🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 15

“Arâf sûresinin 143. âyetinde, Hazreti Musa diyor ki: ‘Rabbim bana kendini göster.’ Cenâb-ı Hakk da ona: ‘Sen beni göremezsin, yâ Musa. Beni görmek istiyorsan, dağa bak’ diye cevap veriyor ve Cenâb-ı Hakk, dağa tecellî edince, dağ dağılıveriyor. Bunun üzerine Hazreti Musa kendinden geçiyor ve diyor ki: ‘Sana tövbe ettim ve ben mümin kullarının ilkiyim.’ Hazreti Ali Efendimiz de, ‘Ben görmediğim Allah’a ibâdet etmem’ diye buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, bir peygamber olan Hazreti Musa’ya görünmüyor, fakat Hazreti Muhammed Efendimizin gözdesi olan Hazreti Ali Efendimize görünüyor. Burada ne gibi bir hikmet vardır?” 

Hazreti Musa, selâm olsun üzerine, ismi üstünde, Musa Kelâmullah’tır. Yani, Allah’tan söz ediyor. Allah, onun her zerresini sarmış fakat onun bundan haberi yok. Hazreti Ali Efendimiz ise, selâm olsun üzerine, Hazreti Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiştir. Zaten bebekliğinde, annesinin memesi yerine, ilk önce Hazreti Peygamber Efendimizin dilini emmiştir. Peygamber Efendimiz, daha sonra onun ağzını kulağına götürmüştür ve Hazreti Ali, daha bir haftalık iken, Peygamber Efendimizin kulağına Tevrât’ı, Zebûr’u, İncil’i ve Kur’ân’ı nefes etmiştir. Daha sonra büyüyüp kemâlata erince gördü ki, Hazreti Muhammed Efendimizin söylediği her söz suret buluyor, böylece O’na karşı inancı her geçen gün daha da arttı ve en sonunda Peygamber Efendimize iman etti. 

“O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, sâlihlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 46) 

İman etmek ne demektir? Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir.”

“Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (Enâm, 50) 

Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nûrunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenâb-ı Allah, nûrunu ona, bir dağa tecellî ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecellî karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her ân Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir ân olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hattâ her ân O’na canını vermeye hazırdı.  

“İman edenler ancak, Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir.” (Hucurât, 15) 

Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar.  

“Şüphesiz, aranızda öyle kimseler var ki, onların her biri savaşa gitme konusunda hakîkaten pek ağır davranır. Eğer savaşanların başına bir musîbet gelirse, ‘Allah lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nîsa, 72) 

Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti. 

“Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve Allah’ın kelâmını okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.” (Saffât, 4) 

“Şüphesiz biz saf duranlarız.” (Saffât, 165) 

Hazreti Ali’nin bir lâkâbı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakîkatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.  

“Hani sen müminleri savaş mevzîlerine yerleştirmek için, sabah erken ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 121) 

“Lâ fetâ illâ Ali, yâ seyfe illâ Zülfikâr.” (Hadîs-i Şerîf)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 11

“Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: ‘Rabbini zikredenlerle, Rabbini zikretmeyenlerin misâli, diri ve ölü gibidir.’ Ve bir gün de Ashâb-ı Sûffe’sine, ‘Şehid olmaktan hayırlısını size haber vereyim mi?’ diye soruyor. Onlar, ‘Evet, yâ Resûlallah’ deyince de, ‘Allah’ı zikretmek şehâdetten de üstündür’ diye buyuruyor. Allah’ı zikretmek insanda nasıl bir tesir yaratıyor ki, Cenâb-ı Resûlallah, Allah’ı zikretmeyi şehid olmaktan da üstün kılıyor?”

Allah’ın ismi aşktır, cismi ise Muhammed’dir. Allah’ı zikretmek ve O’na yönelmek, hakîkatte Hazreti Muhammed’e yönelmek ve Hazreti Muhammed’i zikretmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin bütün varlığı Allah’a aittir.

“Ey Muhammed! Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.” (Tâ Hâ, 99)

Şöyle bir dil de sarfedilmiştir: “Bir âlimin mürekkebi, şehid kanından daha üstündür.” Neden? Çünkü âlim, Hakk’a yüz tutmuştur, Hakk’ın sıfatını taşımaktadır. İnsanlara Hakk’tan bilgi sunmaktadır ve onları karanlıklardan aydınlıklara götürmektedir. Bu yüzden onların mürekkebi, şehid kanından daha üstün tutulmuştur.

