yakarsa, o kişiye de yılanlar, akrepler görünür ve huzursuz olur. 

İnsan neyi düşünürse, bakışı orayadır. Bu yüzden güzel düşüncelere verin kendinizi ki, geceniz de gündüzünüz de devamlı huzurlu olsun.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 49

SEVGİ İLMİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hepimizin bildiği gibi, Hallâc-ı Mansûr Hazretleri, “Ene’l-Hakk” diye hitâb etti ve asıldı. Üç günde onu infâz ettiler. İlk gün kollarını ve ayaklarını kestiler. O da, kesilen kolundan akan kan ile abdest aldı. Bir sözü vardır ve der ki: “İnsanın hayatta iki rekât namaz kılması kâfîdir, ancak abdesti kendi kanıyla alması gerektir.” 

İkinci gün, kafasını kesip, derisini yüzdüler; üçüncü gün de bedenini yakıp, küllerini Dicle’ye attılar. Ve külleri, Dicle suları üzerinde ‘Ene’l-Hakk’ yazdı. Bu, Hallâc’ın namazı tabii…

Dede, sorum şu: Deniliyor ki; insana en başta lüzumlu olan ilimdir, ilimden başka bir şeyin değeri yoktur. Önce derde düşülecek, aranacak; hakîkate ermenin yolu bulunacak; ilmi, yani mürşid-i kâmili bulan, Hakk’ı bulmuş olur. Siz ne dersiniz bu konuda?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Çok yerinde söylenmiş; hakîki mürşid ilimdir. Hazreti Resûlallah, selâm olsun üzerine, ne buyuruyor? “İkre!” yani “Oku!” Biz, ilim tahsîl etmeseydik, okuma yazma bilmeden, kalkıp Hazreti Muhammed Efendimizin eserlerine el atamazdık ve O’nun kimliğini öğrenemezdik. Peygamber Efendimizin, Hazreti Mevlâna’mızın eserlerine el atmadıktan sonra, onların kimliklerini öğrenmedikten sonra, onların büyüklüklerine, onların güzelliklerine nasıl ulaşabilirdik. 

Ne zaman ki, onların hakîkatleri, okuduğumuz ilimler sayesinde, bizlerde yansımalarını gösterdi; onlara karşı sevgimiz arttı ve sonrasında da sevgimiz aşka dönüştü. Biz aşka düştükten sonra ise, O’nun o güzel yüzü göründü ve bizi bizden aldı. 

Allah ganî ganî rahmet eylesin, benim şeyhim Hakkı Dede, bana şunu söylemiştir: “Hasko! Bizim dergâhta dile getirdiğimiz Mesnevî-i Şerîflerin ya da sohbetlerimizde işittiklerinin hepsi kulaktan dolmadır. Yanlış da konuşabiliriz, doğru da konuşabiliriz. Ama sen, al Pîrimizin eserlerini oku, seninle beraber ben de dinliyim.” 

Biz, şeyhimle akşam oldu mu, sabahlara kadar evin balkonunda otururduk ve ben okurdum, o da dinlerdi. İnsan, okumakla bir yerlere varır. Ama hiç okumazsan, Hazreti Muhammed Efendimizi öğrenemezsin, ancak yine ilim sayesinde öğrenirsin. 

Peki, Hazreti Muhammed Efendimizin okuma yazması yoktu, nasıl ilim sahibi oldu? Çünkü O’nun ilmi sevgi ilmiydi. O, bütün yaratılanlara sevgi ile bakmıştır ve baktığı varlıklar, O’nun dilinden kendi hâllerini söylemişlerdir ve Hazreti Muhammed de onları isimlendirmiştir. Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimizin ilminin sonu yoktur. 

O’na sordular: “Sen annesiz, babasız büyüdün; seni alıp okula götürecek bir kardeşin de yoktu. Sen sahip olduğun bu ilimleri nereden tahsîl ettin?” 

İşte Hazreti Muhammed, onlara şu cevabı verdi: “Doğru söylüyorsunuz. Anasız, babasız büyüdüm ve bir kardeşim de yoktu. Fakat ben sizin okuduğunuz gibi, bir hocanın yanında okumuş olsaydım, ben de ancak sizin sahip olduğunuz kadar bir bilgiye sahip olurdum. Oysa benim hocam Yaratıcı’dır!” 

İşte bizler bütün bunları ilim sayesinde öğreniyoruz. 

Yani, Mahmut Efendi, ilim şarttır. Câhile değer verilmez. Ne diyor Hazreti Ali Efendimiz:

“Bana bir harf öğretene kırk yıl hizmet ederim.”

