MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 42

İNSAN DÜŞÜNCEDEN İBARETTİR…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Cenâb-ı Resûl-ü Ekrem bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: “Mutu kable ente mutu – Ölmeden evvel ölünüz.” Hazreti Mevlâna da diyor ki: “İnsan düşünceden ibarettir.” İbn-i Arabî Hazretleri ise, “Vücud Hakk’tır, zihin halktır” diye buyuruyor, yani zihin insandır, diyor. Şimdi, bizim, ‘Ölmeden evvel ölünüz’ hadîsinden anlamamız gereken, ölmeden evvel vücudumuzu, yani düşüncelerimizi mi öldürmek zorunda olduğumuzdur, yoksa bunda başka bir sır mı vardır? İnsanın benliğinden kendi düşüncesiyle, yani kendi kendini telkin ederek kurtulması mümkün müdür?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bu sorunuza Hazreti Mevlâna’mızdan bir örnek vererek cevap verelim: Bir gün Cenâb-ı Mevlâna, selâm olsun üzerine, yine Meram’a çıkmış. Oraya çıktıklarında hep Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünden, Onun güzelliklerinden konuşup, muhabbet ederlermiş. Tam muhabbet esnasında bir grup papaz gelmiş. İçlerinden bir papaz Hazreti Mevlâna’nın huzuruna çıkmış ve demiş ki: “Yâ Hazreti Mevlâna, var mısın bir imtihana girişelim?” 

Mevlâna sormuş: “Nasıl bir imtihandan bahsediyorsunuz?” 

Papaz demiş: “Bir ateş yakalım ve hem siz hem biz hırkalarımızı ateşe atalım. Hangi tarafın hırkaları ateşte yanarsa, onların Allah’a olan bağlılıkları tam değildir, zayıftır. Hangi tarafın hırkaları da ateşte yanmazsa, onlar Allah’a daha yakındır.” 

Bunu duyan Hazreti Mevlâna papazlara şu cevabı vermiş: “Madem ki böyle bir imtihana girişmeyi teklif ettiniz, kabul ediyorum. Ben, bütün dervişlerime kefilim, onların hırkalarını çıkarttırmayacağım.” 

Hazreti Mevlâna, kendi hırkasını çıkarmış ve ateşi yakmak için hazırladıkları çalıların üzerine koymuş. Sonra Kardinala dönüp, “Sen de papazlarına kefil ol, çıkar hırkanı, koy benim hırkamın üzerine, sonra yakın ateşi, bakalım kimin hırkası yanacak?” diye buyurmuş. 

Kardinal, “Ben kendime o kadar güvenmiyorum, papazların hırkalarını da ateşe koyalım” demiş. 

En üstte Kardinalin ve papazların hırkaları, en altta Hazreti Mevlâna’nın hırkası, yakmışlar ateşi. Bir vakitten sonra ateş kül hâline gelmiş. 

Hazreti Mevlâna buyurmuş: “İmtihanı teklif eden sizdiniz, şimdi gidip hırkalarınızı alın bakalım.” 

Kardinal demiş: “Önce sen hırkanı koydun, sen al.” 

Mevlâna, “Peki” demiş, külün başına gitmiş ve “Destûr yâ Hakk!” diyerek elini külün içine daldırmış. Hırkanın yakasından tutup çıkarmış ve üzerindeki külleri silkelemiş. Sonra dönüp, “Bu hırka size mi ait?” diye sormuş. 

Papazlar, “Hırka sana ait yâ Mevlâna!” deyince, Mevlâna öpmüş hırkasını ve giymiş, gitmiş. Papazlar hırkalarını aramış aramış, ama bulamamışlar.

Bir insan, kendinde yaşarsa hiçbir şey yapamaz. Onu ateşte yakar, çivi de deler ve bir sürü acı da duyar. Ama eğer düşüncede kendinden geçerse, ona ne ateş tesir eder ne acı duyar, ona hiçbir şey tesir etmez. 

Hazreti Ali Efendimizin, selâm olsun üzerine, savaşta iki omuz arasına bir ok saplanıyor. Arkadaşları ona, “Yâ Ali, müsaade et, omuzundaki bu oku çıkaralım” diyorlar. 

Hazreti Ali dönüp onlara diyor ki: “Oka dokunmayın! Ben huzura durduğum zaman tutun oku çıkarın.” 