“Sizi uyarması  ve sizin de ona karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir insan aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?” (Arâf, 63)

Bir Allah âşığının, yani Hazreti Muhammed’in âşığının da rûhu ve bedenindeki o ışık, o nûr da Hazreti Muhammed’in ışığıdır, O’nun nûrudur. Hazreti Muhammed, bütün nûrunu âşığında gösterirse, hâliyle Allah’ı zikreden bu kişi, şehitten üstündür.

“Kim, Peygambere itaat ederse, işte onlar, kendilerine nimet verilmiş olan peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nîsa, 69)

“İnsanın, altı cihette Cenâb-ı Hakk’ı seyretmesi zikir değil midir? Ya da Cenâb-ı Hakk’ı tefekkür etmesi zikir değil midir? Zikir nedir?”

Üç türlü zikir vardır: Birincisi cehrî zikir, sesli zikredilir. İkincisi hâfî zikirdir, sessiz zikredilir. Üçüncüsü ise kalbî zikirdir, adı üstünde kalbi zikir. Kalb, hakîkatte doğduğumuz günden itibaren daima ‘Allah’ diye zikretmektedir.

“Allah, sizi analarınızın karnından siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalbler verdi.” (Nâhl, 78)

Allah’ı her yerde görmek ancak âşığa mahsustur. Çünkü âşık, nereye giderse gitsin Sevgilisiyle beraberdir, nereye bakarsa baksın Sevgilisiyle bakmaktadır. Çünkü âşığın her zerresini Mâşuğu kaplamıştır, yani o her an zikirdedir.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar.” (Enâm, 36)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 8

“Hasan Dede, bir zât şöyle buyurmuş: ‘Eğer çok âşıksan, zaman kaybolur, derinliklere inersin ve müziksel bir rûhun varsa, o ahenk içinde zamanın durduğunu hissedersin. Güzelliğe karşı hassas bir rûhun varsa, bir güle bakarken bile zaman durur. Ve derinlere indiğin her an yaşam daha da güzelleşir. İnsan özgürlükten oluşur. Bilinç özgürlükten oluşur. Ölmekten mi korkuyorsun, ölemezsin. Çünkü hakîkatte sen yoksun, nasıl ölebilirsin? Benliğine bak, derinliğine in, göreceksin ki, kendi egondan başka ölecek kimse yok. Derinliklere baktığında orada bir benlik bulamayacaksın. O zaman ölmek olsalığı da olmayacak. Sadece ego düşüncesi, ölüm korkusu yaratır. Ego olmadığında ölüm de olmaz. Tasavvufta her şey geçer, fakat asla geçmeyen bir şey vardır; her şey doğar ve ölür, fakat hiçbir zaman doğmayan ve ölmeyen bir şey vardır. Ve sen o nihayî kaynağa odaklanmadıkça huzur bulamazsın, mutlu olamazsın. Evrende kendini evinde gibi rahat hissedemezsin, sadece bir kaza olarak kalırsın ve asla benimseyemezsin.’ Ne dersiniz?”

En başta buyurduğunuz gibi, âşıkta zaman kayboluyor. Bu nasıl oluyor? Çünkü âşık olan kişi akılda durmaz, kendinden geçmiştir. Kendinden geçtiği için de, akşam olmuş, sabah olmuş onun hiç önemi yoktur, çünkü o hâlâ kendini düşündüğü noktada tutmaya devam etmektedir. Öyle bir derinlere dalmıştır ki, o derinlerden çıkamaz, çıkmak da istemez.

“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz O’na ibâdet edenleriz.” (Bakara, 138)

Ölüme gelince; ölümden korkan kişi, nefs sahibidir, ego sahibidir. Ama bir gün gelecek o ego, o benlik ondan gidecek. Gençliği elden gidecek, hastalıklar zuhûra gelecek ve o zaman görecek ki, aslında ona ait hiçbir şey yokmuş ve korkmaya başlayacak.