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 48

İSLÂM’IN KALENDERLİĞİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, meşhur bir Hint’li şâir var, ismi Kabir. Onun bir şiiri var ve diyor ki şiirinde: “Neden çıkarsın minâreye? Tanrı sağır mı ki! Medet umduğunu gördüğünde arasana! Gerçeği kendi evinde aramazsın da, ormandan ormana gezer durursun! Hakîkat sendedir, sende! Nereye gidersen git, rûhun rûhunu bulamadıktan sonra, senin için dünyanın bir gerçekliği olamaz elbette!” Siz ne buyurursunuz bu konuda?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti Mevlâna’nın da buyurduğu gibi, “Câmiilerde kılınan namazların yüzde doksandokuzu ruhsuzdur.” 

Yani, bugün herkes bir erkân ifade ediyorlar, ama kimse namaz sahibine temiz bir gönülle bağlanmıyor ve aradığını kendinde bulmaya çalışmıyor.

Bakın Cenâb-ı Mevlâna, Rubaîyat’ında, bundan yediyüz küsûr sene evvel, şöyle bir dil sarfediyor:

“Câmiilerdeki minâreler yıkılmadan, İslâm’ın kalenderliği ortaya çıkmaz.”

Yani, Muhammedîye,baştan aşağı tevâzu yoludur, baştan aşağı yokluk yoludur. Madem ki, Peygamber Efendimiz gibi bir güzel var benim karşımda, bütün cihanı O’nun nûru kaplamış, ben O’nu hayal ettiğim zaman, edeb almam lâzım. 

Düşünün bir sefer, câmîlere gidildiği zaman, nasıl gidiliyor? Hakîkatte orası bir huzur yuvasıdır, Resûlallah’ı düşünmemiz, O’nun güzelliklerini tefekkür etmemiz gereken bir yerdir orası. Ama bakarsanız, bu düşüncelerle giden pek kimse yok. Her Cuma günü beraber gidiyoruz seninle; görüyoruz. Bir sürü sakallılar, sarıklılar var. Hepsinin kafalarında; burası bir Evliyâlar yeridir, biz de onlarla beraber kurtuluşa ereceğiz, gibi düşünceler var. Malesef herkesin kafası başka başka yerlerde.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 47

İÇ ÂLEMİNİN ZENGİNLİĞİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, bir kıssa anlatmak istiyorum, izin verirseniz: Cenâb-ı Şems’in Konya’da düşmanları çoktu, sizin de bildiğiniz gibi. Hattâ onu bir kaşık suda boğmak isteyenler vardı. 

Bir gün Cenâb-ı Şems, Konya çarşısından geçerken ezan okunuyormuş. Hazreti Şems de, “Müezzin yalan söylüyor” diye mırıldanmış. Bunu duyan yobazlar hemen etrafını sarmışlar. Bir yaygara kopmuş ve insanlar toplanmış. Nerdeyse Hazret’i linç edeceklermiş. 

Hazreti Şems demiş ki: “Biraz durun ve benimle gelin.” Şems kalkmış bir demirci dükkânına gelmiş ve bir örsün üstüne çıkarak gür bir sesle ezan okumaya başlayınca, altındaki demir örs erimeye başlamış. Bunu gören halk korkuya kapılmış. Ve mahcûb bir şekilde Şems’den özürler dilemeye koyulmuşlar. 

Bunun üzerine Hazreti Şems, örsten aşağı inmiş ve demiş ki: “Ben de yalan söyledim.” 

Halk, “Neden?” diye sormuş. 

Şems, onlara şu cevabı vermiş: “Eğer ben doğru söyleseydim, benim de erimem ve yokolmam gerekirdi!..” Ne buyurursunuz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Şimdi, Hazreti Şems-i Tebriz, selâm olsun üzerine, ismi üzerinde, hakîkatte o, mânâ âleminde Hazreti Ali’nin kendisidir. O, bu sözleriyle, yapılan bu davetlerin ne kadar boş yapıldığına ve ezanda geçen sözlere karşı insanların ne kadar duyarsız olduklarına dikkat çekiyor. Yalanla zaman geçiyor; Hazreti Şems de böyle olduğunu gördüğü için bu mırıldanmayı yapıyor ki, herkes hakîkati duysun. O, örse çıkıp ezanı bir müezzin gibi dile getiriyor ama, onu iç âlemi sevgilisiyle zengin. Sonunda da buyurmuş olduğu gibi, biraz daha kendinden geçip coşmaya kalkarsa, o demir gibi kendisi de eriyip gidecek. 

Cenâb-ı Mevlâna’ya soruyorlar: “Hazreti Muhammed, ezan okunurken nasıl bir dil sarfederdi?”

Mevlâna, onlara şu cevabı veriyor: “Çoğu kişi ‘Azîz Allah’ der, bazısı ‘Lâ ilâhe illallah’ der, kimisi de şehâdet getirir. Hazreti Muhammed ise şöyle bir dil sarfederdi: 

“Nâmed, bi mânâ tâ ebed.”