Sonra Hazreti Ali Efendimiz huzûra duruyor, oku çıkarıyorlar. Hazreti Ali’den bir ses dahî çıkmıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını edâ ettikten sonra, arkadaşları ona, “Yâ Ali, biz senin dediğin gibi sen huzûra durduğunda oku çıkardık, ama senden hiçbir ses çıkmadı” dediklerinde, Hazreti Ali Efendimiz onlara şu cevabı veriyor: “Ben o anda kendimde değildim, kendimden geçmiştim, çünkü Hazreti Muhammed ile râbıtadaydım.”

İşte insan, bir mânâ eriyle râbıtaya girdiği zaman ona ateş ne yapabilir ki, çünkü ateş de bir kuldur. Ateş bizim hizmetimizdedir, istersek büyük ateş yakarız, istersek küçük ateş yakarız. 

Size bir hikâye anlatayım: İzmir’de bir Rıfaî şeyhi vardı, her onbeş günde bir bûrhan yapardı. Ateşi yakar, üzerine saç koyar, belinden yukarı gömleğini çıkarır ve saçın altına girerdi. Ateş ona hiçbir şey yapmazdı. Bu vak’anın yaşandığı otuz sene olmuştur. Bir gün şeyhimle yolda yürüyorduk, yanımızda şeyhimin çok sevdiği bir arkadaşı da vardı, benim de çok sevdiğim bir abimin babası idi, adı Musta Baba, rûhu şâd olsun, o da bir Rıfaî şeyhiydi. 

Musta Baba, şeyhime dönüp demişti ki: “Hakkı Efendi, haberin var mı? İzmir’de bir Rıfaî şeyhi var, her onbeş günde bir bûrhan yapıyormuş.” 

Hakkı Dede de dönüp ona, “Musta Efendi, o bir gün gelir o saç altında kalır. Çünkü Allah’ı böyle sık sık imtihana tutmaya gelmez. Biz, İbrahim Halîlullah’dan aşağı değiliz, gerektiği zaman ateşe de gireriz, ama ortada bir imtihan yokken, bir sıkıntı yokken, niye kendimizi ateşe atalım, ateşle oynayalım” diye cevap vermişti. 

Aralarında böyle bir muhabbet geçmişti. Bu muhabbetin arkasından bir iki hafta geçmişti ki, bir haber geldi. Öğrendik ki, o Rıfaî şeyhi saç altında kalmış, can vermiş. Musta Baba, çok saf, temiz bir insandı. Hakkı Dede’ye demişti ki: “Sen nazar ettin, senin yüzünden oldu.” Hâlbu ki öyle birşey yok ama, Hakk’ı öyle devamlı imtihan etmeye gelmez. Akılla olmaz; akıl baştan gitmedikten sonra insan o güzelliklere kavuşamaz.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 36/2

İNSANIN VAZÎFESİ YAŞAMAK VE YAŞATMAKTIR…🌹

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti Mevlâna bir beyitinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı mâsivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hüdâ sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilâhî saka geldi…”

Mevlâna’nın sakası, yani gönül sâkîsi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o ilâhî sakadan, Mevlâna’dan. Bizlerden işleyen hep O’dur.

Yine başka bir menkîbesinde şöyle seslenir:

“Canlarda perde kalksaydı, canların her sözü mesihâne olurdu. Rûh, su gibi temiz ve saftı, cisme gelince toprağa bulandı. Riyâzâtla tekrar berraklaşınca, toprağın verdiği bulanıklık ondan ayrıldı. İşte o zaman cemâlinden nikâbı attı, ay ve güneş gibi parıldamaya başladı. Rûh, ten hapsinden kurtulunca kemâl bulur, Hakk’ın verdiği kudretle kol ve kanat açar. Taşa ve toprağa baksa, taş inci olur, toprak da altın olur.”

Hazreti Mevlâna bu beyitlerinde şunu söylemek istiyor: Rûh, bedene intikâl etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, rûh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur. 

Rûhun özüne ulaşması için Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, her zaman oruçlu gezerdi, bedeninin isteklerine düşkün değildi. Ona yüz tutan Evliyâullah da riyâzâtlı yaşarlardı. Riyâzâtlı yaşadıkları için de rûhlarının özüne inerlerdi. Özlerine indikleri zaman, artık kendilerine ait hiçbir şey kalmaz, tamamen Hakk ile Hakk olurlardı. 