“Nihayet ölüm bize gelip çattı.” (Müddessir, 47)

Ama eğer bir kişi, kendini iman ettiği yerde fânî kılmış ise, iman ettiği yeri kendinde var etmiş ise, o kişiye ölüm vuslattır. Vuslat ne demektir? Kendinden geçmek ve her an Sevgiliyle beraber olmak, onunla yaşamak demektir. Gün gelip Sevgiliden davet gelince de, ona gülerek gitmektir. O anda insanın yaşayacağı ancak tatlı bir heyecandır, korku değil.

“Ey Muhammed! De ki: Şüphesiz benim namazım da, diğer ibâdetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi içindir.” (Enâm, 162)

Hakk âşığında ego olmadığı için, o ölümden korkmaz. Zaten o yoktur, onda varolan Hakk’tır. Fakat nefsinde yaşayan, ego sahibi kişinin imanı da tam olmadığı için nereye gideceğini de bilmez ve ölümden korkar.

Hazreti Mevlâna şöyle der: “Ey insan, sen dört anasırın sahibisin. Birinci anasır vücudundaki harâret, güneşe aittir. İkinci anasır vücudundaki hava, semâvata aittir. Üçüncü anasır vücudundaki su, o da okyanusa aittir. Dördüncü anasır deri ile kemiktir, onlar da toprağa aittir. Bunların hepsi bir gün gelecek aslına gidecekler, peki sen nereye gideceksin? Aklını nerede tuttuysan, nereyi sevdiysen oraya gideceksin.”

‘‘Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.’’ (Hadîs-i Şerîf)

Bakın, Sultan’ül-Ulemâ Hazretlerine soruyorlar: “Bizden ayrılıyorsun, nereye gidiyorsun?” Onlara şu cevabı veriyor: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Âdem’den geldik, Âdem’e gidiyoruz.”

“O hâlde siz nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr, 26)”

Hazreti Muhammed Efendimiz, hayatı boyunca insanlık tohumu ekmeye çalışmıştır. İnsanlık tohumundan maksat, kendini ekmeye çalışmıştır. Ne mutlu o kişiye ki, sıdk-ı bütün bir imanla Hazreti Muhammed’e bağlanmıştır, bütün sevgisini O’na vermiştir ve Hazreti Muhammed Efendimizin varlığı onda tecellîsini göstermiştir.

“O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar.” (Gâşiye, 8)

Hazreti Muhammed, bindörtyüz sene evvel yaşamıştır ama, bu zamanda da O’nun vârisleri vardır. Biz, O’nun vârisleriyle dostluk kıldık ve O’nun bendesi olduk.

“Şüphesiz ki, her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir âlim gelecektir.” (Hadîs-i Şerîf)

Hakk âşıklarının kulakları dünyaya sağırdır, gözleri de dünyayı görmez. Onlar gönül verdikleri yerle işitir, gönül verdikleri yerle görür, gönül verdikleri yerle yaşarlar. Bu yüzden onların hâlleri başkadır, huzur içinde yaşarlar.

“Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Râd, 28)”

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 7

“Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: ‘Cennet ehlinin çoğu eblehtir. Kim cenneti isterse eblehtir. Zîrâ cennet nefsin arzusudur.’ Bu hadîsi yorumlayan bir zât diyor ki: ‘Ancak aşka mahrem olanlar, aşkın ne olduğunu bilirler. Aşka lâyık olan, Hûda’ya lâyık olur. Aşk sözü, aşktan başkasına efsane gelir. Ona aşktan bahsetmek haramdır.’ Ne dersiniz?”

Âşık, mâşuğunun sözünden başka bir söze ne kulak verir ne de dile alır. Neden? Çünkü Sevgiliyi bulmuş, o her yerde O’nunladır, O’nu dile getirir ve her yerde O’nu metheder. Şimdi bir âşığa, aşk hakkında akıl vermeye kalkarsak, onun o saf aşkını bulandırmış oluruz ve haram işlemiş oluruz. Ama eğer biz de aşkımızı dile getirirsek o zaman iki âşık bir oluruz ve aşkı beraber dile getiririz. Ve böylece aramızda çok güzel bir muhabbet doğar.