Nasıl methedeyim seni ey Güzel! O kadar güzelsin ki, seni hiçbir mânâya sığdıramıyorum! Senin bu güzelliğin dünya durdukça ebedî kalacak!

“Ey can-ı mahrû şân-u bahd.”

Şimdiden ben bu canı sana kıldım, bu güzelliklerde seninle dünya durdukça bâkî kalayım!

Düşünecek olursanız ne kadar güzel değil mi? Bu sözleriyle, Allah’ın kendisinin, iç âleminin ne kadar zengin ve ne kadar güzel olduğunu ve bir nebze dahî büyüklüğe kapılmadan ne kadar mutevâzı bir şekilde dile getiriyor. 

Bizler de, misâl olarak, davet okunduğu zaman, madem ki O’nun hayranlarıyız, bu dili sarfederken O’nu en güzel ve lâyık olduğu şekilde gözümüzün önüne getirmeliyiz ki, böylece bizim de şehâdetimiz sahî olsun; ne söylediğini bilmeyen kişininki gibi olmasın.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 46

GÖNÜL KÂBESİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Yine Hazreti Mevlâna diyor ki: “Bütün iyi ve kötü, dervişin cüz’üdür. Eğer böyle değilse, o derviş değildir.” Ne buyurusunuz Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Cenâb-ı Mevlâna, bir başka yerde de şöyle buyurur, der ki: 

“Bütün bu âlemde ne görüyorsanız, hepsi sevgilimin ailesidir.” 

Neden böyle söylüyor? Çünkü hiçbiri Onun dışında değildir. Hiçbirini hor göremezsin, hiçbirini incitemezsin. Eğer incitirsen, bil ki o zaman sevgilini incitmiş olursun. Bu yüzden, Yaratan’dan ötürü bütün yaratıklara sevgi ve saygıyla bakarak ve hep birleyici sözler söyleyerek yola çıkmamız lâzım. İkiliğe hiç yer yok.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, Hazreti İsa, bir gün diyor ki: “Tanrı vardır ve sizler Ona bakıyorsunuz.” Ne dersiniz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa, çok yerinde söylüyor. Çünkü İsa konuşurken, dinleyenler ona bakıyor. Ama kendisi diyemiyor ki: “Ben Tanrı’yım!” 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Ama bir tek Hazreti İsa böyle söylemiş, başka hiçbir peygamber veya velî söylememiş.

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa dedi ama, Hazreti Şems’in de buna benzer bir esprisi vardır, şöyle ki: Şems-i Tebrizî Hazretleri, selâm olsun üzerine, bir gün yolda gidiyormuş. 

Hocanın biri yolunu kesmiş, ama bilmiyor Şems kimdir, dönmüş demiş ki: “Derviş baba, sana bir şey sorabilir miyim?” 

Şems demiş: “Sor!” 

Hoca sormuş: “İblis ne çeşittir?” 

Şems-i Tebrizî hemen cevap vermiş: “Senin gibi!” 

Hoca kızmış: “Hâşâ! Nasıl olur benim gibi?” 

Hazreti Şems yine cevaplamış: “Tabi senin gibi! Sorsaydın Rahman’ı ne çeşittir, o zaman ben yine derdim, senin gibi!”

Kişi ne havadaysa, aynen onu yaşar. Bunlar hep güzel derslerdir bizlere.

Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. 

Cenâb-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed Efendimizden göstermiştir. Onunla beraber Peygamberlik defteri örtülmüştür ve Velâyet defteri açılmıştır. Ondan sonra gelen bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönüllerini vermişler, Onu kendilerine sevgili edinmişler ve topluma Onun yüzüyle çıkmışlardır. 

Cenâb-ı Mevlâna, ‘Gönül’ hakkında şöyle bir dil sarfeder:

“Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür.

Cenâb-ı Hakk , görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.

Şunu iyi bil ki, sen, Allah’ın evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe’ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez. 

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin.

Allah’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hakk; ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!’ diye buyurur.

Çünkü, altın ve gümüş, bizim için hiçbir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir.

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’den de, Kalem’den de!.. 

Harâb gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk’ın nazarında hacdan da, ümreden de değerlidir.

Hakk’ın defineleri, harâb gönüldedir! Harâbelerde, pek çok defineler gömülüdür.

Mutlu olmak, mânen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak.

Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar.

Dilinden sel gibi âb-ı hayat akar; nefesin, Hazreti İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara devâ olur.

İki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; ‘Sen olmasaydın, bu kâinatı yaratmazdım!’ hadîsinin mânâsını düşün. 

Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekânın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı? 

Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz.”

Yine bir başka seslenişinde şöyle diyor Hazreti Mevlâna:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey…

Kimden kapıp, kurtarıyoruz Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!..”

Bunları dile getirmemin sebebi şudur: Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için sevgi ve gönül şarttır. Yoksa boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…