Bizler malesef kendi özümüzü bilmiyoruz, onun inceliklerini öğrenmiyoruz, araştırmıyoruz. Gün geliyor ömür bitiyor, arkamızdan bir-iki rahmet okunuyor ve aylar yıllar geçiyor, unutulup gidiyoruz.

İnsan gelmemiştir bu âleme ölmek için; insan bu âleme, dünya durdukça yaşamak ve yaşatmak için gelmiştir. Dünya durdukça yaşamak ne demektir? Sevenlerinin gönlünde anılmaktır. 

Bugün Musa Aleyhisselâm kendi cemaatiyle anılmaktadır. İsa Aleyhisselâm kendi cemaatiyle anılmaktadır. Hazreti Muhammed Efendimiz, kendi cemaatiyle anılmaktadır, hattâ bütün dünya üzerinde her saniye ezanlarla anılmaktadır. Bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönül vermişler ve O’nunla anılmaktadırlar. Cenâb-ı Mevlâna da, Musevîsi olsun, İsevîsi olsun, her dinden, mezhepten sevenleriyle anılmaktadır. 

Bizlerin tek yapmamız gereken, ölümsüzleri kendimize dost edinmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin hayatını okuyup, O’nun huylarıyla huylanmak, O’nunla yaşamak ve O’nu yaşatmaktır. Vâde geldi mi, bizim şefaatçimiz O’dur; O’ndan başka hiçbir yerden şefaat bulamayız. 

Allah, her şeyi insanla bilir; Allah her şeyi insanla söyler, bütün güzelliklerini insanla bildirir. Kim orayı dinler, oradan hisse alırsa, kendini kurtarmış olur. Kim bunlara kulağını tıkarsa, sonrasında başına gelenlerden Allah’ı mesûl tutamaz. 

Allah, baştan aşağı şefkattir, baştan aşağı rahmettir. Allah kimseye ceza vermez, belâ vermez. Allah’ın en güzel yüzü Hazreti Muhammed Efendimizden tecellîsini göstermiştir. Hazreti Muhammed Efendimiz baştan aşağı rahmettir, baştan aşağı güzelliktir. Kendisine ne kadar hakaretler yapılmış ise O yine onlar için Allah’tan hidâyet dilemiştir ve rıza kılmıştır. 

Fakat insanlar bu güzelliklerin peşinde koşmak yerine nefsî arzularının peşine düşüyorlar. Ondan sonra başlarına kötülükler geldi mi, hem kendileri üzülüyor, hem ailesi üzülüyor. Allah da üzülüyor. O sana peygamberler gönderiyor, velîler gönderiyor, öğretmenler gönderiyor; ama sen onları dinlemiyorsun, o zaman Allah daha ne yapsın?

Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu âlemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

DERVİŞ SIRTINA BASILMAZ…

Her zaman söylerim: Bütün tasavvuf ehlinin Pîri, Hazreti Ali Efendimizdir, en büyük derviş odur. Onun sembolik olarak kimliğini görmek isterseniz, kapının eşiğine bakın; eşiktir Ali; hep secdede durur Hazreti Muhammed’e. Bu yüzden tasavvufta, eşiğe basmak hiç doğru kabul edilmez. Çünkü Ali’nin sırtına basmış gibi olursun.

Mahmut Hüdâyî Hazretleri hayattayken, o devirlerde Ali isminde bir genç delikanlı, sevdiği kızla beraber Sarayburnu’nda deniz gezisi yapıyorlar. Kızın adı da Kösem Sultan.

Bu ikisi gezerken sandalları lodosa tutuluyor, parçalanıyor. Lodos, kızı bir tarafa sahile atıyor, çocuğu da atıyor Üsküdar’a doğru. Çocuk yüzerek çıkıyor Üsküdar’a. Gönlünden geçiriyor, diyor, ‘Dalgalar sevdiğim kızı da götürmüştür; ben artık onsuz yaşayamam, dünya bana zindan, yaşamak bana haram’ ve gidiyor Mahmut Hüdâyî Hazretlerinin dergâhına, ona evlat oluyor ve artık dünyaya veda ediyor. Ama Kösem Sultanı da gönlünde yaşatmaya devam ediyor.