Misâl olarak; Hazreti Mevlâna ile Şems-i Tebrizî Hazretleri, üç ay boyunca hâlvet olmuşlardır. O hâlvet esnasında birbirlerine gönüllerini açmışlardır ve sayısız güzellikleri paylaşmışlardır. Aynı şekilde Hazreti Muhammed Efendimiz de gönlünü İmam Ali Efendimize açmıştır ve o güzellikleri onunla paylaşmıştır.

“Biz onların kalblerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar.” (Hicr, 47)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 28

🌹“Kimi âşık görürsen, onu mâşuk bil. Zîrâ o, aşka nisbetle hem âşıktır, hem de mâşuktur.”

Âşık mâşukuna meyli olduğu gibi mâşukun da âşıkına meyli vardır. Her iki tarafta meyil ve istek olduğu içindir ki mâşuk, âşık olur. Şüphesiz ki her ikisi de aşk kelimesinden müştâkdırlar. Şu hâlde hakîkat özüyle bakarsan ikisi de aşktır. Aşk bazen isteyen oldu, bazen istenilen. Bazen kendi seven oldu, bazen de sevilen. Bu sırdan haberdâr olmasını istiyorsan haydi; bir dilbere gönül ver ve önünde öl.

🌹“Âşıkların hayatı ölmektedir. Gönül vermedikçe gönül bulamazsın.”

Sen nesin? Denizin yüzündeki su habbecikleri gibisin. Hakîkatte sen sudan başka bir şey değilsin. Rüzgâr seni sudan dışarı çıkarmıştır. Sendeki bu taayyünü, hakîkatte sana rüzgâr vermiştir. Git öl! Varlık rüzgârını rüzgâra ver ki, deryâ olasın da her murada eresin. Âşıkın ölümü o bildiğin ölüm değildir, su habbeciklerinin ölümüdür. Su habbecikleri ölmekle suya dalarlar. O deniz öyle bir denizdir ki, ummanda gark olmuştur.

🌹“Ben öyle bir aşka dalmışım ki evvel âhir gelenlerin aşkı, benim bu aşkımın içinde gark olmuşlardır.”

Mâşuk, aynı zamanda âşık; âşık, aynı zamanda mâşuktur. Bu, Kur’ân’ın tebliğiyle sabittir. Kur’ân diyor ki, “Yûhibuhûm ve yûhibbunehû – Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” İlk önce Allah âşık oluyor, iyi kullar mâşuk oluyorlar. Sonra iyi kullar âşık oluyorlar, Allah mâşuk oluyor. Güzeller, âşıkları canla başla severler. Bütün mâşuklar, âşıklara avlanmışlardır. Kimi âşık görürsen, bil ki o mâşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber mâşuk da onu sevdiğinden ötürü mâşuktur da.

🌹“Bu beşerî vasıflardan kurtarıp sana mânâ kapısını açtılar mı, kanatlarını çırpmaya bak ki seni Şâh’a lâyık doğan yapsınlar.”

Gevşek davranma, araştırmakta çevik ol, ırmak gibi o denize koş. Ne istersen elde edersin ama, bunun için sana bir velînin dostluğu ve himmetinin yardımı gerektir. Sen bir selsin, o velî akar bir ırmaktır. Irmağa ulaştın mı kendini artık denizde bil. Çünkü o ırmak, denize ulaşmıştır. Sahrâda olsa bile, bu sahrâda çok muhâtarâlar vardır. Sen ırmaksız denize nereden ulaşacaksın?

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 25

🌹“Gayb âleminin suvârisi geçip gitti, bir toz kalktı; o yerinden gitti ama kopardığı toz hâlâ yerinde. Sen dosdoğru bak, sağa sola dönüp bakma! Onun tozu burada, fakat kendisi ölümsüzlük âlemindedir.”

Âgâh ol ki, velîler zamanın İsrâfilidirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.

Ölü canlar, ten kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar.

Derler ki, bu ses, öbür seslerden başkadır. Çünkü diriltmek Allah sesinin işidir.

Biz öldük, tamamiyle çürüdük. Fakat Allah’ın sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.

Allah sesi ister örtü ardından, ister örtüsüz gelsin, Cibril vasıtasıyla Meryem’e yakasından üfleyerek ne verdiyse, insana onu verir.

Ey derileri altında yokluğun çürütüp yok ettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönüp tekrar varolun.