Fakat meğerse, dalgalar atmış Kösem Sultanı da sahile. Harem ağaları bulmuşlar Kösem Sultanı, bakmışlar ki ayın ondördü bir kız. Banyo yaptırmışlar, üstünü başını temizlemişler, çıkarmışlar o devrin padişahı Sultan Ahmet’in karşısına. Padişah tabî kızı çok beğenmiş, hemen nikâh kıymış evlenmiş Kösem Sultan’la ve zamanla aralarında çok güzel de bir sevgi meydana gelmiş.

Şimdi bir gün, Sultan Ahmet alıyor Kösem Sultan’ı gidiyorlar Mahmut Hüdâyî Hazretlerine. Bakıyorlar ki, bahçede elma ağaçları güzel elmalar meydana getirmiş. Kösem Sultan’ın canı elma çekiyor, ama ne Sultan Ahmet dallara yetişebiliyor ne de kız.

İster misin… Ali, derviş olmuş artık; bir görüyor Kösem Sultan’ı, diyor, “Yâ Rabb, sana binlerce şükür, sevgilim hayattaymış.” Ama gizliyor kendini, sakalı da olduğu için tanınmıyor fazla.

Hemen gidiyor, yüz üstü yatıyor Kösem Sultan’ın ayakları altına, “Basın sırtıma koparın elmayı” diyor.

İşte Sultan Ahmet, “Hayır” diyor, “derviş sırtına basılmaz, elma yerinde kalsın, kalkın ayağa.”

Bunun üzerine, derviş Ali izin istiyor, kendisi tırmanıyor ağaca, koparıyor bir elma uzatıyor Kösem Sultan’a; elmayı uzatırken de gözlerinin içine bakıyor ve gözyaşları döküp oradan uzaklaşıyor.

Rubâi:

“Tenden ve candan dışarı olan derviştir. Yeryüzünden ve göklerden yüksek olan derviştir. 

Cenab-ı Hakk’ın bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu. Hakk’ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir.”

SENİ BEKLEDİM YA ALİ…

Kainat yaratılmadan önce, Muhammed’in nuru yaratıldı. O nur, bütün insanlık alemine yayılmıştır. 

Kimse kendisini başka birinden üstün görmesin, başkalarını da hor görmesin, çünkü hepsinde Muhammed’in nuru var.

Bu aleme ne kadar Peygamber geldiyse, hepsi kendi cemaatlerine peygamberlik yaptılar, ama Hazreti Muhammed gelince, nübüvveti giydiği zaman, Hira dağına çıktı ve orada ilan etti peygamberliğini. Şöyle seslendi: “Ben bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim.”

Bakın, bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim, diyor.

“Ey Musa cemaati, bana gelin Musa’yı benden dinleyin. Ey İsa cemaati, gelin İsa’yı benden dinleyin. Ey Davud cemaati, gelin Davud’u benden dinleyin” dedi.

Hepsini çağırdı. Neden? Çünkü daha kendi cemaati yoktu.

O sıralarda da Şahımız Ali yirmi yaşlarına varmıştı. Resulallah da kırk yaşlarındaydı. Bir yerde Hazreti Muhammed’in evladı sayılır Hazreti Ali.

Mevlânamızın çok güzel bir keşfi vardır Ali hakkında, der ki: “Ali’nin Zülfikâr’ını çok keskindir diye methederler; Ali’nin ilmi Zülfikâr’ından sayısız kat daha keskindir.”

Ali çok büyük bir ilme sahiptir. Kur’an, Ali’nin burhanıdır. Hep yanında büyüdü Hazreti Peygamberin, hiç ayrılmadılar. 

İlk Muhammed’in yolunu kabul eden Hazreti Hatice annemizdir, kızlardan Hazreti Fatma annemizdir, çocuklardan Hazreti Ali’dir.

Şimdi Hazreti Muhammed, Ali’ye diyor ki: “Hadi sen de gel benim yoluma.”

Ali, o sıralarda on yaşlarında. Dönüp Hazreti Muhammed’e diyor ki: “Ya Muhammed, izin verir misin, gideyim babama sorayım?”

“Tabi Ali” diyor Hazreti Peygamber gülümseyerek, “izin veririm, hadi git sor babana.”

Kalkıyor Hazreti Ali, çıkıyor kapıdan, gidecek babasına sorsun… hemen dönüyor geri, koşarak geliyor Resulallah’ın huzuruna.

“Ali ne oldu?” diye soruyor Resulallah, “Ne çabuk geldin?”

“Vazgeçtim” diyor, “babama sormaktan.”

“Neden?”

“Sen beni çağırıyorsun kainatı yaratana; baktım ki babamı da o yaratmış; seni de beni de… Ben niye gideyim sorayım babama!”

Gülüyor Hazreti Resulallah, “Hah!” diyor, “şimdi seni daha çok sevdim; bak çok çabuk çalıştı aklın senin.”

Şimdi oldular, Ali’yle beraber dört Müslüman; sonra yavaş yavaş yayıldı.

Şimdi Ali geldi yirmi yaşlarına, Peygamber de kırk yaşlarında, peygamberliğini ilan edecek; Ali dönüp diyor ki: “Ya Muhammed, neden bu kadar bekledin? Neden daha önce ilan etmedin peygamberliğini?”

İşte Hazreti Muhammed, “Seni bekledim ya Ali! Büyüyesin de beraber bu dini yayalım. Ben doğuştan hem velîyim, hem de doğuştan nebîyim ya Ali… ama seni bekledim.”

Beraber yaydılar İslâm dinini.

Gün geldi yine aldı Ali’yi karşısına, binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi ve “Ya Ali” dedi, “benden sonra artık bu aleme peygamber gelmeyecek, nübüvvet defteri benimle kapandı. Benden sonra çok velîler gelecek; bütün velâyetin, yani velîlerin başı sen olacaksın.”

İmam Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, Kırklar’ı vardı, o binbir sırrın anahtarını çıkarmaya başladı. Hazreti Ali Efendimiz bütün hakikatların Pir’idir. 

Bugün sorsalar bütün tasavvuf ehlinin Pir’i kimdir bu alemde? Hazreti Ali’dir.

YOKLUĞA BÜRÜNMEKLE OLUR…

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, Kur’an-ı Kerim’in tamamlandığı gün, evlatlığı Mülçem tarafından sabah namazını edâ ederken, başına kılıç vuruldu. Üç gün yatakta kaldı.

Hatta, Hazreti Ali Efendimizi, güneş hiçbir zaman yatakta bulmamıştır, hep güneş doğmadan önce uyanmıştır.

Bir gün güneş, Hazreti Ali Efendimiz yatakta yaralı vaziyette yatarken doğmak istedi. Hazreti Ali Efendimiz yataktan nârâ attı, “Edebe gel ey güneş” dedi, “sen şahitsin, beni hiç böyle yatakta buldun mu?”

Hazreti Ali, cihanın sahibidir. Güneş, onun bir emriyle hemen bulut arkasına girdi.

Yani insan kimliğine erdi mi, bütün âlemin varisidir, sözü her yere geçer. Bütün bu güzellikler de yokluğa bürünmekle olur, benlikle olmaz.

Cenab-ı Mevlâna, selam olsun üzerine, Moğollar Konya’yı işgal edecekleri vakit, çıktı Alaaddin Tepesi’ne, çıkardı başından destarını yere serdi, onların geleceği yolu kesti.

Moğol atlıları bir adım ilerleyemedi. Atlar şahlandı, oklar atıldı; ama hiçbir ok Cenab-ı Mevlâna’ya isabet etmedi. Anladılar ki bu kişi beşer değil, Allah’a vakfetmiş kendini, dediler ki, “Ne istiyorsun bizden? Bırak girelim.”

İşte Cenab-ı Mevlâna, “Sizden” dedi, “bir şartım var, onu yapmanızı istiyorum. Kimsenin malına ve canına dokunmayacaksınız. Söz veriyor musunuz?” Söz verdiler, Cenab-ı Mevlâna, öyle müsaade etti, girdiler.

Cenab-ı Pir’in de çok kerâmetleri vardı. Çünkü kendisinde hem Muhammed’lik vardı, hem de Ali’lik vardı. Nasıl Ali’lik vardı? Şems-i Tebriz, Ali’nin kendisiydi. O devirde önce Muhammed verdi ruhunu Ali’ye, onu vekil etti kendine; bu devirde de, Ali, Şems olarak geldi, verdi başını Muhammed’e, yani Mevlâna’ya. Pekâlâ, Mevlâna bu âlemden giderken kime yola çıktı? Direk Şems’e yola çıktı. 