O ses, Allah kulunun boğazından çıksa da mutlaka Padişahtan gelmektedir.

Allah ona dedi ki; “Ben senin dilin ve gözünüm, ben senin hislerin, memnûniyet ve öfkenim.

Yürü! Benimle işiten, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek. Sen sırrın ta kendisisin…

Sen madem ki hayret âleminde Allah için olmak sırrına erdin, ben de senin olurum. Çünkü, ‘Kim Allah’ın olursa, Allah da onun olur.’

Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben parlak bir Güneşim…

Her nerede bir çırağlıktan parlasam, orada bütün bir âlemin müşkülleri çözülür.

Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefesimizle kuşluk vakti gibi aydınlanır.

Her nereye hoşa gitmez bir karanlık çöktüyse, bizim parıltımızla orası kuşluk vaktinin Güneşi gibi olur.

Âdem evlâdına, isimlerini bizzat gösterdi. Diğer varlıklara, isimler Âdem’den açıldı.

Nûrunu, istersen Âdem’den al, istersen O’ndan; şarabı dilersen küpten al, dilersen testiden.

Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir. O iyi talihli testi, senin gibi görünüş zevkleriyle değil, hakîki neşe ile safâlanmıştır.

Cenâb-ı Mustafa: “Beni görene ve benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.

Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür.

Böylece o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nûru intikâl etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan o ilk mumu görmektir.

İstersen o nûru, son çırağdan al, istersen can çırağı olan ilk çırağdan, hiç farkı yoktur.

Nûru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan…

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 24

🌹“Akıl, fen öğrenmek ister. Aşk, şevk meşk ister. Akıl, namus vakar ister. Aşk, âşıkları perişan hâl etmek ister. Akıllılar, şöhret ve nâm peşindedirler. Âşıklar, olan biten âleminden yücedirler. Akıllılar, rütbe ve mal kaygısındadırlar. Âşıklar, Allah şarabı kadehinin sarhoşudurlar. Aklı bırak, aşkın istediği üzere yürü. Aklının iki gözüne toprak saç… Âşık Hasan Tanrı nûrunda yok olmuş, o nûr ile kendini donatmış, sevenlerine canân olmuştur.”

Şu aşk, başına bir tabla almış, sokak sokak geziyor; nerde bir ölü varsa hilesiz, düzensiz diriltivereyim onu diye bağırıyordu.

Diyordu ki: Keremimden, lütfumdan gezip duran, akan, fakat tükenmeyen bir sofra kesildim; nerde bir yüzsüz dilenci ki gelsin, soframdan çıkınını doldursun.

Seni gâh incilere gark ederim, gâh zehirlere; tanı beni, bil beni artık, elimde âdetâ bir kilesin sen.

Bana bir habbe gelse de teslîm olsa onu altınlarla dolu yüzlerce maden hâline getiririm; yalçın bir tepe olsa tutar, uçsuz bucaksız bir deniz yaparım onu.

Senden yokluk, benden kerem. Senden razı olmak, benden kısmet vermek. İpekböceğinin bile önüne yüzlerce atlas korum, ona bile yüzlerce ağır kumaşlar ihsân ederim.

Her an ümitsiz bir hâle düşene öylesine bir harman veririm ki ne ekmiştir, ne biçmiş. Her an dervişe öylesine bir yakınlık ihsân ederim ki bunu elde etmek için ne savaşmıştır, ne çileye girmiş.

Şekerkamışının daracık gönlüne şeker kaynağını akıtırım; akla fikre güzel, hoş düşünceler getiririm.

Din yolunda at süredur, fakat atın sakatlandı mı meraklanma; arık bir at yerine her yanda bir yılkı bulursun.

Sus, böyle değildir deme, Tanrı’nın ihsânından başka bir şey arama; razılık helvası, helva kazanından coşup ateşlere dökülüyor.

Sevgilinin nûruyla her zerreyi yakîyn nûru gör; eğer söylemede bir zevk olsaydı her zerre söze gelirdi, söyler dururdu.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 22

🌹“Başımı, senin eşiğinin toprağına koyarım; gönlümü, senin gönüller alan saçlarının büklümlerine veririm… Canım dudağıma gelmiş; tez dudağını getir de bahaneyle canımı ağzına vereyim gitsin.”