Peki Şems’in Ali olduğunu kim keşfetti? Şeyh Galib Dede Hazretleri… Çünkü onun da kalb gözü açıktı. Mevlevî camiasında, Sultan Veled’den ve Eflâkî Dede’den sonra kitap sahibi Şeyh Galib’dir. Ne dedi?

“Merim” dedi, “sevgilim Mevlâna yaşadığı devirde Hazreti Muhammed Efendimizin tamamen kendisiydi; Şems-i Tebriz de yaşadığı devirde, Şahımız Ali’nin kendisiydi. Onlar Muhammed Ali olarak yaşadılar ve sayısız da hakikatler sundular.”

Beyit:

“Yine süt ile şekeri karıştırdılar. Aşıkları da birbirleriyle bir araya getirdiler. 

Gece ile gündüzü ortadan kaldırdılar, güneşi, ay ile birbirine karıştırdılar. 

Maşukların rengi ile aşıkların rengini, altınla gümüşü birbirine karıştırdıkları gibi karıştırdılar…

Ben ağzımı kapadım, geri kalanını, sen söyle, çünkü bu bakışı o bakışla birleştirdiler.”

MANEVİ MENKIBELER – 98

SEMÂ ZİKİRDİR, İBADETTİR…

Bir sohbette, “Semâzenin, semâ etmesinin dışında sorumlulukları var mıdır?” diye sordular.

Tabî vardır. Hazreti Mevlana’da hiç ayrım yoktur. Semâ çıkaran, kalfalık mertebesine yol alır. 

Eğer mutrib ve semâzenler ehl-i iman iseler, o ayin-i şerif icra edilirken gezegenlerden ehl-i iman ruhlar gelir, ayini izlerler. 

Size şöyle bir misal vereyim… 

Bir gün ayin biter, semâzenler tam çekilecekken, Hazreti Mevlana seslenir: “Erenler geri dönün!” Mutribe de seslenir: “Neyler üflensin, kudümler vurulsun, yeniden ayin açılsın.” 

Yeniden ayini tekrarlar, ayin bitince Hüsameddin Çelebi, “Efendi Hazretleri, ayini icra etmiştik, neden bir daha ayin yaptık?” diye sorar. 

Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, biz ayini icra ederken gezegenlerden, görmediğin ruhlar ayini izlemeye geldiler. Çok uzak gezegenlerden de ruhlar geldi ama ayin bitmişti, onları boş çevirmemek için tekrar ayin açtık” der.

Akıl her şeye eremez. Zaten her şeye akıl erseydi, o zaman peygambere, evliyaya lüzum yoktu. Herkes aklı ile istediği yere ererdi. 

Hazreti Mevlana der ki: “Hangi dinden olursa olsun, benim ayin-i şerifimi izlemeye gelenlerin içlerinde Peygamberlerine özlem varsa orada Musa da, İsa da, Muhammed de var. Semâzenlere baksınlar, Peygamberlerini orada görsünler.” 

Çünkü semâzenin elini açması; yücelerden alıyor, kullarına saçıyorum, onların gönüllerini yoklayıp, sana sunuyor, kendime hiçbir şey mâl etmiyorum, anlamına gelir.

Peygamberler daima Hakk’tan söz ettiler. Yolcunun gönlünü dinleyip, yine Hakk’a davet ettiler. Onun için semâzenlerin her biri, bir Peygamberi temsil eder.

Semâzenin, Hakk’ın elçisi sıfatını giymiş olduğunu düşünüp, bütün nefsî duygulardan arınması lazım. Benliğe girer, şımarıklık yaparsa boşuna semâ eder, hiçbir mana taşımaz. Semâ zikirdir, ibadettir. 

Hazreti Şems-i Tebrizi, “Sen onu aşk ile yaparsan zikir sayılır. Aşk ile yapmaz, nefsin için yaparsan, o semâ yarın sana ceza verir” diyor. 

Şiir: 

“Ey dil, ister isen kâmil olsun noksanın, 

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın. 

Girersen sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın, 

Cihanda bir görünür, Ali Ekber okunursun. 

Çıkarsan sikkesi altından Hazreti Mevlana’nın, 

Sıradan biri okunursun…” 

Semâzenler, Mevlana’nın pervaneleridir. Gönüllerini güzelliklerle doldururlarsa mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 97

AŞK İLE…

Hazreti Peygamber Efendimiz, seyrek konuşan bir peygamberdi. Hiç gelişigüzel dil dökmemiştir. Hep düşünerek, başı eğik dil dökmüştür. O, başını kaldırdığı zaman ağzından çıkan kelam, bir iki gün sonra suret bulurdu. Suret bulduğu için ona, Muhammed Emin ismini verdiler. Yani Muhammed’in sözlerinden emin olun, doğrudur. Ondan dile gelen Allah’tır. 

Hazreti Muhammed veliler velisi, nebiler nebisidir. Onda sayısız bilgi vücud bulmuştur. 

Bir gün O’na, “Ya Muhammed!” dediler; “Sen bu alemde annesiz babasız büyüdün. Hiçbir bilginden ders almadın, bu bilgileri bize nereden aktarıp veriyorsun?” 

İşte verdiği cevap: “Güzel soru,” dedi, “annemi babamı erken kaybettim, okula gidip ilim tahsil edemedim. Benim öğretmenim yüce yaratıcı Allah’tır. Ondan bu bilgilere vâkıf oldum. Bütün karşıma çıkan varlıklara O’nun gözüyle baktım, sevgimi sundum. Baktığım yerler de hâl diliyle bana kim olduklarını söylediler.” 

Belki çok kitap okumuşsun ama sorularına hâlâ cevap bulamamışsın. Çünkü en önce kendini okumamışsın. Kimsin, tanıyamamışsın. O zaman öğrendiğin sözler, bilgiler kendinde yer bulmaz. Demek hazır yiyorsun, çalışmıyorsun. 

Esası odur ki; aşk ile yola çıkmak lazım, kuru ilimle olmaz…

Rubai:

“Benim zatım, bahr-ı küll, bütünlük aleminin denizi haline gelince, zerrelerin güzelliği, Hakk’ın yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizamı, bana aydınlanıp görünür. 

Ben ilahî tecellilerin heyecanına kapılırım da bütün vakitlerimin bir vakit olması için, aşk yolunda gece gündüz mum olup yanmak isterim.”

MANEVİ MENKIBELER – 96

İNCE BİR YOL…

Behlül-i Dâna Hazretleri, bir Cuma günü camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celâli esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahîden konuşmuş. Namaz edâ edilip çıkılmış. 

Haftaya, Behlül-i Dâna Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş. Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dâna kova, kürek bekliyor. “Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış. 

Behlül-i Dâna kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış. 

“Behlül nereden geliyorsun?” 

“Cehennemden.”

“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”

“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”

Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manâsı dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür.

İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın, kırmayacaksın. 

Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. 

Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek?.. Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Beyit:

“Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır! 

Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır! 

Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..”

MANEVİ MENKIBELER – 95

HÂL…

Sofî, bir yere aşık, oranın sofîsi olmuş. Sofîler arasında, kimi aşk ehli olmuştur. Sofîlikte en büyük rütbe hâldir.

Abdülkadir Geylâni Hazretleri başına üç tane sarık sarmış.

“Neden?” diye sormuşlar.

“Birinci sarık ibtida, şeriat; ikinci sarık insana yol, tarikat; üçüncüsü hakikat, insan Hakk’tır.”

“Bunlardan hangisi üstündür?”

“Hakk ile Hakk olmuş, sevilen kişinin hâliyle hâl olmuş kişi en güzel rütbededir” diye cevap vermiş.

Diyelim ki, acizâne Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbet verdin, eserlerini okudun, O’nun hâliyle hâl olursan, makam sahibisin. Ama sofîsin O’nun ahlakıyla, hâliyle hâl olmuyorsun, makam sahibi olamazsın, yolda ikilikte kalırsın. 

Yolları kısaltan, insanı en çabuk menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman, aşıkta ikilik kalmaz. Aşığın vücuduna Sevgili hakimdir, başa akıldır, hüküm de O’nundur. Hüküm O’nun olunca, artık sana ait bir şey kalmamıştır.

Hazreti Şems, Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir…

“Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. 

Küll isen safî, eğer isen sofî, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. 