Ben, Muhammed’in nûru sırrına dayanarak derim ki, Tanrı tamamiyle zevktir, tatmayan anlamaz. Ben, o zevkim ve o zevke baştan ayağa gömülmüşüm. İman, tamamiyle zevk ve şevktir.

Aşkın dudakları şiir, dili mûsikîdir.

Ah, yine benim içime bir ateş düştü; bu dîvâne gönlüm, gene sahrâlara doğru yollandı…

Ey özü, sözü nûr olan; ey bütün yüreklere hükmeden gönül! Sen aşkı kendine seçtin de canın her dileğine erdi…

Yaş, kuru herkesin gözü birbirine bakmış kalmıştır; fakat senin gözün öyle değildir, o gözün bakışı yalnız Allah’adır. Herkesin gözü de isterim ki, senin üzerinde olsun. Zîrâ senin elin Allah’ın elidir. Senin gözün Allah’ın mestidir. Allah’ın gölgesi, herkesin üzerinde ebedîyyen kalsın.

Halkın iştiyâk inlemeleri sizdendir. Peki, sizinki kimdendir? Bunların hepsi aşktan doğdu. Aşk acaba neden doğdu? Ey Hakk’ın ve dinin Sevgilisi! Sen vücut mülkünün mâlikisin. Aşk, senin gibi bir Keykûbad daha âlemde görmedi.

Allah’ın Kur’ân’da ‘Nûn vel kalemi ve ma yesturûn’ diye yemin ettiği kalem, Muhammed’in yüce vasıflarını ve Kur’ân’ın öz mânâlarını yazmış olan onun kalemidir.

O kalemin gölgelerinde, bir güzelin yanaklarına düşen siyah saçlarının parlak akisleri gibi, gönülleri aydınlatan ve daima süsleyen ilâhî bir nûr vardır. Karanlıklara, mehtaptan yapılmış selsebillerden kevserler akıtan ve hayat suyu ile kupkuru çölleri, çoraklıkları sulayan hep o kalemdir. İrfân vadileri o kalemden gelen tazelikle, nûrla yeşillenir ve ışıklanır. O kalemden hep aşk şarabı akar, neş’e nûru damlar. İnsanlar için o kalem bir sûrdur, onları diriltir, aşk mahşerine toplar. Onun bir nafhâsı vardır ki, her nefesinden Allah’ın güzel kokusu gelir. Onun çizdiği yollar o kadar parlaktır ki, o yolda yürüyenleri, Allah’ın gözler kamaştıran cemâline ulaştırır.

Gönüller için o kalem, aşk Cebrâilinin ilham şehperidir, her kımıldayışında başka bir can âleminin havası gelir, başka bir safâ ve hayat göklerinin parlak maanî yıldızları görünür. O kalemden çıkan şiirler, aşkın en mûnis, en sevimli sesidir. O kalem, yâ Rabbi! Ne mûciz, ne rûhanî bir kalemdir…

Bir ucu Hakk’ın dudaklarını öper bir ney midir? Yoksa o, yüzü Hakk’ın parmaklarını okşar bir çeng midir? Bilmem… Daima şen ve neş’eler serpen o kalem, bazen bir mûsikî ahengi belâgatiyle inler, bazen bir bülbülün terennümlerindeki sevimli feryâdlarla söyler. Ah, onun inleyişlerinde, feryâdlarında bile aşkın, visâlin en güzel kokusu, en tatlı ve en heyecanlı lezzeti vardır.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 21

🌹“Yâ Rab aşk belâsıyla içli dışlı kıl beni, bir an bile ayırma aşk belâsından beni. Az eyleme yardımını dertlilerden, çok aşk belâları ver bana. Gittikçe artır sevgilimin güzelliğini, bana gelince onun derdine daha çok müptelâ et beni.”

Yine huzûrunda ölmek için salına salına geldim ey defalarca beni gamdan, gussadan, sıkıntıdan kurtaran güzel.

Ben kupkuru, şahrem şahrem yarılmış yeryüzü gibiyim, bulutum da lütfundan, miskim de; gök gürültüsünden başka bir ses istemem, elime kıvrım kıvrım siyah saçlarından başka bir şey almam, başka bir şeye sarılmam.