Bu tevhidden maksat, murada ermektir, görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. 

Şems-i Tebriz bunu bilir, ehad kalmaz fenâ bulur, bütün bu alem küllî mahvolur, yine bâki Allah kalır..”

MANEVİ MENKIBELER – 94

FÎSEBİLLAH…

Bir gün Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz yolda gidiyorlar. Hem yürüyorlar hem muhabbet ediyorlar.

Mevlana, Şems-i Tebriz’e bir soru soruyor, “Ya Şems, karşıda görünen kabristana, hocalık devrimizde, topluma daima, cennet-i bakiye diye söylerdik. Peki senin nazarında burası nasıl bir yerdir?”

Şems-i Tebriz Hazretleri, “Ya Mevlana” diyor, “burası benim nazarımda, yalacılar mahallesidir.”

Bakın kabristan için yalancılar mahallesi diye hitab ediyor Şems…

Mevlana, bunu duyunca duraklıyor, “Nasıl olur?” diyor, “yalancılar mahallesi, biz hep cennet-i bakiye olarak bilirdik.”

“Şimdi beni iyi dinle” diyor Şems, “burada yatanlar arasında hayattayken, birbirlerini çok sevenler vardı, canlarını hiçe sayarlardı, hatta birbirlerini görmeden bir an dahi duramayacaklarını söylerlerdi. Geldi başlarına, çalındı kapıları, yola çıktılar gittiler. ‘Sensiz duramam’ diyen kişiler, acaba yola çıkanın arkasından gitti mi, yahut da geri mi döndü?”

Cenab- Mevlana biraz düşündükten sonra, “Çok kişi” diyor, “geri döndü, sözünde durmadı, gidenin peşine gitmedi.”

“Peki şimdi bunlar yalan mı söyledi yoksa doğru mu söyledi?”

“Yalan söyledi ya Şems.”

“İşte, böyle olduğunu için burası yalancılar mahallesidir.”

Bunun üzerine Cenab-ı Mevlana bir ürperme geçiriyor ve yine dönüp Şems’e, “Peki” diyor, “seninle benim halimiz ne olacak?”

Şems, “Ya Mevlana” diyor, “fîsebillah… yani biz birbirimizden hiçbir menfaat beklemeden, birbirimizi her şeyin üstünde seversek ve bu sevgiyi son nefese kadar sürdürürsek, bizim gideceğimiz yer, bekâbillah… yani Allah’ın sonsuz güzelliğinin bulunduğu yer. Burayla hiç işimiz yok.”

Şimdi soralım kendimize… Dış sevgililer, yani para, pul, evlat, eş… bunların dışında acaba gönlümüzde asıl Sevgili yer almış mıdır, almamış mıdır? Açık söyleyeyim, zerre kadar almamıştır. O kalmış dışarda, hepsi lafta…

Düşünün ne büyük bir kayıptayız…

İşte koca Mevlana bakın ne diyor… Zikirler yaparsınız, benim güzelliklerimi işitirsiniz, ne kadar da yüce olduğumu duyarsınız ve bana heves edersiniz, istersiniz bir akşam konuğunuz olayım, rüyanıza geleyim, güzel bir yüz göstereyim… Ama sanmayın ki ben gelmiyorum, her gece geliyorum. Var ya o kalbiniz sizin, onun hakiki ismi saraydır. O kalb, daha sen ana rahmindeyken seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’, dünyaya geldin, o yine seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’ Neden? Çünkü hakikatte insan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. Hep seni zikrediyordu. Ama sen, seni zikredeni hiç zikretmedin, başka şeyleri zikrettin. Ben geldim, saray kapısını açtım, ama baktım ki saray dolu, bana yer yok… Olmadığı için, geldim gittim, geldim gittim, geldim gittim, sordum, var mı bir haber, hiç ses çıkmadı…

Demek ki her zerre sağırlaşmış, duyguya kapılmamış, sünger gibi çekmemiş içine… 

Sonra diyorsunuz, göremiyorum edemiyorum. Göremezsiniz, çünkü çok kıskanç bir sevgilidir O…

Mecaz aşkta dahi büyük kıskanmalar vardır, ama Tanrı’nın kıskançlığı hepsinden büyüktür. O kadar ister ki en çok O sevilsin, olmaz derecede. İşte bu yüzden göstermez yüzünü…