Sana tutsak olmak, beylikten, hürlükten yüz kat iyi, hele, ey gönlü hasta tutsağım benim, dediğin zaman.

Sana gelen, sana ulaşan bir avuç toprak, senden kaçan, senden uzak bulunan altından yeğdir; hele bir, a benim azıksız yoksulum, dediğin an yok mu?

Macerayı bırak artık, nerde akıl ki olanla, bitenle uğraşacak; virdim de çeng, zikrim de; şeyhim de şarap, pîrim de.

Ey sarhoşların canlarına can, ey eli darların definesi, güzelliğin cennetinde bala, süte gark oldum ben.

Kıyâmeti gördüm, kendimi kaybettim, varlığım görünmez oldu; yay gibi ikiye büküldüm amma ok gibi de uçup gidiyorum.

Ey kendisinden ayrılmama imkân bulunmayan dost, bir avuç topraktım ben, senden esip gelen yel tozuttu, havalara kaldırdı, yüceltti beni, fakat sensiz nerelere gideyim?

Ey göz nûru, din nûru, akıllıca otur dedin, ey perdelerimi yırtan, beni kendi hâlime mi bırakıyorsun ki?

Elest kuluyum, o zamandan seninim, sonra da o zâlim, o gaddar ayrılığın beni tutmuş, pervâsızca sürüp duruyor.

Yüzünün ilkbaharı olmadıkça şu ağacım, nasıl güler, hamurumu sen yoğurmazsan mayam nasıl tutar?

Sofranı, nimetlerini göreli tiritten kurtuldum; varlığını gördüm de o andan beri varlığımdan kaçıyorum.

Benden kaçtın, vazgeçtin mi akıldan da geçerim, candan da; benimle oldun, bana tecellî kıldın mı esir kubbesinden ta üstüne çıkarım.

Oturdum mu ey can, bir selâmcık ver bana, selâmımı al; çünkü bu son oturumum selâmsız olmaz.

Nasıl el çırpmayayım ki, güzelim elimde benim; nasıl ayak vurmayayım ki zir perdem bem oldu, altüst olmuşum zaten.

O sevgiliye bizden selâm götür, öylesine bir doğuya tapı kılmak iyi, çünkü ben de onun yüzüyle nûrlanmışım, onun yüzünden nûr istiyorum.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 19

🌹“Can kimdir ki, gözlere senin gibi şirin görünsün? O, gözüyle, gönlüyle seni avlamaktadır sanki. Mezarımın üstünde bir diken bile bitse, o diken aşk ile feryâda gelir.”

Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’da dostlarından iki üç kişinin uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir hâlde bulunduklarını gördü.

Bilgiden doğma merhameti coşup “Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı.

“Biliyorum… Karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan adeta Kerbelâ’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün mihnetlere uğramışsınız.

Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin.

Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır… Benim öğüdümü can-ı gönülden dinleyin.

Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu, gönlünüze pek hoş gelir.

Onlar pek kuvvetsiz, pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.

Yavrusunun ardından feryâd-ü figân ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar durur.

Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi.

Yavrum velîler de Tanrı çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın… Tanrı, mallarını, canlarını korur, onların ahvâlinden haberdârdır.

Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Tanrı’dır.

Tanrı dedi ki: Bu velîler benim çocuklarımdır. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri.

Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakîkatte dostları da benim, nedîmleri de.

Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüz’ülerimdir.

Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir. Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de hepsi bir vücuttur.”

Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi?

Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi?

İhsân ve kerem sahibi Lut, zâlimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi?

Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör.

Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.

Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu.

Söylesem uzun sürer. Ciğer de ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir.

Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün… Bu görüşten ne kadar uzaksın!

Bu kör, ne şaşılacak kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür.

İnsan, hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur.

Benliğini kıracak yerde oyna, salında şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.

Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raks ederler.

Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar… Noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler.

Çalgıcıları, içlerinden def çalar… Denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür.

Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.

Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek… Ten kulağıyla duyulmaz ki.

Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör.

Muhammed’in kulağı, sözlerin içyüzünü duyar. Tanrı, ona Kur’ân’da “Kulağın ta kendisi” der.

Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti süt ninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…